1. Diriliş için gülün muştucu niteliğine umut bağlayan şair, biraz da doğduğu yerin havasına, suyuna; sesine, sözüne benzer.
2. Karakoç’un özünde daima Doğulu bir soluk saklıdır. Karakoç, Doğu’nun dilsiz masalını anlatan bir gül habercisidir. Direnişçi değil; dirilişçidir! Direnişte bir tükeniş, bir bitmek üzere oluş anlamı bulur.
3. Bir ülke düşler… O ülkede gül, kurtarıcı bir imgedir. Nişanlarda gül şerbeti içilir. Hastalara gül şurubu ilaç niyetine verilir. Gül, baharın ‘salavatı’dır. Hızır’ın fısıltısıdır. Gençlere okunan aşk ezanıdır. Gül, bir yeni yıl gibi evlere muştu getirir. O ülkede tabutlar gül ağacından yapılır. O ülkenin zenginliği ‘baharda çobanların kavallarında, çocukların türkülerindedir. Gülleriyle zengindir bu ülke. Dicle büyüsün, Dicle’nin ovaya dönük gözleri irileşsin diyedir baharın gelişi. O ülkenin insanları gökyüzünü, yaz gecelerinde deniz gibi kullanır. Sonsuzluğu ve uzakları kıyısız mavilerde arar.
4. Maliye Müfettis Yardımcısı ve Gelirler Kontrolörü olarak neredeyse bütün Türkiye’yi dolaşır. Diriliş düşüncesinin temelleri Anadolu’nun içinde atılır. Diriliş adını verdiği tezle yeniden ayağa kalkmanın ve yitirilen onuru yeniden yakalamanın peşindedir. Bu düşünceyle bir parti kurar. Politikacı Karakoç, şair-yazar Karakoç kadar önemsenmez. Bu girişim, İslâmî kesim tarafından gereksiz bir çıkış olarak değerlendirilir. PC Creator Pro Mod Apk Onlara göre, Millî Düşünce varken Diriliş’in kurulması bir fantezidir. Yakın çevresince bile yer yer yalnız bırakılır. Şair Karakoç’un Diriliş Partisi’ne kayıtlıkaç şair vardı, bilinmez. Gerçek bir şairin, Karakoç örneğinde de olduğu gibi, politikayla ilişki kurması oldukça zor görünür. Doğunun Yedinci Oğlu’ Diriliş Partisi’nin genel başkanlığını da yedi yıl yapar.
Amblemi ‘güller açmış gül ağacı’, kısaltılmış adı ‘DİRİ-P’ olan Diriliş Partisi, beklenilen ilgiyi görmez, varlığıyla yokluğunun ayrımına varılamaz. Siyasal Partiler Kanunu gereğince Türkiye’deki toplam il sayısının yarısında şubelerini açmamak ve iki genel seçime üst üste katılamamak gerekçesiyle 1997’de kapatılır.
5. Sadece kendi kitaplarının basıldığı Diriliş Yayınları’nın Sultanahmet’teki sekiz metrekarelik ahşap odasında günün her saati konuklarını kabul eder. Parmakları, -sonradan beyazlaşan, ancak dökülmeyen- simsiyah kıvırcık saçlarındadır. Sobanın üzerinde sürekli ıhlamur kaynamaktadır. Kitap-dergi yığınlarının arasında kaybolmuş esmer tenli bu adamın, sonradan bırakacağı sigarası hep elindedir. Özellikle ‘s’ sesini çıkarırken dilindeki tatlı pelteklik ve ‘şey’ sözcüğünü sıkça kullanması dikkat çeker. Herkesle, her şeyi konuşur, tartışır. Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koymaktan çekinmez.
6. Birkaç genç, Diriliş Yayınları’nın Üretmen Han’daki küçük odasına girip selam verdikten sonra ‘Efendim, sizi ziyarete geldik.’ derler. Karakoç’un yanıtı oldukça ilginçtir: ‘Ben türbe miyim, kardeşim!’
7. Cemal Süreya “Günler”de de Sezai Karakoç için şunları söyler: “Milliyet Yayınevi’nde, pencereden bakıyorum. Yerebatan’a uzanan caddenin üzerinde bulunan şu karşıkibinanın üst katında Sezai Karakoç oturuyor; penceresi görünmüyor, ama işte orda. Ne tuhaf, bu kadar yakındayız da bin yılda bir görebiliyoruz birbirimizi. O da, sokakta rastlarsak…
“Yaşlandık be Sezo!” sözüyle bir şeylerin kopup kopup gidişini ve dönmeyişini anlatır.
8. Rasim Özdenören’in çizdiği bir Sezai Karakoç portresi vardır: ‘Onu İstanbul’un kalabalık caddelerinden birinde yürürken görmeniz gerekir. Başı önüne eğik, boynu omuzlarının arasına gömülmüş, dalgın ve derin gözleri karşıdan bakıldığında görünmeyen, ama daima bir hüznü, bir kederi, bir derdi taşıyor duyumunu uyandıran, bu kısaya yakın orta boylu adamın, usul ve kısa adımlarla yürüyüşü, beyninde yüklendiği fikrin ağırlığını kaldırmakta zorluk çekiyormuş izlenimini verir.”
9. Sezai Karakoç, yıllarca her gün Cağaloğlu’nun ömürler tüketen yokuşunu tırmanır. Kitaplarını satanlar zenginleşirken o hep durakların sessiz gölgesi olur. Yıllarca koltuğunun altıda fermuarlı, yıpranmış, siyah deri çantası ve dudağından eksik olmayan sigarasıyla duraklarda bekler. Yürürken omuzları hep eğiktir. Daima dalgın ve mahcup bir hava içindedir.
10.İlk bakışta, yetmiş yaşlarında ve hayatın sıkıntısı altında ezilmiş gibi duran bu adam, ancak, evine ekmek götürmekten başka bir derdi bulunmayan, ekmek götürme işinin üstesinden gelmekte de zorlanan küçük bir emekli memur sanılabilir.
11.“Gündelik ilişkilerin sıradanlığı arasında, karşınızda duran bu adamın sıradan görünüşü kimse için, hiçbir özel anlam ifade etmez. Ne zaman ki, onunla entelektüel bir zeminde karşılaşırsınız, o zaman, bu, her yanıyla mütevazı görünüşlü adamın beyninden fikirler, imajlar, buluşlar, benzetmeler, görüşler, kuramlar fışkırdığını görürsünüz. Kafasının soyut düşünceye anadan doğma hazır bulunuşu, onu, gördüğü her özgün fikri yakalamaya ve hakkını vermeye yöneltir. Fikir, onun kafasında salt fikir olarak da kalmaz, fikir onun kafasında imgelerle, simgelerle, benzetmelerle alegori ile zenginleşir, çoğalır. Ve onun ne denli mahir bir polemikçi olduğunu onunla polemiğe girmeyi denemiş olanlar bilir.”
12. Fiziğinden, siyasi bir partinin genel başkanı, yayınevi sahibi, usta yazar, büyük şair adına herhangi bir izlenim edinmek zordur. Giysileri yıpranmış, pantolonu hemen hemen ütüsüz olan bu adam, Türkiye’de bütün kesimlerce kabul görmüş seçkin isimlerden biridir.
13. Maraş’ta ortaokul öğrencisiyken gördüğü bir afiş, onun kafasını karıştırmaya yeter. Henüz ortaokul sıralarındadır. Yatılı öğrencidir. Okulun paydos olduğu bir saatte, okuldan çıkmış, kent içinde gezinirken, birdenbire bir duvar afişi üzerinde gördüğü bir slogan (veya slogan gibi bir bildiri) onu can evinden yakalar. Gördüğü tanıtımda Büyük Doğu’nun çıkacağı yazılıdır.
14. Büyük Doğu’yu, bir dostu, bir sevgiliyi bekler gibi bekler. Bu bekleme sırasında, bir tamlama onun kafasında büyür, zenginleşir, çoğalır. Daha Büyük Doğu dergisini görmeden, ilkin adının büyüsüne vurulur. Onun dünyasında, Büyük Doğu’nun farklı bir imgesi oluşur. Sonra dergi çıkar. Haftalık derginin her sayısını, satır satır okur, sindirir, kafasına yerleştirir. O tarihte henüz on üç, on dört yaşlarındadır.
15. Çalışkan bir öğrencidir; ancak tek işi derslerine çalışmak değildir. O sıralarda (1940’11 yılların ortaları) Milli Eğitim Bakanlığı klasik eserlerin çevrilmesine başlamıştır. Doğu’dan, Batı’dan belli başlı eserler Türkçeye kazandırılmıştır. Sonsuz bir heves ve sabırla bu eserleri hatmetmeye girişir. Klasiklerden okumadığı, en azından göz atmadığı, az çok bilgi sahibi olmadığı hiçbir eser bırakmaz. Birgün Türkçe öğretmeni, onu, arkadaşlarına işaret ederek: “Bu arkadaşınıza dikkat edin çocuklar, o, ilerde büyük adam olacak!” uyarısında bulunur.
16. Ortaokulu Maraş’ta, liseyi Gaziantep’te bitirdikten sonra yüksek öğrenim için Ankara yollarına düşer. Ailesi ilahiyatta okumasını isterken kendisi felsefede okumayı düşünür. Ama pratik zorunluluklar, onu, parasız yatılı sınavını kazandığı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya yönlendirir.
17. Fakülte öğrencisiyken Büyük Doğu ile ilişkisi süreklilik kazanır. Artık yalnızca yetişkin bir okur değildir. Şiirler yazmaya da başlamamıştır. Düzyazılar kaleme almaktadır. Büyük Doğu dergisinde okuduğu “İdeolocya Örgüsü’ başlığını taşıyan yazılar, onun için yalnızca soyut düşünce ustalığından ibaret kalan yazılar değildir; bu yazılar, ona hayatın rehberi gibi görünür.
18. İstanbul’a Büyük Doğu’yu ziyarete gittiğinde, derginin çalışma salonunda çalışanlara, sağ elini yukarıya kaldırarak: “Selam size!” diye seslenir. Ve onlardan da ellerini kaldırarak: “Size selam!” diye cevap vermelerini bekler. Fakat orada çalışanlar, bu genç adamın kendine özgü Büyük Doğu selamı verdiğinin farkında bile olmazlar.
19.Cemal Süreya, 1950’li yıllarda onun bir hilesini yakaladığını söyler: ‘Necip Fazıl kendisinden borç ister, o da her seferinde cebindeki parayı son kuruşuna kadar verirdi. Sonunda kendisi aç kalırdı. Buna bir çare düşündü. Marmara Kıraathanesi’ne giderken. özellikle de aybaşlarında yanında daha az para taşıyordu. Az dedim ya. o kadar da az değil. Maaşının yansı kadar. Sanırım, Karakoç’un hayatındaki tek oyun budur. Üniversite yıllarında burslarını kırdırıp üstada verirdi.’ Necip Fazıl’ın kefili olarak önemli bir banka borcunu ailesinden yardım isteyerek öder.
20.Siyasal Bilgiler Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyken hocaları tarafından fark edilir. Kendisine asistanlık önerilir, ama o bu öneriyi kabul etmez. Kendisi için gazetede üst üste birkaç başyazı yazan Prof. Dr. Osman Turan’ın çağrısını dikkate bile almaz.
21.Türkiye’de, özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnızdır. Bir başınadır. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarda ve yukardadır.
Yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişidir. 1960’tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş, İsmet Özel bile yöneliminde ilk onu aramıştı. Özdenören kardeşler Anadolu’ya Kafka yaratıkları salarken ondan ışık almışlardı. Cahit Zarifoğlu’nun büyük inanç içindeki küçük inançsızlıkları Karakoç’tan sapma olarak düşünülebilir.
Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir Nietzche bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur.
Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur.
En ilkelle en modern arasında durur.
22.Mülkiye’de parasız yatılı şairlerden birkaçında büyük resim tutkusu vardır. Boyuna albümler karıştırırlar. Sezai Karakoç, resme başka bir açıdan bakar. Mülkiye Dergisi’nde Mona Roza’larını Cemal Süreya desenler, takma adı da, Charles Suarez, yani C.S.
23.1950lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan efsanevi Monna Rosa bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.
“Mona Rosa” adlı şiiri, Türk şiirinin en görkemli “imkânsız aşk” şiirlerindendir. Bu şiirle ilgili en az 20 farklı “kırık aşk hikâyesi” anlatılır, hangisinin doğru olduğunu kimse bilmez. Ancak bilinen gerçek şudur: Sezai Karakoç, biraz da o “imkânsız aşk”ın etkisiyle evlenmemiştir.
Sezai Karakoç, tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı Monna Rosa adlı kitabını ancak 1998’de okur karşısına çıkarır. Yeryüzünde kitap biçimini almadan bu kadar uzun bir süre sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mıdır, bilinmez.
Şiir adına söz alınan her ortamda, ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkârdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce Monna Rosa’nın başlangıç dizelerini okumaya başlar.
“Monna Rossa” etrafında ağır bir sır perdesi vardır. Karakoç’un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998’den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Söylenen her şey, bir varsayımın kıyısında dolaşır.
24.Şiirin, Karakoç’un Mülkiye’deki bir sınıf arkadaşı için yazıldığına inanılır. Şiirin ilk versiyonundaki düzeni şöyle bir akrostiş vermektedir: Muazzez Akkaya. Ancak, Sezai Karakoç o konuda da hiçbir bilgi vermemekte ve hatta, okurların, bu tür detayların üzerinde durmamaları gerektiğini belirtmektedir.
Sezai Karakoç, anılarında bu şiir için şunları sõyler: “1952 baharına girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor. Yıllar, serbest şiir denen ölçüsüz, kafiyesiz şiirin zafer yılları. Orhan Veli akımı bir sel gibi edebiyatımızı kaplamış. Okul kitaplarında henüz Yahya Kemal’in saltanatı devam ediyorduysa da piyasayı Orhan Veliciler istila etmeye başlamıştı. Yaşlılar, edebiyat fakültesi profesörleri, makalelerinde Yahya Kemal’den bahsediyorlardı, ama dergilerde gençler Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırdan giderek tüm geleneksel şiir değerleriyle ilişkilerini kesmiş bulunuyorlardı. Şairanelik hor görülüyordu. Edebiyatımızın ‘gül’, ‘bülbül’ gibi mazmunları alay konusuydu. ‘Rose’ bilindiği gibi ‘gül’ demekti. Böylece, aşağılanan ‘gül’ kavramını yeniden gündeme getirmek istedim. “
25. Gülten Akın’a göre “salt bizi gençliğimize götüren Mona Roza’yı, Balkon’u, Anneler ve Çocuklar’ı, Kapalı Çarşı’yı yazmış olsaydı yine önemli bir şairdir. “Sezai Karakoç adı, ailemiz içinde hep sevgiyle anılan uzak bir kardeş adıdır. O, sonsuzca bütün insanlara dönük yanıyla da, mūnzevi yanıyla da, şiirimizde özgün bir duruştur. Kişiliğiyle, yaşamıyla, yaptıklarıyla bu özgūnlūğūnū sürdürdüğünü düşünüyorum. Doğu’nun mistisizmini, Batı’nın biçemini, her ikisinin de bilgisini taşıdı”
26.Güven Turan’a göre ‘Karakoç, iki uyuşmazı, lirikle didaktiği birleştirip, dramatik’e dönüştürmeyi de becerir. Yine de lirik ağır basar şiirinde.’
27.Ismet Özel’e göre, kendi kuşağı içinde en dikkate değer metinleri üretmiş olan Sezai Karakoç’tur. Türkiye’de sağ görüşlere sahip olup da sol aydınlar dünyasında kendine yer etmiş ilk isimdir.
28. Dünya nimetlerinden uzak durarak yakaladığı erdemi çoğaltır. Çıkardığı dergilerle; yazdığı kitaplarla, derin ve sarsıcı şiirlerle dört başı mamur bir eski zaman entelektüelidir ve bütün eski zaman entelektüelleri gibi o da tam olarak anlaşılamaz.
29.Her yenilgide kısa süreli bir inzivaya çekilir! Sonra toparlanıp hiçbir şey yokmuş gibi yola devam eder.
30.Kimseyle yan yana bir fotoğrafı yoktur. Kimseyle söyleşi yapmaz. Kitaplarını kimseye imzalamaz. Hiçbir yerden hiçbir şey kabul etmez. Televizyona çıkmaz. Issızlığından ve yalnızlığından hiçbir zaman yakınmaz. Yalnız olması yalnız kalma anlamında değildir. Yalnızlık, yapısından kaynaklanan onurlu bir tercihtir. Kendi küçük hayatı içinde şiirini sürdürür.
31. 1990’dan sonra sanat-edebiyat sorunlarıyla ilgilenmeyen Ahmet Sezai Karakoç, Devleti yönetenlerce bilinir; fakat fark edilmez, fark edilmek istenmez. Atilla Koç, onu evinde ziyaret eden ilk kültür bakanıdır.
32. Gül sağnağında ıslanmış bir bulut gibi Diriliş göğünün maviliğinde akıp gider. Yoktur Gölgesi Türkiye’de.
SIDDIK AKBAYIR
*Bu yazı, Sıddık Akbayır’ın Yolcu Yayınlarından çıkan “Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir” adlı kitabından alınmıştır.