Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin güçlü isimlerinden Yahya Kemal Divan edebiyatıyla modern şiir arasında köprü vazifesi gören şiirler yazmıştır. Yalnız iyi bir şair değil aynı zamanda mütefekkir de olan Beyatlı ile Hikmet Feridun tarafından yapılan röportajı ünlü şairin vefat yıldönümü olan 1 Kasım’da vermek istedik. Yahya Kemal’in şiire bakışını ve edebiyatımız hakkındaki görüşlerini bu röportajla öğrenebilirsiniz.
Bugün birçok meşhur şairlerin üzerlerinde derin tesirleri olan büyük şair Yahya Kemal uzak şehirlerden çok sevdiği memleketine döndükten sonra gazeteciler, günlerce onun peşinden koştular. Edebiyatta fütüristler başı M. Marinetti sağa sola beyanatlar yağdırırken fevkalâdelikler şairi uzun zaman sustu.
Nihayet memleketin hakiki şairini odasında buldum. Büyük üstadı her kelimesini sindire sindire dinledim. Yahya Kemal’i tanıyanlar İstanbul’dan uzaklaşınca daha büyük daüssıla duyarlar. Çünkü onlar için şehrin birçok parçalarının, Köprü’nün, Beyazıt Çınaraltı kahvesinin, Moda’nın, Adaların nostaljisi olduğu gibi Yahya Kemal’in sözlerinin de daüssılası vardır. Bu sözler İstanbul daüssılasının içine girmiştir. İstanbul’dan uzaklaşınca Moda Koyu, Çam Limanı, Beyazıt Çınarı gibi bu sözler de nostaljisini gösterir…
30 yıldan beri şiir hayatındasınız. Şiirden fayda gördünüz mü? Haz hissettiniz mi? Yoksa zarar mı gördünüz?
Şiirden tabii çok haz duydum. Bu haz ömrümü doldurdu. Fakat faide görmedim bilâkis zarar gördüm. Bir daha doğmam mümkün olsa önce Kâzım Şinasi’ye danışmadan ve onun nasihatlerini almadan yer yüzüne bir adım atmam. Eğer şiir mukadderatıma karışmasaydı çok isabet olurdu. Yalnız bunu da söyleyeyim ki bir insanın hayatında şiiri anlamaması büyük bir noksandır çünkü hazların en derini ve en güzelidir. Akıllı olanlar yalnız anlamakla iktifa etmelidirler. Şiiri anlamak ve söylememek, yani adını şair çıkarmamak, eğer mümkün olursa en iyi yoldur. Dediğim gibi ben de bu işte yanılmış olduğumu anladım, lâkin biraz geç anladım. Şahsıma ait fikrim bu kadardır. Lâkin umumi görüşle diyebilirim ki insanın yaratılışına ve hayatına şiirin karışması büyük bir zarardır. Hiçbir insan gerçek bir şair kadar talihsiz doğmaz.
Charles Baudelaire Şer Çiçekleri’nde şairin nasıl doğduğunu ve dünyaya gelirken anasının ne yaman bir lânetine uğradığını anlatır. Bu manzume hiç fantezi değildir, çok doğrudur, şairin kaderini bütün gerçekliğiyle bir çerçeve içinde gösterir.
Gerçek şairler şiirle malül olarak doğarlar. İsteseler de yaratılışlarından sıyrılamazlar. Onlar şiiri bırakmak isteseler şiir onları bırakmaz. En iyilerinin, hepsi değilse bile herhalde birçoğu gençliklerinde takdir edilmezler, ancak ihtiyarlıklarında hatta bazı kere ancak ölümlerinden sonra halkın saygısını görürler. İlk eserlerini verdikleri zaman çok güç olarak şairler sırasına konulurlar. Heyhat bir defa da o sıraya girerlerse şairliğin damgası alınlarında bir mahkûm işareti gibi durur. Ciddi meslekler, mevkiler ve işler kendilerine çok görülür. Hayatın saadetleri kendilerine bir türlü yaraştırılamaz.
Gariptir ki şair doğmanın en büyük belâsını gene çok öz, çok şahsi, yepyeni ve birkaç yüz sene payidar olacak kadar kudretli eser veren asıl iyi şairler çeker. Bu hâl bizde de böyledir, Frenklerde de. Bu zavallıların çıktıkları uzun yolun son ucu ancak, antolojiler ve mektep kitapları olur.
Gerçek şairler hemen daima, aşk saadetinden mahrum yaşar ve ölürler. Kadınlar şair sevmez. Aşkta saadete mazhar olmuş büyük şairler bizde ve Avrupa’da nadirdir.
Memlekette bugün edebiyatın seviyesini nasıl görüyorsunuz?
Yazıları benden iyi takip edenler edebi seviyenin çok düştüğünü söylüyorlar. Böyle bir kanaat her yerde, zaman zaman iade ediliyor. Demek ki doğrudur. Gariptir ki son nesilden şiiri temsil eden iki üç kuvvetli şair var. Nesir ise evvelki neslin nesrine çok ve pek çok faiktir. Yeni isimleri saysam söz çok uzayacak ve bu konuşmamıza hepsinin değerini sığdıramayacağım. Onun için isimleri saymayacağım. Evet böyle güzel istidatların belirmiş olmasına rağmen her yerde işitilen söz budur: “Edebi seviye düştü, edebiyat yok!” Acaba bu nereden geliyor. Vakıa biz edebiyatın eski şerefini çok kaybettiği bir devirde doğduk. Şiir 1908 Meşrutiyetinden sonra, fazla toy gençlerin yaygarasıyla, lâubali bir hüviyet aldı. Bir nesil evvelki alafranga şairlerin bile bunlara göre ciddi oldukları anlaşıldı. Son yirmi seneye ancak bir neslin şiiri sığabilirken, birbiri arkasından, daima bir evvelkinin iflâsını haykıran genç zümreleri gürültüleriyle birçok zevk sahiplerine kesel verdiler. “Genç şair” unvanı bir istihza klişesi oldu. Bizde henüz devrini ikmal etmemiş ve tam eserini henüz vermemiş bazı nadir değerlilerin iflâsını ikide bir de ilân etmiş olan bu gençler, gayet gariptir ki, Mallarme’yi ve Paul Valeriy’yi son meşaleler olarak öne sürerler. Bir an düşünmezler ki şiir, Avrupa’da, bizde olduğu gibi, çok çabuk geçer bir modaya tabi olsaydı bundan 47 sene evvel ölmüş olan Mallarme bugün moda olur muydu?
Paul Valery ise bu sene altmış altı yaşındadır ve çok müessir bir mevkidedir, bize göre ihtiyar değil mi? Bizde yalnız şiirin değil, nesrin de diğer edebi sanatların da yalnız bir gençler sahası oluşu hiç iyi bir hal değildir: Edebi sanatları olgun kafalar ve ruhlar yaratabilir “virtuose”lar nadir gelirler. Olgunluk fikrimce esastır. Gerçi bizde de şiirin, nesrin ve fikrin yeniden kuvvetli bir doğuş idrak edebilmesi için çok kültüre ihtiyaç vardır. Lâkin bugünkü edebiyat, farzımuhal olarak tasfiye edilse ve şiir, tiyatro, roman, tarih, hasılı nesrin bütün nevileri yalnız değer göstermiş ve yaşını almış olgunların elinde bulunsa ve yazan sınıfla okuyan sınıf, Avrupa’da görüldüğü gibi, bizde de kat’i olarak ayrılsa, yazı âlemi bir “sorma gir mahallesi” hâlinden çıkıp da bir “elite” kadrosu olsa, eminim ki edebiyatımız, bugün bile, başka olurdu.
Eski edebiyat baştanbaşa kavaide tâbi olduğu için birinci sınıfa yükselenler o kaidelerin imtihanından geçerek yükselirlerdi. Uzun zamandan beri bizde de Avrupa’da olduğu gibi, kaideler kalktı, şahsi ve serbest atılışlar moda oldu. Bunun iyi bir tarafı olduğu gibi kötü neticeleri de oluyor. İyi tarafı: Şahsiyetlerin en fazla bir mikyasta hususi zevkler ve görüşler getirmesidir. Kötü tarafı ise edebiyat böyle açık ve kanunsuz bir saha olunca o sahaya herkesin girebilmesidir. Biz işte bu kötü neticeyi fazla hissetmiş olduk.
Edebi seviyeyi mutlaka yükseltmek lâzımdır. Bu sizce nasıl mümkün olur?
Bence her şeyden önce gerek şiirde gerek edebiyatın bütün nevilerinde kemiyetten keyfiyete dönmekle mümkün olur. Şiire ve nesre mazinin ve aynı zamanda alafranga isnobizminin yığmış olduğu nakısaları, öz ve temiz münekkitler tasfiye ederlerse, şiir ve nesrin Avrupa anlayışını alırsak, artık ecnebi edebiyatlarının mukallidi olmaktan kurtulursak, kendi ırkımızın ve kendi iklimimizin yazı numunelerini vermeye heveslenirsek nihayet kendimize ve ecnebilere “Türklerin kendilerini aksettiren bir edebiyatları vardır” dedirtmeye başlarsak, bu mümkün olmaya yüz tutar.
Keyfiyete, yani değere dönmek, işte asıl mesele buradadır. Altmış seneden beri yenileşmiş bir edebiyatımız vardır, diyoruz, vakıa vardır da. Lâkin onun içinde gerçek değerler nedir? Bunu kaç kişi düşünmüştür? Yeni edebiyatımızın, mekteplere mahsus bir antolojisi elime geçti; birkaç gün bir düzine okudum. Aynı zamanda resmi mahiyeti olduğu için, yeni edebiyatımızın doğru bir aksi olması lâzım gelen bu kitabı okuduktan sonra bana bir meraret geldi. Yetmiş senelik eserlerin, hem de en seçme olanları bu ciltte idiler; “Heyhat! bizim yetmiş senelik güzel eserlerimiz bunlar mıdır?” dedim.
Yenileşmiş şiirimizin ve nesrimizin, bu ciltte görülen maruf parçalarının mühim bir kısmı, zamana dayanamamış, solmuş ve sararmış şeylerdi; diğer bir kısmı da antolojiyi toplayan müellifin sırf kendi hava ve hevesiyle tasnif ettiği yazılardı. Böyle bir cildi herhangi genç bir milletin edebiyatına karşı değil, bizim o çok kötülediğimiz eski edebiyatımızın karşısına bile çıkaramayız. Bu antoloji bana bir daha kanaat verdi ki, biz evvelâ yetmiş senelik edebiyatımızı başka, yeni ve doğru görüşle görmeye, sonra da yenisini yalnız gerçek değerler üzerine kurmaya muhtacız. Hulâsa yazıda bir yeni Doğu lüzumludur.
Bu, yeni Doğu vatanın kendi kâinatı içinde olmalıdır. Kozmopolit tesiri altında devam edecek olan yazıların yetmiş sene sonra yine neticesi bu olur. Bugün Erzurum’da, Diyarbakır’da, Konya’da veya İzmir’de herhangi bir kari eline bir edebi tenkidi alınca bizden mi bahsediliyor? Yoksa başka bir yıldızdan mı? Bunu anlayamıyor; çünkü bu yazıda hiç tanımadığı Fransız ediplerinin ve hiç okumadığı Avrupa eserlerinin adlarını görüyor. Bu müelliflerin şahsiyetleri ve eserleri Türkçeye iyi nakledilmiş olsalar şüphesiz böyle aykırı görünmezlerdi. Sivas’ta bir edebiyat meraklısı Paul Valery veya Paul Souday’nin kim olduklarını nasıl bilsin? Öz edebiyatımız dışında şüphesiz ki Avrupa eserlerinin tercümelerine de muhtacız. Yalnız tercüme edilmek yani bize mal olmak şartıyla. Böyle olmakla beraber ecnebi edebiyatı yanda bir mevki alabilir. Asıl muhtaç olduğumuz bizim kendimizin, kendiliklerimizin edebiyatıdır.
Şiirde yeni ve başka bir tarzı ihtiyar etmeyi ne zaman düşündünüz?
Gençlik devresinde bıraktığım bu bahsi bugün çok güç derleyip toplayabileceğim. Yirmi seneden beri her türlü çığır hevesleri haricinde yaşıyorum. Tek başıma düşünmeyi, birkaç sahife yazmayı, beş on mısra söylemeyi tercih ediyorum. 1905’e doğru Paris’te, talebe iken, ilk defa, kendime göre bir tecrübeye girişmiştim.
1903 de, Genç Türklük cereyanına kapılarak Paris’e gitmiştim veya o zamanki tabirle firar etmiştim. Orada; Sciencess Politigue mektebine girdim. Müverrih Albert Sorel maruf tarih derslerini o mektepte veriyordu. Onun kuvvetli tesirine kapılarak kendi tarihimizi okumaya başladım. Okudukça Anadolu, Rumeli ve İstanbul Türklüğünü başka bir zevkle duydum. Nasyonalist bir bakışla, vatanın iklimleri, mimarisi, hatıraları, devir devir almış olduğu renkler gözlerimi kamaştırdı.
İşte ilk defa bu tarih kapısından yeni bir ufuk gördüm ve o senelerde hemen bütün gençlerimizin kapıldıkları “Edebiyat-ı Cedide” şiiri bana bizim zevkimize, asıl lehçemize yabancı ve aynı zamanda cılız göründü. Cenab Şahabeddin ve Tevfik Fikret’ten sonra “yeni” ve “başka” bir çığın şahsi gösteriş gibi değil, kendimizden çıkarmak hevesine düştüm. Lâkin yeni bir çığın sezmekle ona vücut vermek arasında çok aşılmaz bir mesafe vardır. İlk defa bu mesafenin güçlüğünü anladım. Rübab-ı Şikeste ve Cenabkâri mısralardan kurtulmak ne kadar güçtü, yeni çeşitte bir mısra söylemek ne varılmaz bir hedefti. Uğraştıkça anladım ki alafranga edebiyatımızın zuhurundan beri Fransızca irfanımızın tesirleri zevkimizi bozduktan başka, Türkçenin sarfınaa, tavrına, hatta nahvinin iliklerine kadar tesir etmişti. O vaktin son neslinin elinde Türkçe yavaş yavaş bir “tatlı su” lehçesi oluyordu. Mamafih adil olmak için söylemek lâzımdır ki alafranga şairlerden evvel de hiçbir zaman, Türk, evde ve sokakta konuştuğu dille, şiir söylemiş değildi. Aruzla tecelli etmiş olan eski ve sürekli şiirimizden bahse lüzum bile yoktur. Lâkin en ziyade Türkçe olan halk türküleri, vatanın birbirine çok uzak mıntıkalarında söylendikleri için ve aynı zamanda halk tabakalarının dar lehçesinden ibaret oldukları için, bütün milletin birden mal edineceği bir örnek olamazdı. Neyse bu dil bahsini çok uzatmayayım. Asıl yeni şiirimizin bahsini açayım. 1905’ten sonra, Paris’te, Quartıer Latin de yaşıyordum. Başım bir taraftan Fransız şiiri ile dolu idi. Diğer taraftan da şiirde Türkçe bir yeni doğumun, her şeyden önce şiir anlayışımızın değişmesiyle mümkün olabileceğine inanmıştım. Şiir anlayışımız, işte asil meselenin kördüğümü bu idi. İran’dan meşk etmiş olduğumuz aruzlu şiirimizde esas “mazmun”du. Şair, bakir, ustalıklı, hasılı işitilmemiş mazmunun peşinden koşardı; Manzumeyi her türlü haşivden azade bir “terkip” haline getirmeyi hiç düşünmezdi. Yegâne derdi yeni mazmunu bulmaktı. Mazmun fikir miydi? His miydi? Müşahede miydi? Bunu Allah bilir; bazen bunlardan biri idi, ekseriya da hiçbiri değildi. Mazmun bir oyuncaktı:
“Silk-i tesbih-i dür-i sebu’l-mesânidir sözüm”
Gibi bir mısra hakikaten çok göz kamaştırıcı, söylenmesi için çok ilme, hünere ihtiyaç hissettiren bir kuvvettedir. Lâkin nihayet bir mazmundan ibarettir. Böyle bin, yüz bin mazmundan yine bir şiir çıkamadı. Nef’i gibi yaradılışı coşkun, natıkası revan olduğu iyi hissedilen bir şair bıraka bıraka ne bırakabildi? Hakikat budur ki o ve onun gibi niceleri mazmuna kurban gittiler. Eski şiirimizin en muteber divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzuli ve Nedim gibi şairler gözden düşer. En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını beyitlerini bir antolojide okumaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle denilebilir ki eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur hasılı eser yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır. Nefes, ilâhi, koşma, türkü, kayabaşı gibi yerli şiir bundan daha mı zengindir? Bu halk eserlerinde mükerrer tekrarlar, aynı terennümler aynı metinler ne kadar çabuk göze çarpar ve ne kadar çabuk kesel verir. Son devirdeki âlimlerimizin Divan edebiyatı ve Halk edebiyatı diye birbirinden farklı gösterdikleri iki çığır hakikatte aynı şeydir, çünkü aynı cemiyetin felsefesini, bediîni, hissiyatını ifade ederler ve aynı maddedirler; aralarında yegâne fark birinin üst tabakayı, diğerinin alt tabakayı ifade etmesinden ibarettir. Eski şiirimiz duracağı noktada durdu ve biteceği devirde bitti. 1860’tan sonra başlayan yeni şiirimiz ve yeni nesrimizde eskisinin belâgat zevki, tımtırağı, hatta lâfzi sanatları bile devam ediyordu. Gerçi “terkip” başladı, fakat zayıftı. Müşahede hayatı ve tabiatı tersim, yeni fikirler etrafında coşkunluk gibi eskiden çok bilmediğimiz şeyler edebiyata girdi. Bu ilk devredeki yenileşme çok aykırı ve alafranga olmadığı için okur yazar tabakayı sürüklemişti. Sonra Servet-i Fünûnla devam eden ikinci yenileşme devresi daha sert oldu. Lâkin yeni bir tehlike göründü. Bu defa Frenk taklidi başlıyordu. İran’dan sonra Frenk. Bu değişiklik büyük olmakla beraber mahiyetçe aynı yola çıkıyordu. Yani yine taklit sahasındaydık, bir görüşe göre yine yerimizde sayıyorduk.
Bu devirde nesrin Frenk nevilerine ve kadrolarına çok alıştık. Öne atılanlar arasında şark nesrinin hazlarını ve oyunlarını tamamıyla bertaraf etmiş ve Fransız Nesrinin çıplaklığını tamamıyla almış olanlar Cenap Şahabeddin gibi şarkın süsünü, boyasını ve oyunlarını idame edenler vardı. Şiirde Tevfik Fikret şarklı olan zevk bağlarımızı, herhâlde büyük bir mikyasta kırdı. Türk şiirinin belki en büyük inkılâpçısı olan bu şairin eserinde müspet taraf, menfi taraf gibi kuvvetli değildi. Şark şiiriyle bağları, dediğim gibi, vasi bir mikyasta kırmıştı. Yalnız yeni usül şiiri pes değilse bile ancak orta bir derecede tecelli ettirebilmişti. Şiirinde Fransızların orta sınıfına ait zevkler Frenk tabiri ile “Burjuva zihniyeti” göze çarpıyordu. O devrede Fransa’da Paul Verlain’in şiiri en şedit tesirini icra ederken bu manzara herhâlde aşikâr bir gerilikti. Lâkin Fransızlığı bertaraf etsek eski şiir telâkkimizin, eski şiirden dillerde dolaşan birçok par-çaların, şiirce değeri, bu yeni çığıra mutlaka faikti. Bizim gibi asırlarca kuvvetli bir lirizm idrak etmiş ve hala da onu hatırlayan bir milletin zevkinde gerçek bir değişiklik yaratabilmek için yeni şiirin mahiyeti yalnız başka değil, yüksek ve halis de olmak icap ederdi. Hulâsa: gerek Rübab-1 Şikeste’de, gerek Cenab Şahabeddin ve diğer arkadaşlarının nazmı nesirden pek çok zaman uzaklaşamıyordu. Mecmua sahifesinde mürettibin dizdiği gibi kalan, gözle takip edilen, daha açık bir tabirle okunan bir şiirdi. Söylenmiş ve dinlenilen bir şiir değildi, bilakis yazılmış ve okunan bir şiirdi. Eğer nazım şahsi ise yani bir iç ahenk ise bu şiirler ekseriya yalnız mevzundu ve manzum olmak değerinden mahrumdu. Hulasa nesre yakındı. Hele muhakkaktır ki nesrin kavaidiyle yazılıyordu.
Halbuki şiir nesirden bambaşka bir hüviyettedir. Musikiden başka türlü bir musikidir, diyeceğim. Yazılan ve okunan şiir çok iyi olsa bile, halis şiir olamaz. Şiirde nefes ve ses iki esaslı unsurdur. Mısranın ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa yahut da ister en hafif perdeden olsun, ister İsrafil’in Sur’u kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir. Maatteessüf çok uzun olan bu bahsi bu musahabeye sığdırmak güçtür. Kısa keseyim. Meşrutiyetten evvel ve ondan sonra bir müddet daha, vezin ve kafiye ile ifade edilen, hakikatte nesir olan şiirimizden başka bir yol aramaya çıkmıştım.
O senelerde bu sıtmalı ihtirasımı Paris arkadaşlarım Abdülhak Şinasi, Şefik Hüsnü iyi bilirler. Onlarla bu zeminde çok görüşür ve Edebiyat-ı Cedide çığırından başka bir ufuk aramaya çıkmanın zamanı geldiğini konuşurduk. 1905’ten 1908’e kadar yani Meşrutiyet’e kadar yeni bir çığırda tecrübem artmıştı. Fakat bu sefer eskisi gibi bol söyleyemiyordum. Benim için mısra üzerinde günlerce, haftalarca durmak zarureti hasıl olmuştu. Bu tarz uğraşı bana, gittikçe şiirin keşfedilmesi güç bir cevher olduğu duygusunu verdi.
Geç ve güç söyler oldum. Hâlâ da o itiyat üzerimdedir. Şiir duygusunu lisan haline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, mısra güya hissin ta kendisi imiş gibi okura samimi bir vehim vermek. İşte bunu özlüyorum.
Bir manzume üzerinde en çok ne kadar işlediniz. Mesela “Açık Deniz” manzumesini ne kadar zamanda bitirdiniz?
“Açık Deniz”i 1910’da Britanya sahilinde Roskof şehrinde, oradaki cezir ve met akşamlarında hissetmiştim.
Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin
Hâlâ dilimdedir tuzu, engin denizlerin.
Yahut:
“Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi” gibi birçok mısraları o zamandandır. Bu manzumeyi ancak 15 sene sonra 1925’te bitirebildim. Bu manzume en uzun zamanda ve benim hayatımı ihtiva eden bi yazdığım şiirdir ve benim hayatımı ihtiva eden bir hikâyedir.
“Ses”i nerede söylediniz?
Mütareke esnasında 1920’de Bebek’te oturuyordum. Bunu orada duydum, bitirdim.
O zaman Dergâh’da çıktı. En kısa zamanda yazdığım manzum budur.
“Deniz” manzumesini?
— 1918’de. Büyük harbin son günlerinde idi. Bir gün adanın arkasında sandalla gezintiye çıkmıştım. Orada düşündüm. O vakit Türkçede hiç tecrübe edilmemiş olan “engin şiir” tarzını yani Fransızların sonsuzluk dedikleri hislerle başka bir çığır açmak hevesinde idim. Eski Türkçede vakıa sonsuzluk vardı. Mesela Fuzuli’de sonsuzluk şiirlerine bazı mısralarında tesadüf olunur. Tekke şairlerinde, bilhassa Melâmilerde ise çok tecrübe olunan bu tarz şiir daima tasavvuf vadisinde kalmıştı. Ben ise tabiatta ve ferdin ruhunda bulunan sonsuzluğu yeni bir çığırda Türkçede tecrübe etmek istiyordum. İşte bu “Deniz” manzumesi bu tecrübeye girişimin ilk numunesi oldu.
Aklıma bir sual geldi:
Aşka dair fikrinizi sorabilir miyim üstad? Aşk nedir?
– Onu bana sormayınız. Ben nasıl bileyim:
0 mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.
Kaynak: Yedigün, nu.122, 10 Temmuz 1935, s. 14-18