Edebiyatımızın sadeliği, lirizmi, azla öze kavuşmayı bileni: Cahit Sıtkı Tarancı. Bu yazımızda Cahit Sıtkı’nın iç dünyasının, edebi hayatını nasıl ortaya çıkardığına değinmeye çalışacağız
Konumuz Cahit Sıtkı Tarancı olunca, aklımıza sıklıkla “ölüm” konusu gelir. Birçok şiirinde değindiği ölüm meselesi Tarancı’nın hayatının neresindedir?
Her şeyin zıddıyla kaim olduğu bir dünyada şairin ölümü dilinden düşürmemesi apaçık bir yaşama isteğidir. Nitekim kız kardeşi Nihal’e yazdığı bir mektubunda bu isteği şöyle anlatır:
“Ben yaşamak, her şeye ve herkese rağmen, ruhumun rüyalarına, vücudumun ıstıraplarına rağmen, ben yaşamak istiyorum. Bu arzu bilsen ne kadar kuvvetli bir arzudur Nihal. Bu arzu mukaddestir. Ben bu arzumu tatmin etmek istiyorum…”
Biz bu yazımızda Cahit Sıtkı’nın iç dünyasının, edebi hayatını nasıl ortaya çıkardığına değinmeye çalışacağız. Zira kendisi de şiirini hayatı üzerinden tanımlar:
“İşte böyle Nihal’ciğim, şiirim ömrümün enstantaneleridir.”
Tarancı, başarılı ve doğru bir yazın hayatının, yazarın hayatıyla kurulan ilişkisiyle ölçer. Ona göre eser, yazarından bir iz taşımıyorsa sağlam değildir.
Yazmaya lise yıllarında başlar. Saint Joseph Fransız Lisesi ve Galatasaray Lisesinde öğrenim görür. Memleketi Diyarbakır’dan uzakta geçen bu yıllar Tarancı’nın edebiyat dünyasının içine girdiği yıllardır. Galatasaray Lisesinde Ziya Osman Saba ile tanışır ve ona yayımlanması için şiir götürmeye başlar. Bu, aynı zamanda ikilinin dostluğunun başlangıcıdır. Yazın hayatı boyunca pek çok değerli yazarla bağ kurar. Örneğin, Peyami Safa vesilesiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’la tanışır. Tanpınar; onun temiz ruhlu, kirletilemez, değiştirilemez saflığından övgüyle söz eder.
Tarancı ailesini çok sever ve onlardan uzaktayken hissettiği yalnızlığa, acıya, özleme dayanmanın yolunu okumakta ve yazmakta bulur. Ailesine yazdığı mektuplar onun bu sevgi ve bağlılıkla teselli bulma aracıdır.
“Sanat, şiir benim için bir teselli vesilesi, bir kurtuluş kapısıdır… Ona dört elle sarılmaklığım tabii bir neticedir. Tutunduğum yegâne dal. Bu da kırılırsa ben ne olurum Nihal Abla!”
Ders aralarında, kişisel zamanlarında bir köşeye çekilip şiir okur. Okuduğu şairler içerisinde en benimsediği kişi Baudelaire’dir. Baudelaire’in ruh yapısını kendisine çok yakın bulur. Öyle ki Tarancı kendi hayatını iki döneme ayırır:
- Baudelaire okumadan önce
- Baudelaire okuduktan sonra
Baudelaire’in “Elem Çiçekleri”ni çok sever. Yazımızın başında söylediğimiz zıtlık hali Elem Çiçekleri isminde de kendini gösterir. Yalnızca bu kitap ismi bile Tarancı’nın Baudelaire ile örtüşen ruh dünyasının bir kanıtıdır.
“Evime ve Nihal’e Mektuplar”, “Ziya’ya Mektuplar” hem mektup türünü sevenlerin hem de Cahit Sıtkı’nın edebi düşüncelerini, hayatını merak edenlerin keyifle okuyabileceği eserleridir.
Tarancı, eserlerinde kişisel duyarlılıkları öne çıkarır. Toplumcu bir çizgi izlemez. En az sözle en güzeli söylemeye çalışır. Sadeliği ve güçlü etkisiyle pek çok okurun zihninde şiirlerinden en az bir dize yerini muhafaza eder. İstediği memleketi, Abbas’ı, penceresini kuşatan günleri ve elbette yolun yarısı…
Otuz Beş Yaş şiiriyle katıldığı bir yarışmadan birincilikle çıkar.
İkinci Dünya Savaşının patlak verdiği yıllarda, Paris’ten Türkiye’ye bisikletle dönmüştür. Denebilir ki onun bisikleti, yaşamı bir alışkanlıktan çıkarıp hakkını vererek sürdürenlerin felsefesini taşır. O bisiklete penceresini yaşama arzusuyla açanlar binebilir.
“Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.”
Tarancı’nın sağlığı, 1953’te geçirdiği felçten sonra iyice kötüye gider. Üç yıl sonra, 1956’da Viyana’da tedavi görürken hayatını kaybeder. Edebiyatımıza açtığı pencereden Tanrı’ya şöyle seslenir:
“Ve gönül Tanrısına der ki:
– Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!”
Elif ÇELİK