Soyadının Mahkumu Bir Dâhi: Dostoyevski/ Ayşe Sevim

Bu yazıda ne görmek istiyorsunuz? Tutku mu? Kıskançlık mı? Ayrılık mı? Nefret mi? Ne görmek istemiyorsunuz? Sıradanlık mı? Alışkanlıklar mı? Kabulleniş mi? Yaşayamadığınız her şeyi görmek ve yaşadığınız hiçbir şeyi görmemek mi istiyorsunuz? İstediğiniz olacak.

“Bana gelince, sizlerin ancak yarıya kadar getirmek yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri ben sonuna dek götürmekten başka bir şey yapmadım hayatımda. ” diyordu Dostoyevski.

Yazar Ayşe Sevim, Dostoyevski’nin çileli hayatına, aşklarına, kitaplarının yazılış sürecine ve tabi ki ona bu soyadını vererek belki bahtını da bir miktar belirleyen ailesine mercek tuttu bu yazıda. Ünü ülkesinin sınırlarını aşmış Dostoyevski’ye bakışınız değişecek, sizi temin ederiz…

Şimdi bir kutunun içine siyah ve beyaz kâğıt parçacıkları koyacağım. Siyahla beyazın yani iyiyle kötünün aynı anda, aynı yerde nefes aldığını görüyor musunuz? Dostoyevski soyadını taşıyanların kaderleri gibi. Dostoyevski’nin eserleri gibi.

Mari Dostoyevski soğuk havaya rağmen hamamı yaktırmış ve eşine yıkanmasını söylemişti. Evin dışındaki hamamda banyosunu yapıp dışarıya çıkan adama, Yan Tura isimli kiralık katil ateş etti. Adam yaralı bir hâlde evine koştu fakat karısı tüm kapıları kapattırdı. Kiralık katilin parasını o vermişti çünkü. Yanına getirilen cesede bakarak: “Götürün onu, canı cehenneme.” dedi sadece. Kadın aynı şeyi büyük oğluna da yapmaya çalıştı. Delikanlı, komşularını evine sığınarak kurtuldu.

Akindi Dostoyevski, Kiev’de din adamları derneğince aziz ilân edildi. Flip Dostoyevski komşularının toprakları üzerine kanlı akınlar, plânlı soygunlar düzenledi. Stefan Dostoyevski Lvov, Türk hapishanelerinden kaçmayı başardı.

Dostoyevski soyadıyla doğanlar bazen yargıç, bazen papaz, bazen katil, bazen hırsız, bazen kaptan,  bazen kaçakçı olarak fakat hayatlarına sıradanlığın girişini engelleyerek yaşadılar. Dostoyevski’nin babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski de soyadının ona hazırladığı sahnede rolünü oynadı. Mihail’in babası onun kendisi gibi papaz olmasını istiyordu. Fakat Mihail’in hayalinde hasta İnsanlar, siyah bir doktor çantası, ilâç şişeleri dolaşıyordu. O, insanların ümitsizliklerini dualarla değil, reçetelerle tedavi etmek istiyordu. Babası onun bu isteğini anlamadı; oğlu ona bu isteğini anlatmak için yeterince çaba harcamadı. Mihail on beş yaşındayken evini terk ederek Moskova’ya yerleşti. Tam burada onu tebrik etmek gerekir. Çünkü aklına koyduğu şeyi gerçekleştirdi. Önce Cerrahi Tıp Okuluna gitti. Sonra doktor olarak orduya katıldı. Aşamalar, küçük rütbeler, hırs…

1821 yılında Mihail, Yoksullar Hastanesi doktorluğuna atandı. Mihail’i tebrik ettiniz mi? Etmediyseniz bir daha onu takdir etmek için şansınız olmayacak. Çünkü yazının geri kalanında ondan hoşlanmayacaksınız. Fakat Dostoyevski’nin annesini seveceğinize eminim. Tanıştırayım; Mari Fedorovna Naçayev. Anlamlı bir yüzü var değil mi? Hatta biraz çekingen. Ben en çok gözlerini seviyorum; iri ve dalgın.

1819 yılında Mihail Andreyeviç, Mari Fedorovna Naçayev ile evlendi. Bir tüccar kızı olan Mari evlenirken eşine iyi bir drahoma ve yan anne, yan sevgiliden mürekkep bir kişilik hediye etti. Mihail’e bu hediye on beş yaşından beri hırpalanmış ruhunun mahir bir terzi elinde tamir edilmesi gibi geldi. Mari’nin şefkati, anlayışlılığı, bu hırçın, yorulmuş, titiz adamın dünyaya uyumunu kolaylaştırdı. Mari o kadar iyiydi ki kocası bile buna inananamıyordu. Huysuz adam karısının kendisini aldatıp aldatmadığını sürekli sorguluyordu.

“Sevgilim, bağlılığımdan kuşkulanmaların, seni olduğu kadar beni de yiyip bitiren bu kuşkular, içini kemirmeye başladılar mı gene? Diye düşünüp duruyorum. Eğer böyleyse Tanrı üzerine, yer gök üzerine yemin ederim ki sevgilim, mihrap önünde senin için içtiğim kutsal andan şimdiye dek ihanet etmedim, hiçbir vakit de etmeyeceğim…” Mari Fedorovna Naçayev

Dostoyevski’nin ailesini burada bırakabiliriz. Babası için huysuz, inatçı, cimri, bencil; annesi için onun tüm kötü yanlarını sihirli dokunuşlarla tedavi etmeye çalışan bir peri, dedikten sonra ilerleyebiliriz. Gerçekten mi? Hiç zannetmiyorum. Burada halledilmemiş bir mesele var. Şimdi buradan gidersek, ileride Dostoyevski’nin pek çok davranışını anlamayacağız. Eğer Mihail’i sihirli bir aynanın karşısına oturtmazsak oğlunu tanıyamayacağız. Mihail’in her şeyin zıddını gösteren bir aynaya baktığında gördüğü oğul Dostoyevski’ydi. Oğul babasından öyle tiksiniyordu ki ondaki hiçbir şeyin kendinde yaşamasını istemiyordu. Babanın övünerek anlattığı her davranış, oğul için tertemiz bir masa örtüsünü lekeler içinde bırakan yemek artıklarıydı. Mihail cimri olduğu için Dostoyevski müsrif oldu, babası basit insanları sevmediği için oğlu basit insanları sevdi, onların yaşamlarını yazdı. Babası çok plânlı olduğu için Dostoyevski hiç plânlı olamadı. Mihail on beş yaşında evini terk ederek bir babaya ihtiyacı olmadığını gösterdiği için Dostoyevski hep bir babaya ihtiyaç duydu. Mihail çocuklarını sevmediği için Dostoyevski çocuklarını sevdi.

Oğul babasından nefret ediyordu. Oğlun babasına ihtiyacı vardı. Karamozov Kardeşlerde “İçimizden hangimiz babamızın ölümünü dilememiştir.” diye seslenen İvan Karamozov, Dostoyevski’nin kinini emerek bu sözleri söylemiştir. Yine kahramanları yapmadıkları suçların pişmanlıklarım sadece bu suçu işlemeyi düşündükleri için çektiklerinde de yazarın anılarından beslenmişlerdi, Dostoyevski suçluydu. Dostoyevski suçsuzdu. Babasının ölümünü dileyecek kadar suçlu ve öldüğünü öğrendiğinde ilk sara krizine tutulacak kadar suçsuz.

Mihail ise hayali bir kırbaçla oğlunun ruhunu kan içinde bıraktığını hiç fark etmedi. Bencilliği ona kendinden müteşekkil bir dünya peydahladı. Sadece Dostoyevski değil, diğer çocukları da onu hiç sevmedi; fakat hepsi Dostoyevski gibi ondan bağlarını koparamadı. Dostoyevski’nin kız kardeşi Barb, bütün zenginliğine rağmen babası gibi hayatını cimrilikle geçirdi. Paralarının hışırtısından mahrum kalmamak için hizmetçilerini kovmuş, evini ısıtmamış, sadece süt ve ekmekle karnını doyurmuştu. Babası cimriliğini genleriyle ona enjekte etmişti. Barb, babasının ölüm haberini aldığında tek bir cümle söyledi: “Bir köpek, bir köpek gibi ölmelidir. “ Barb’ın kendisi de 1893 yılında hırsızlar tarafından yakılarak öldürüldü.

Mihail’in ölümü gerçekten korkunçtur. Dostoyevski soyadı tüm çocuklarına olduğu gibi ona da ilginç bir öykü verdi. Eşini kaybettikten sonra iyice huysuzlaşan adam, yaşlılığın da verdiği çaresizlikle yıkıcı bir kimliğe büründü. Otoritesinin azalmasına dayanamadığı için gücünü köylüler üzerinde deniyordu. Köylüler kamçılanıyor, ağır işler altında eziliyor, hakaret görüyor ve yeniden kamçılanıyordu. Emrinde çalışanlardan biri onun geldiğini göremeyip şapkasını çıkartmazsa bunun bedelini sırtındaki kamçı izleriyle ödüyordu. Mihail kinini bu insanların üzerine sonsuza dek kusabileceğini düşünmekle hata etti. Köylüler onun hakkında kapalı kapılar ardında fısıldaştılar, plânlar kurdular, ellerini intikam düşüncesinin teriyle ovuşturdular. Mihail çevresinde dönen bu zinciri hiç fark etmedi. Ta ki şu sahne gerçekleşene kadar, seyretmeye hazır mısınız?

Doktor çalışmaya gelmeyen iki köylüye haddini bildirmek için sopasıyla vurmaya başlıyor. Bunun üzerine etrafa saklanan diğer köylüler adamın üzerine çullanıyor. Mihail işe gelmemenin bir bahane olduğunu o anda fark ediyor. Günlerce üzerinde düşünülen bir plânın kurbanı olduğunu anlıyor. Köylüler Mihail’i bağlayıp yere yatırıyor. Vücudunda iz bırakmamak için ona vurmuyorlar. Önce bir bıçakla dişlerini gevşetiyorlar, ardından ağzından içki boşaltıp ağzını kapatıyorlar. Şimdi doktor boğulmalı; hırıltılar, inlemeler, Hastaların yüzlerinde ölümü çokça görüp huylarını bildiğinden midir, ölmüyor bir türlü. Daha fazla tepiniyor, boğulmamak için daha fazla hırlıyor. Köylülerden biri, kurbanın hayalarını sıkıyor. Mihail acının tüm hücrelerine saldırmasıyla kasılıyor. Acının erleri aynı anda tüm hücrelere bellerindeki hançerleri saplıyorlar. İşte o anda köylüler bir adım geriye çekiliyorlar. Zorba ölmüştür. Perde iner.

Şimdi oğlu Dostoyevski’ye geçebiliriz. Hayatının üzerinde kısaca gözlerimizi gezdirelim: Babasından nefret eden bir çocuk, Çennak Yatılı Okulu, Mühendisler Okulu, mezuniyet, parasını hizmetçilere, serserilere kaptıran genç bir mühendis, İnsancıklar’ın yazılışı, ün ve sosyete, düzene girmeyen giremeyen bir yaşam, fuhuş dünyası… Burada duralım.

“Ah bu Clara’lar, bu Mina’lar, bu Maryan’ lar… Ne de güzel şeyler! Ama çok pahalıya mal oluyor bana. ” Dostoyevski

“Bu işlerin ustası, profesyonel bir zevk düşkünü gibi gösteriyor kendisini ama hiç kuşku yok, evine girer girmez yaptıklarından dehşete kapılıyor, tiksindiği bir kokuyu gidermek için ağzını çalkalıyordu.”

Yıl 1849, yazarımız kendini hızlı bir çapkın gibi göstermeye çalışıyor. Hâlbuki berbat bir özel yaşamı var. Henüz aşk ona tokadım atmadı. Aşk Dostoyevski’nin acıya hazır hâle gelmesini bekliyor. Aşk, kafası karışık bir entelektüele değil, acıyı yüz hatlarına yediren bir adama nefesini üflemek istiyor, O da olacak.

Sıkıntı Dostoyevski’yi ikinci bir deri gibi sarıyor. Her an yağacakmış gibi duran fakat yağmayan bir yağmur bulutu, ruhuna boylu boyunca uzanmakta. Pek çok insanın sahip olmak istediği yaşamı onu bunaltıyor. Düzenli maaşı, iş arkadaşları, her günün ona benzer şeyler getirmesi… İçten içe bir felâket diliyor. Onun gibi bir adamın verimli olması için, yaşamın sıradanlığından çıkması, kaderine karşı küstahlık etmesi, kaderinin yüzüne tükürmesi fakat mücadelenin sonunda yenilip kaderinin dervişi olması gerekiyor. İsyan etmeden huzurun, acı çekmeden mutluluğun değerini ruhu onaylamayacak. Bu isteklerini sezen Dostoyevski soyadı, kahramanımızı yakasından tutarak onu uçurumdan aşağıya atıyor.

22 Nisan 1849 günü, bölge Jandarma Binbaşısı Çudinov, Emekli mühendis ve yazar Fedor Mihailoviç Dostoyevski’yi tutuklama emrini alır. Bu tutuklamanın ardında, Çar’ın aleyhinde yapılan toplantılar vardır. Dostoyevski aslında hiçbir zaman Çar’ın aleyhinde olmamıştır. Sadece bu toplantıları düzenleyenler gibi daha fazla özgürlükten yanaydı; ama bu özgürlüğün Çar tarafından verilmesi gerektiğini savunuyordu. Diğerleri ise çarın ortadan kalkmasım istiyorlardı. Fakat bu fark onun tutuklanmasına ve bir hücreye kapatılmasına mani olmadı. Dostoyevski hücresinde kimseyle görüştürülmüyor, konuşmasına, ya da bir şeyler okumasına izin verilmiyordu. Yazar arzuladığı belâya kavuşmuştu.

“…Düşünmekten ve hiçbir şey görmemekten yorgundur. Lastikten bir çanın altına kapatılmış gibidir, üzerindeki hava boşaltılıyor, soluk alamıyor, boğuluyor. Acaba o da başkaları gibi bir insan mıdır? Zaman ve mekân içinde kendine bir yer veremiyor. Düş mü görüyor yoksa uyanık mı bilemiyor. Çocukken her akşam yatmadan önce, gece masası üzerine bıraktığı küçük bir kâğıt parçasında şunlar yazılı olurdu: Belki bugün baygın bir uykuya dalabilirim, birkaç gün geçmeden gömmeyiniz.”

21 Aralık 1849 günü onunla birlikte tutuklanan diğer mahkûmlar hücrelerinden çıkartılır. Sabahın altısı gibi uyandırılan tutuklular avludaki arabalara bindirilir. Hiçbirine bir şey söylenmemektedir. Nereye gidiyorlar? Artık özgürler mi? Neden kimse konuşmuyor? İçlerinden biri camdaki buğuyu silmek istiyor. Jandarmanın sesi, onun elini tutup geri çekiyor “Hiçbir şey yapmayınız, yoksa beni döverler. “

Arabalar durdu. Mahkûmlar arabalardan indiriliyor. Meydanda çakılı kazıklar var. Askerler kararları okumaya başlıyor:

“Ölüm cezası verilmiştir!” Onuncu isim Dostoyevski. Karar aynı: Ölüm cezası verilmiştir.

“Dostoyevski hâlâ bir şey anlamıyor. Mekanik olarak, bir jandarmanın yanağındaki et benine, bakır bir düğmenin yansısına bakıyor. Teğmenin kâğıdı kat yerlerine göre katlayıp cebine koyuşuna, parmaklarının ucuyla kulağım çimdiklemesine, sekinin basamaktan ağır ağır inişine bakıyor. Yaşamı boyunca anımsayacaktır bunları.” Papaz, mahkûmların dini görevlerini yerine getirtiyor. Borazanlar ötüyor, trampetler çalıyor. Suçlular kazıklara bağlanıyor. Gözler kapatılıyor. Şimdi! Silah sesi yok. Kimse ölmüyor. Bir teğmen af kararını okuyor. Çar onları affetmiştir.

“Kurtuldu! Gerisini boş ver. Yirmi yıl sonra karısına ‘Bunun kadar mutlu bir gün anımsamıyorum. ‘ diyecektir.” Aslında Çar onları ölümden kurtarmadı; çünkü onları ölüme mahkûm etmemişti. Tüm bu sahne, suçlulara iyi bir ders vermek ve Çarın ne denli yüksek gönüllü olduğunu izah etmek için düzenlenmişti. Ama dokuz ay, on gün boyunca muhteşem bir bebek bekleyen annenin sakat bir çocuk doğurması gibi bir felaket gerçekleşti. Bazı mahkûmlar delirdi.

Dostoyevski dört yıl kürek mahkûmluğu, dört yıl da er olarak askerlik görevine hüküm giydi. Ne kadar kutsal bir an. Bu cezalar sayesinde büyük yazarın zihni, eserleri için uygun hâle geldi. Yazar hırsızları, katilleri, zorbaları kalemine mürekkep diye çekti.

“Neyi olduğunu bilmeden bir bekleyiş içindeydim. Bana öyle geliyor ki yakında, hem de çok yakında belirleyici bir Olayla karşılaşacağım, gerçekten bir krize yaklaşmaktayım, gizemli bir gelecek için olgunlaşıyorum ve çok tatlı, çok parlak ya da çok korkunç belki, ama kaçınılması olanaksız bir şey hazırlanıyor…”

Zindan bende çok şey öldürdü, birçoğunu da meydana çıkardı.”

“Bu benim ödülümdür ve ben ona lâyık oldum.”

“Ben tam tersine, kürek mahkûmlarının öğrencisi oldum.”/ Dostoyevski

Onun kürek mahkûmuyken yaşadıklarım avucumuza alıp rüzgâra doğru üfleyelim. Geride yüzüne sert çizgiler oturan bir adam kalsın: Dostoyevski… Evet, kürek mahkûmluğu bitti. Şu an, büyük yazar bir er olarak hizmet görüyor. Ve biz de onun hayatındaki ilk önemli kadına dokunuyoruz; Mari Dimitriyevna İssayev’e.

Mari otuz yaşlarında, sarışın, yüz çizgileri ince, bedeni verem hastalığı tarafından tartaklanan evli bir kadındı. Kocası alkolik bir öğretmen. Sürekli görevlerden atılan adamın eve taşıdığı sefaleti karısı yamalarla, çamaşır yıkamalarla, derleyip toparlamalarla örtmeye çalışıyor. Mari için Dostoyevski, yaşadığı bu pis hayatta teneffüs edilen bir avuç oksijen. Onunla edebiyattan, kabul törenlerinden, politikadan, şal dansından konuşabilir. Evlenmeden, yani bu yapış yapış hayata bulaşmadan önceki yaşamı gibi. Bu kadının gözleri yazara hiç aşkla değmemiştir. Onun için Dostoyevski, yoksul, saralı ve geleceği olmayan bir adamdı. Fakat o an için her tarafı surlarla çevrili yaşamında minik bir pencereydi. Güneş ışığının geldiği tek yer Dostoyevski’nin gözleriydi. Buna karşılık Dostoyevski, Mari’ye tutulmuştu. Âşık mıydı bilmiyoruz ama ona tutulduğu kesin. Kötü bir çocukluk, sıkıcı bir okul hayatı, kürek mahkûmluğu, askerlik, yoksulluk gibi kezzaplar bir adamın derisini parçaladığında en çirkin cilt bile ona kadife hissini verir. Bir kadının ilgisi, sohbeti bu adamı elbette mecnun haline getirecekti. Ve Mari, Dostoyevski ‘yi tutsak aldı.

Dostoyevski Mari ‘nin oğlu Pol’e ders verme bahanesini üzerine alınca eve daha sık girmeye başladı. Aralarında birbirlerine dokunmadan ama nazlarla, utangaçlıklarla, taşkınlıklarla örülü bir ilişki vardı. İkisi de gelecekte ne olacağını düşünmüyordu ama kader onların bu ağırdan alışlarından sıkılarak harekete geçti.

Mari’nin eşi İssayev İçin Kuznetzk Mahkemesi’nde yardımcılık görevi sağlandı. Aile en kısa zamanda taşınacaktı. Her gün ölüleri toprağa koyan bir mezarlık bekçisinin ölüme alışması gibi Dostoyevski ‘de yaşamım pürüzleriyle kanıksamıştı. Fakat bir gün bekçi kendisi için bir mezar kazıldığını gördü. İşte o an ölüm, kanıksanan bir şey olmaktan çıkıp korkunç bir gerçek hâline dönüştü. Dostoyevski için de sonuç aynıydı. Mari’nin evli olduğu, onun kocasıyla birlikte gitmesi gerçeği yüzüne vuruldu. Mari kalamazdı. Mari onun değildi. Yazarı çılgına döndüren bir diğer şey de sevgilisinin bu durumdan rahatsız olmayışıydı. Mari kabullenmişti. Yeni bir iş, düzenli bir maaş için itiraz etmeden yolculuk hazırlıklarına başlamıştı. Dostoyevski sevginin bozduğu gözlerle sevgilisine baktığı için Mari’den nefret etmedi. Burada bir matematik işleminin sağlamasını yapar gibi, Dostoyevski’nin babası Mihail’i sahneye çağırabiliriz. Dostoyevski Mari’den nefret etmemekle babasının bencil genlerini kalbinde barındırmadığını ispatladı.

Yaşanan ayrılıktan sonra çift birbirlerine uzun uzun mektuplar yazdı. Dostoyevski Mari’den gelen her mektubu defalarca okuyor, orada saklanmaya çalışılmış, üstü kapatılıp alelacele geçiştirilmiş herhangi bir yer var mı, diye yokluyordu. Hangi kelime yazılırken kalem titremiş, yazılar nerede birbirlerine geçmiş, hangi cümleler devrik yazılmıştı… Tüm bunların cevabı genç bir öğretmene çıkıyordu. Sevgilisi genç bir öğretmenle tanışmıştı. Mari’ye göre mühim biri değildi. Fakat bu mühim olmayan genç, Dostoyevski’yi kıskançlık şehrine attı. Bütün sokakları bataklıktan oluşan kıskançlık şehri, yazarı boğuyordu.

Dostoyevski sevgilisiyle buluşmak için bir randevu ayarladı. Fakat randevuya Mari’nin yerine bir pusula geldi; Mari’nin eşi çok hastadır, onun başında beklemesi gerekmektedir. Gelemeyeceği için üzgündür. İkinci kez ayarlanan buluşmaya da içeriğinde benzer şeyler yazan başka bir pusula geldi.

Gerçekten de 15 Ağustos 1855 günü ayyaş koca öldü. Yani Mari serbest kaldı. Fakat Dostoyevski parasız, rütbesiz ve hasta bir adamdı. Mari’nin ise bundan fazlasına ihtiyacı vardı. İkinci kez hayatının üzerinde yoksulluğun şehirler kurmasına izin verebilir mi?

“Meleğimi yitirirsem ölürüm, ölmesem deli olurum, ya da kendimi İrtiş’e atarım. Onun üzerinde haklarım var benim, anlıyor musunuz haklarım var… Tanrı için bir mektup yazın ona, Kuznetz’e bütün umutlarımı, açıkça, en küçük ayrıntılarına dek anlatınız. Özellikle, eğer geleceğim konusunda karara varılmış bir durum varsa, işin tüm ayrıntılarını söyleyiniz ona… “

“Yazacağım, adımı kullanmadan yayınlayabilirim” Dostoyevski

Gelecekte iyi bir gelirim olabilecekse bunu sevgilime söyleyin, söyleyin ki beni tercih etsin. Başkasının değil benim olsun, hem kendi adımı kullanmadan kötü şeyler yazabilirim, çok para kazanabilirim… Zavallı Dostoyevski.

Mari genç öğretmen Vergunov ile evlenmeye karar verir. Bu iki insan birbirlerini seviyorlardır. Hem de deli gibi. Mari, Dostoyevski ‘yi önemsiyor ama ne yapabilir? Kalbine nasıl söz geçirsin? Ama durun, evlilik olayı birden suya düşüyor. Dostoyevski asteğmenliğe terfi olmuştur. Şerefli bir mevki, düzenli bir aylık, Rusya’ya dönme hakkı… Mari genç öğretmen Vergunov’u seviyor mu demiştik. Ne münasebet? O baştan beri Dostoyevski’ye âşık değil miydi?

Midenizin bulandığım biliyorum ama Kuznetzk Rus Ortodoks Kilisesi’ndeyiz; Asteğmen Dostoyevski ile Mari Dimitriyevissasev’in düğünü var. Kilisede hem de bir Ortodoks düğün esnasında istifra etmek istemezsiniz herhâlde? Nasıl bir evlilik mi gerçekleşiyor? İsterseniz evliliklerinin İlk gününe gidelim; o gün, yaşamlarının geri kalanı için iyi bir ipucu olabilir.

Dostoyevski günlerdir Süren sinir gerginliğinden sonra bir sara nöbetine tutuluyor. Kıvranmalar, hırıltılar, ağızdan akan salya, boşlukta bir yere takılan gözler… Karısı tam orada, yanı başında duruyor. Korku ve tiksinti yüzünün her tarafını istilâ etmiş bir hâlde. Evlendiği erkeği insana değil, yaratığa benzetiyor.

“Mari Dimitriyevna hastaydı. Hastalık onun hırçın, kararsız, kıskanç karakterini büsbütün açığa vurmuştu. O hiçbir vakit sevmemişti Dostoyevski’yi. Romantik bir coşkunluk döneminde evlenmişti onunla. Hesabında aldanmış olmasından ötürü bağışlamıyordu kocasını. Yoksuldu. Çirkindi. Gülünçtü. Ne gariptir ki iyiliği bile çekilir şey değildi. İyi kişilerin onu sevmeleri, evlerine çağırmaları, bol bol ağırlamaları da çekilmez değil miydi? Karı koca arasında gürültülü sahneler, iğneli itiraflar, bayağı sitemler eksik değildi.

Aimee, Dostoyevski’nin ileri sürdüğü gibi, acaba karısı evlendikten sonra onu öğretmen Vergunov’ la aldattığını kendisine itiraf etmiş miydi?

Polin Suslova’yı sahneye alabiliriz. Dostoyevski’nin eşi Mari henüz hayattadır. Hasta, huysuz ve muhtemelen sadakatsiz olarak. Dostoyevski yoksul öğrenciler yararına düzenlenen gece toplantılarına yapıtlarından parçalar okuması için sık sık çağırılırdı. Polin bu toplantıların müdavimiydi. Felsefe, edebiyat, şiir, şeyh olup bu genç kızı derviş gibi sürüklüyordu. Polin’in kaba çizgileri, solgun yüzü, sert ve kibirli bakışları vardı. Cümleleri, herkesin tatmakta acele ettiği yaşamı, aşağılar gibi ağır ağır çıkardı ağzından.

“Catherine de Me’dicis’ye benziyordu” diye yazacaktır sonradan evlendiği kocası; “İçinden gelerek bir suç işleyebilir, ya do adam öldürebilirdi; Saint Barthhemy gecesi, bile isteye Penceresinden Huguenot’ lara ateş edebilirdi. Genel anlamda Suslova görkemli bir kadındı. Baştan çıkarıp egemenliği altına aldığı bir çok kişi tanırım… “

Polin’i bir merceğin altına yatıralım. Ne görüyorsunuz, ipleri birbirine karışmış rengârenk bir yumak mı? Evet, doğru kızı mercek altına yatırmışız. Polin birçok fakülteye yazılıp derslerin ancak onda birini izleyen, okumayacağı hâlde notlar alan, sınavlara girmeyen fakat üniversiteli gençlerin pek çok konuyu giysileri sağa sola fırlatır gibi konuştukları toplantıların müdavimi, coşkun, kocaman bir kız. Merceğin altına duran kıza biraz daha yakından bakın; evet, başka ne görüyorsunuz? Politikayı seviyor, galeyana gelmiş duygular, devrim yanlısı, kışkırtmalar, bildiri dağıtmalar, gösteriler… Gözlerine baktınız mı? Nasıl da kin dolu. Tanrıya inanmıyor. Ayrıca son derece feminist, özgür, aşkı ve yasa önünde kadın erkek eşitliğini savunuyor. Bakın onun hakkında bir de not var elimizde: “Vladimir Okulu Müdürlüğünün bir raporuna göre Suslova gerçekten kendisine güvenilmeyecek bir yaratıktır. İlkin mavi gözlük takar; sonra saçlarım kısa kestirir. Ayrıca yargılarında pek bağımsız görünür ve kiliseye hiç gitmez. ”

Tam âşık olunacak kız. Pek çok erkeğin beynini silahla ateş edilmişcesine patlatabilir, meselâ Dostoyevski’nin.

Sizce bu ilişkide ilk adımı kim attı? Bildiniz; Suslova. Genç kadın. Herkesin ağzını ziyaret eden Dostoyevski isminden etkilenmektedir. Onun eserlerinde edebî lezzetin ötesinde bir şeyler görür. Anlatılanlara eliyle dokunur. Anlatılanlar kitaptan çıkıp onun odasında dolaşır… Suslova’ya göre kendisini, ancak böyle bir adam, yani Dostoyevski anlayabilirdi. Dostoyevski Suslova’yı örgütleyecek, düzensiz yaşamına yepyeni bir anlam verecek, onu yararlı hale getirecekti. Kafasındaki tüm soruları o yanıtlayacaktı. Dostoyevski, Suslova ‘ya gerekliydi. Bu yüzden genç kadın yazara çılgınca bir mektup gönderdi ve kendisini kabul etmesini istedi. Sağlama zamanı geldi; Mihail’i sahneye çağıralım. Bencil Mihail böyle bir mektup alsa ne olurdu? Gururunu okşayan bu kadının teklifini kabul ederdi. Tıpkı Dostoyevski’nin kabul etmediği gibi.

Yazar, başta Suslova’dan uzak durmaya çalıştı. Kendisinden çok genç olduğu için mi, Suslova’yı çok cesur bulduğu için mi, bilmiyoruz. Belki de Dostoyevski ilişkilerinin sonunu önceden sezdiği için bu kadını reddetti. Suslova’nın kendisinde aradığı şeye sahip olmadığım biliyordu. O sorulara cevap vermek için değil; yeni sorular doğurmak için yaratılmıştı. O huzur değil; fırtınaydı. Fakat evdeki mutluluğu emen ortamdan da kurtulmak istiyordu. Mari’nin hasta, geçimsiz, yaygaracı atmosferinin içinde biraz temiz havaya ihtiyacı vardı. Dostoyevski pencereyi açtı ve Suslova’yı teneffüs etti.

İlişkilerinin ilk günlerindeyiz. Polin, yanında yatan kırk yaşlarındaki adamdan nefret ediyor. Birbirine geçmiş ipleri bu adamın çirkin ellerinin düzene koyacağına inanmıştı. Yanılmış. Dostoyevski bir kurtarıcı değil. Ruhunun kırışmış kenarlarını düzelteceğine bu adam ruhunu daha da fazla kırıştırıyor. O. Polin’i çamurdan kurtaracağına daha derine çekiyor. Dostoyevski bir bataklık. Genç kız adamdan hem iğreniyor, hem de ondan kopamıyor. Bir eroinman gibi nefreti arttıkça daha çok istiyor onu. Alçalmış, lekelenmiş, tutkulu ve âşık olarak istiyor… Dostoyevski şimdi Suslova’nın düşmanıdır. Dostoyevski şimdi Suslova’nın tutkusudur.

Genç kadın günlüğüne daha sonra şunları yazacaktır: “Gece yarısı uyanıyor, gündüz olup bitenleri anımsıyordum; sonra kalkıp hıçkıra hıçkıra odanın içinde dolaşıyordum. ” Dostoyevski ise Polin’e âşıktır. Onu bütünüyle elde edemediği için, tamamıyla onun olmuştur.

Yazar, Kumarbaz isimli romanında, Polin’e olan hislerini kalemine şöyle dikte ettirmiştir: “Öyle anlar oldu ki, onu boğabilmek için yaşamımın yarısını verirdim. Yemin ederim ki bir hançeri yavaş yavaş göğsüne daldırmak olanağı geçseydi elime, bunu derin bir zevkle yapardım sanıyorum. Böyle olmakla birlikte namusum üzerine kesinlikle söylüyorum ki, eğer Schlangenberg’de bana gerçekten kendini uçuruma at deseydi, hemen atardım seve seve…

Dostoyevski Suslova ile alâkalı olarak daha sonra şöyle bir itirafta bile bulunmuştur. “Evet, çoğu kez beni bir erkek yerine koymamıştır.”

Çiftin ilişkileri zamanla daha yıpratıcı, daha acıtıcı hale geldi. Sonunda bu ilişkiden kurtulmak için biri diğerini aldattı. Sizce kim ihanet etti? Bildiniz: Suslova.

“Sonunda Dostoyevski’nin evine varıyorlar. Odasına girince Fyodor Mihailoviç kapıyı sürgülüyor ve Polin’in ayakları dibine yığılıyor: ‘Dizlerimi sıkarak, öperek, yüksek sesle hıçkırarak bağırdı’ Seni yitirdim, biliyorum bunu…’

Dostoyevski Polin’i kendisinden uzaklaştığı şu andaki kadar hiçbir vakit arzulamamıştı. İpekli ve bol giysilerin koruduğu bedeniyle, dimdik kımıltısız durmaktadır önünde. Ateşli bütünlüğüyle tanıdığı bu bedeni düşünüyor. İnliyor: Belki o yakışıklıdır, gençtir, güzel konuşur. Ama hiçbir vakit benimki gibi bir yürek bulamayacaksın onda’… Polin, kendini beğenmiş bir yüzü, arı, kırmızı canlı bir ağzı olan Salvador adlı bir İspanyol gencine tutulmuştur. İncecik tüyler üst dudağını süslemektedir. Güven verici davranışları vardır. Kendisine baktığı zaman, Polin sevinçten tüm gücünü yitirmektedir. Dostoyevski’den kurtulmak için, hiç düşünmeden teslim olmuştur ona. Salvador’un ilkel tutkusu, Fyodor Mihailoviç’in hoşlandığı düşünsel karmaşıklıklardan, incelmiş işkencelerden kurtarıyor kadını. Ebedi bir üniversite öğrencisi olan bu kıza, deha sahibi bir yazar değil, genç bir hayvan gerekmektedir. Konuşuyor, konuşuyor ve Dostoyevski ölü bir yüzle dinliyor onu. Sonunda soruyor:

-Mutlu musun?

-Hayır.

-Nasıl olur? Hem seviyorsun hem mutlu değilsin?

– O beni sevmiyor.

Suslova, Dostoyevski’yi terk etti. Mari öldü. Şimdi sıra Anna Grigoryevna’da. Lütfen. sahneye çıkan bu son oyuncumuza dikkatle bakın, ne görüyorsunuz? Âşık bir kız…

-Anna-

Dostoyevski bir yayıncıyla yaptığı anlaşmadan ötürü oldukça kötü durumdadır. Kontrata göre eğer yeni bir roman yazıp vermezse eski romanlarının ve bundan sonra yazacağı tüm romanların basım haklarını kaybedecektir. Arkadaşı ona bölümlerini birkaç kişinin aralarında paylaşabilecekleri bir roman yazmayı teklif eder. Yazar, asla böyle bir şeyin altına imzasını atmayacağını söyler. Bunun üzerine arkadaşı Dostoyevski’ye romanını yazdırması için stenograf bulur. Anna işte bu stenograftır.

4 Ekim 1866’da Anna evden erkenden çıkar. Kırtasiyeden birkaç kurşun kalemle bir çanta satın alır ve Dostoyevski’nin evine doğru ilerler. Yirmi yaşlarında, sevimli bir genç kızdır. Annesinin onun bu işe gitmesine izin verişindeki en önemli sebep, Anna’nın babasının, sağlığında Dostoyevski’nin hayranı olmasıdır. Aynı Anna gibi.

Anna bir gün önce sara nöbeti geçirdiği için oldukça yorgun ve sinirli olan Dostoyevski’nin evine gelmiştir. Bakın kanepede oturuyor. Bence biraz daha yaklaşalım. Aman Allah’ım! Kavga mı ediyorlar?

-Çok çabuk okuyorsunuz, hiçbir zaman böyle okunmaz!

-Siz de ne zamandır kopya ediyorsunuz, kopya için bu denli zaman gereksin, olur şey değil, burada hata var. Böyle olmaz, olmaz, bu böyle! Her neyse bugün yazdırmama imkân yok. Yarın geliniz.

Dostoyevski ve Anna ilk günlerindeki gergin havanın yaşanmadığını ispatlamak istercesine sonraki çalışmalarında fazlaca neşeliydiler. Yazar sık sık yazıya ara verip bu genç kıza anılarını anlatıyordu. Dostoyevski bu kızın masum hâllerine kış günü sarınılan sıcacık bir battaniye gibi sığınmıştı. Yıpranmış yazarı bu kız tedavi ediyordu.

Tıpkı babası Mihail’i, annesi Mari’nin tedavi ettiği gibi. Mihail’in hırçınlığını, oğlunun ise kırgınlığını iyileştirmişti kadınlar. Dostoyevski’nin Anna’ya âşık olduğunu zannetmiyorum. Zaten Anna’ya yazdırdığı Kumarbaz romanına baktığımızda satırda Polin’e rastlarız. Yazar bunu saklama gereği duymadığı için ana kahramana da Polin ismini vermiştir. Muhtemelen Polin’e tutkusu, aşkı o anda devam ettiği gibi Anna’yla evlendikten da devam etmişti. Kim bilir belki de ölürken, kalbinin acıyan yerlerine dokunduğunuzda Polin’in kokusu gelecekti.

Aşk yazarın kalbini Polin’in saçlarıyla sarmıştı fakat bu yazarın yeniden sevmesine mani olmadı. Anna bu koca adamın hayatının geri kalanına mutluluk ekebilirdi ve nitekim öyle oldu. Ona yaşlı, borç içinde, hasta olan yazarın ona ihtiyacı vardı. Ve bir gün Dostoyevski evlilik hususunda Anna’nın ağzını aradı. Nasıl mı, işte şöyle:

“Dinleyiniz, yeni bir roman tasarladım. Ama sonu biraz canımı sıkıyor. Bir genç kızın duyguları karışıyor işe. Moskova’da olsaydım yeğenim Sonya’ya başvururdum, bugün sizden rica edeceğim. Romanda pek genç olmayan bir ressam var, tek sözcükle benim yaşımda bir adam… Güç bir yaşamı var bu ressamın; babasını, karısını, yakınlarını, çok sevdiği kız kardeşini yitirmiştir. Yalnızdır, düş kırıklığına uğramış, sefildir. Bununla birlikte, yeni bir mutluluğun susuzluğunu duyuyor. Bu sırada yaşamının kesin kararlı anında yumuşak başlı, zeki ve duygulu bir genç kıza rastlıyor. Genç kız onu içtenlikle sevebilecek mi dersiniz? Bir dakika için kendinizi onun yerine koyunuz. Varsayın ki bu ressam ben olayım, size aşkımı itiraf edeyim, karım olmanızı isteyim sizden. Söyleyin nasıl yanıtlarsınız?”

Dostoyevski birden susuyor. Onunla birlikte saatin tıkınışı. hizmetçi kadının gürültüsü, sokaktaki arabaların sesleri, meyve satan kadının kahkahası, gazete satan çocuğun bağırış, kuşların cıvıltısı, rüzgârın uğultusu… Her şey, hem de her şey susuyor. Sadece Anna’nın soluk alış verişlerini duyuyor Dostoyevski. Bu soluk alıp verişler cennetle müjdelenenlerin duyabileceği o güzel ses olmalı.

“Sizi sevdiğimi, sizi bütün yaşamım boyunca seveceğimi söylerdim. “

Ve evlenirler. Dostoyevski’nin ailesinin itirazlarına, yaş farkından ötürü çevresindeki insanların tuhaf bakışlarına, bıyık altından gülmelere, yadırgamalara rağmen Anna Dostoyevski’nin olur.

Anna günlüğüne “Gençliğim üzüyordu onu açıkça.” diye yazar. Dostoyevski Polin’e ise bu durumu şu satırlarla anlatacaktır:

“Bana hiçbir şey dememiş olsa da stenografımın beni büyük bir içtenlikle sevdiğini sezinledim. Bana gelince, gün geçtikçe daha çok hoşlanıyorum ondan… Karım olmasını teklif ettim, kabul etti. Yaş farkı çok büyük (yirmi ve kırk dört) ama onun mutlu olacağına gittikçe daha çok aklım yatıyor: Yüreği var ve sevmesini biliyor…”

-bugün halen müze olan evi-

Acaba Anna, Polin hakkında ne düşünüyordu? Evlendikten sonra Polin, Dostoyevski’ye bir mektup yazmıştı. Anna, Suslova’nın yazısını tanıdığı için mektubu açıp okumuş fakat zarfı ustaca yeniden yapıştırmıştı. Dostoyevski zarfın açıldığını hiç anlamadı. O mektup hakkında Anna daha sonra günlüğüne şöyle yazdı.

“Bu yaratığın değersiz anlayışını çok iyi ispat eden, budalaca yazılmış, bayağı bir mektuptu.” Bu cümle onun Polin hakkında ne düşündüğünü olmasa da, ne hissettiğini gayet iyi izah ediyor.

Anna gerçekten sevmesini biliyordu. Sanki yirmi yaşında olan Dostoyevski’ymiş ve kendisi kırk dört yaşındaymış gibi mücadele ederek seviyordu kocasını. On beş yaşından beri hayran olduğu erkeğin tüm eksikliklerini minik parmaklarıyla kapatıyordu.

“Fedya diyor ki, eğer kazanırsa gelip beni alacak ve Hamburg’da oturacağız. Ah! Ne güzel olurdu! Ama gene de hiç gitmemesi belki de daha iyiydi. ” Anna

Fedya yani Dostoyevski karısını yabancı bir kentte otel sında bırakıp başka şehre kumar oynamaya gidiyor. Anna saçma olduğunu biliyor ama Dostoyevski’nin bir sara krizi meşinden korktuğu için bu isteği sakince kabul ediyor. Eğer evliliğini kumar yok edecekse kumar oynamalı onun sevgilisi.

Kumarda kaybetmek onu rahatlatacaksa kaybetmeli… Ve Dostoyevski kaybediyor, sürekli kaybediyor. Anna’nın özel eşyalarına varına ya kadar, – küpelerine. şalına, yüzüğüne…- her şey Fakat bu genç kadın, Fedya’sı geri döndüğünde ona kızmak yerine boynuna atılıyor. Dostoyevski ölene kadar Anna tarafından böyle ödüllendirilecektir. Bir anne-oğul ilişkisi gibi. Anna kocasının canını çok sıkkın gördüğünde, aklının dağılması için borç içinde yüzmelerine rağmen bir yerlerden para bulup onu kumar oynamaya bile gönderecektir daha sonra. Kuşkusuz Dostoyevski kumarda kazanmak ve borçlarını ödemek için oynayacaktır. Oysa Anna, onun kaybedeceğini fakat aklının dağılacağını bilmektedir: Ve hep Anna haklı çıkar. Dostoyevski kumarda hep kaybeder.

Anna kocasının kumar kayıplarında, sara krizlerinde, borçlar için kapıya dayanan alacaklılarla baş etmede, yoksulluğun tüm hâllerinde, aç kalmada, kocasının çalışmalarını temize çekmede, onun kitaplarını basan yayıncıyla birlikte çalışmada, kitaplarını satmada, ölümünden sonra Dostoyevski’nin düşmanlarına karşı onu savunmada ve daha pek çok zor durumda mükemmel sonuçlar elde etmiştir. Onu tebrik etmeliyiz. Gerçi bu yeterli olmaz. Dostoyevski için ne hissediyorsak onun için de aynısını hissetmeliyiz.

Belki de bu kadın Dostoyevski’nin eserlerine bir kadın olarak hiç ilham vermedi ama onun ayakta kalmasını sağladı.

Eğer Anna olmasaydı Dostoyevski aynı Dostoyevski Olmayacaktı. Yazarın üretebilmesi için bu kız çocuğu, maharetli bir hanımın evini temizlemesi gibi Dostoyevski ‘nin dünyasını temizledi. Onun yolunu kesecek tüm otları yoldu, böcekleri ilaçladı’ dikenleri kesti ve Anna sefalet içinde fakat elleri Dostoyevski için kestiği dikenlerden ötürü akan kandan sarhoş bir vaziyette öldü.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek