Bir Öyküyü Okumaya Neden Devam Ederiz?/ Seda Ateş*

Yeni bir yazı yazdınız ve editörünüzden heyecanlı bir dönüş bekliyorsunuz. Bazen beklentinin aksine bir sessizlik olur. Beğenmedi mi acaba?

Amerikalı yazar George Saunders’ın Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol’ün öykülerinden yola çıkarak kurmacanın işleyişini ve öykü yazmanın püf noktalarını anlattığı kitabı A Swim in a Pond in the Rain‘den tadımlık bir bölümü Seda Ateş Türkçeye çevirdi.

Kurmacaya dair merakınız varsa tam size göre bir yazı

“Arabada” Üzerine

Yıllar önce, o zamanlar The New Yorker’ın kurmaca editörü olan Bill Buford’la telefonda bir sürü can sıkıcı düzeltmeyle boğuşurken içime bir kurt düştü, iltifat almak için ağzını yokladım: “Peki, bu öykünün nesini sevdin?” diye mızıldandım. Telefonun öbür ucunda upuzun bir sessizlik oldu. Sonra Bill şöyle dedi: “Yani işte, bir satır okudum. Hoşuma gitti. Devam etmem için yeterliydi.”

Onun için -muhtemelen dergi için de- öykünün estetiği bundan ibaretti. Ve bu mükemmeldi. Öykü çizgisel zamanlı bir fenomendir. Satır satır ilerledikçe bizi cezbeder (ya da etmez). Öykü bizi etkileyebilmek için durmaksızın içine çekmelidir.

Yıllar boyunca bu fikirle cesaret buldum. Kurmaca yazabilmek için kurmaca hakkında büyük büyük teorilere ihtiyacım yoktu. Tek derdim şu olmalıydı: Aklı başında biri dördüncü satırı okuduğunda yeterince meraklanıp beşinciye devam eder mi? Bir öyküyü okumaya neden devam ederiz?

Çünkü öyle isteriz.

Neden öyle isteriz?

İşte bu on puanlık uzmanlık sorusudur: Okuru, okumaya devam ettiren şey nedir?

Tıpkı fizik kuralları gibi kurmacanın da kuralları var mıdır? Diğerlerine nazaran daha iyi iş gören şeyler var mıdır? Okur ve yazar arasındaki bağı pekiştiren veya koparan nedir?

Peki, bunları nasıl öğrenebiliriz?

Bunun bir yolu, satırdan satıra ilerleyen zihnimizi takip etmektir.

Bir öykü (herhangi bir öykü, her öykü), her seferinde ufacık bir yapısal titreşimle ilerledikçe anlam kazanır. Metni biraz okuduğumuzda bir dizi olasılık belirir.

-George Saunders-

“Adamın biri, yetmiş katlı bir binanın çatısında dikiliyordu.”

Daha şimdiden adamın atlamasını, düşmesini veya itilmesini beklemiyor musunuz?

Öykü bu beklentiyi hesaba katarsa hoşunuza gidecek, ama safi bunu ele alırsa hoşunuza gitmeyecekir.

Bir öyküyü basitçe böylesi beklenti/çözülme anları silsilesi olarak yorumlayabiliriz.

İlk öykümüz olan, Anton Çehov’dan “Arabada” için, önsözde önerdiğim “temel eğitim”i bu seferliğine bir kenara bırakıp Syracuse’ta kullandığım alıştırma biçimiyle ele alalım.

Şöyle yapacağız. Size her seferinde öykünün bir sayfasını vereceğim. Siz okuyacaksınız. Sonrasında da kendi durumumuzu değerlendireceğiz.Bu sayfa bizde neleri değiştirdi? Sayfayı okumadan önce bilmeyip de şimdi bildiklerimiz nelerdir? Öyküyü kavrayışımız nasıl değişti? Devamında ne olmasını bekliyoruz? Okumaya devam etmek istiyorsak, neden istiyoruz? Başlamadan önce şunu açıkça belirtmek gerekir ki, şimdilik “Arabada” öyküsüne dair hiçbir fikriniz yok.

Arabada***

Araba sabahın sekiz buçuğunda çıkmıştı kentten. Şose kuruydu, pırıl pırıl nisan güneşi sıcaktı. Ama hendeklerde, ormanda kar vardı hâlâ. Kış –o sert, uzun, kara kış– yeni gitmişti daha. Birden gelmişti ilkbahar. Gel gelelim, şimdi arabada oturan Mariya Vasilyevna için bu ılık havada da; ilkbaharın tatlı soluğuyla ısınmış, hüzünlü, çıplak ormanda da; her biri bir göle benzeyen büyük su birikintilerinin üstünde dönüp duran simsiyah kuş sürülerinin de; bu akıl almaz, dipsiz –sonsuzluğuna insanın seve seve gitmek isteyeceğinden kuşkulanılmayacak– gökte de yeni, ilginç en küçük bir şey yoktu.

On üç yıldır öğretmendi Mariya Vasilyevna. Bu on üç yılda onun kente aylığını almaya kaç kez gittiğini hesaplamak çok güçtü. Şimdi olduğu gibi ilkbahar da olsa, yağmurlu bir sonbahar akşamı da… Hepsi birdi onun için. Gene aynı şeyi, köye bir an önce varmayı isteyecekti çünkü.

Buralarda çok eski zamanlardan, yüz yıldan beri yaşıyormuş gibi bir duygu vardı içinde. Kentle okulu arasındaki yolda her taşı, her ağacı tanıyormuş gibi geliyordu ona. Geçmişi de, şimdiki zamanı da buralarda geçmişti. Okuldan, kente gidiş gelişten, gene okuldan, gene yoldan başka bir gelecek de düşünemiyordu kendine…

Şimdi iyi kötü bir fikriniz var. Hâletiruhiyeniz nasıl değişti? Keşke sınıfta karşılıklı otursaydık da bana anlatabilseydiniz. Bunun yerine bir süre sessizce oturup iki halinizi mukayese etmenizi isteyeceğim: okumaya başlamadan önceki kavramaya açık halinizle şimdiki halinizi. Acele etmeden şu soruları cevaplayın:

  • 1. Sayfadan kafanızı kaldırıp şimdiye dek öğrendiklerinizi bir-iki cümleyle özetleyin.
  • 2. Neyi merak ediyorsunuz?
  • 3. Sizce öykü nasıl ilerleyecek?

Sizin bu cevaplarınız, tam da şimdi Çehov’un uğraşması gereken şeyler. Hâlihazırda ilk sayfada kimi beklentilere yol açıp kafalarda kimi soru işaretleri oluşturdu. Sizin için öykünün geri kalanı bu beklenti ve sorulara yanıt verebildiği (ya da bunları “hesaba katabildiği” veya bunlardan “istifade edebildiği”) ölçüde anlam ve tutarlılık kazanacaktır. Öykünün ilk titreşiminde, yazar lobutlarını havaya fırlatan bir jonglör gibidir. Öykünün geri kalanı bu lobutların yakalanmasından ibarettir. Öykünün herhangi bir ânında bu lobutlardan bazıları havadadır, onları hissedebiliriz. Zaten hissetmeliyiz. Aksi halde, öykü anlamını oluşturabileceği bir kaynaktan yoksun kalır. Bu ilk sayfa boyunca olan bitenin öykünün izleğinin daraltılmış hali olduğunu söyleyebiliriz. Bu sayfayı okumadan önce sizin için sonsuz (ve herhangi bir şey hakkında) olan olasılıklar şimdi nispeten bir şey “hakkındadır.” Size göre bu öykü ne hakkında? Bir öykünün ne “hakkında” olduğu bizde uyandırdığı merakın içinde gizlidir, merak da bir ilgi biçimidir. Dolayısıyla: Şimdiye dek bu öyküde ilgilendiğiniz nedir? Mariya tabii. Peki: Bu ilginin mahiyeti nedir? Onunla ilgilenmeye nasıl ve nerede başladınız? İlk satırda, kim olduğunu bilmediğimiz “birilerinin”, sabahın erken saatlerinde arabayla kentten çıktığını öğreniyoruz.

“Şose kuruydu, pırıl pırıl nisan güneşi sıcaktı. Ama hendeklerde, ormanda kar vardı hâlâ. Kış –o sert, uzun, kara kış– yeni gitmişti daha. Birden gelmişti ilkbahar. Gel gelelim, şimdi arabada oturan Mariya Vasilyevna için bu ılık havada da; ilkbaharın tatlı soluğuyla ısınmış, hüzünlü, çıplak ormanda da; her biri bir göle benzeyen büyük su birikintilerinin üstünde dönüp duran simsiyah kuş sürülerinin de…”

Yukarıdaki alıntıda iki bağlacı, iki kez tekrarlanan aynı motifi vurgulamak için italikle işaretledim: “Şartlar mutluluk için müsaittir ama mutluluk yoktur.” Hava güneşlidir, ama yerlerde hâlâ kar vardır. Kış sona ermiştir ama bu kim olduğunu henüz bilmediğimiz kahramanımıza yeni ve ilginç bir şeyler vadetmez, kahramanımız bu uzun Rus kışının bitişiyle teselli bulmaz. Henüz öyküde bir karakter bile belirmemişken, anlatıcının sesindeki iki farklı öğe bir çatışmayı ima eder, biri her şeyin güzel olduğundan (sonsuzluğuna insanın seve seve gitmek isteyeceğinden kuşkulanılmayacak bir gökten) bahseder, diğeri ise bu güzelliklerin tümüne karşı çıkar. (Eğer bu öykü “Şose kuruydu, pırıl pırıl nisan güneşi sıcaktı. Hendeklerde ve ormanda hâlâ kar olmasına rağmen bunun bir önemi yoktu. Nihayetinde, kış –o sert, uzun, kara kış– sona ermişti,” şeklinde başlasaydı, bambaşka bir hissiyat uyandırırdı.) İkinci paragrafın ortalarında anlatıcının sesindeki çatışmayı yaratan öğenin Mariya Vasilyevna’ya ait olduğunu öğreniyoruz. Arabada bahar mevsiminden hiç etkilenmeyen Mariya vardır. Çehov bu arabaya herhangi birini yerleştirebilecekken, dünyadaki bütün insanların arasından baharın cazibesine direnen mutsuz bir kadını seçmiştir. Bu öykü mutlu bir kadın hakkında da olabilirdi (örneğin yeni nişanlanmış, temiz kâğıdı almış ya da mizacı itibariyle mutlu bir kadın), ancak Çehov tercihini Mariya’nın mutsuzluğundan yana kullanmıştır. Sonra da kadının bu mutsuzluğunun mahiyetini belirleyip, şahsi sebepler biçmiştir: Mariya on üç yıldır öğretmendir, aylığını almak için defalarca bu yoldan kente gitmiş artık bıkıp usanmıştır, “buralarda” yüz yıldan beri yaşıyormuş, yoldaki her ağacı tanıyormuş gibi hissetmektedir. En fenası da, kendine başka bir gelecek düşünemez. Bu öykü aşk acısı çektiği, ölümcül bir hastalığa yakalandığı için mutsuz olan ya da doğduğu andan itibaren mutsuzluk illetine kapılmış biri hakkında da olabilirdi. Ama Çehov Mariya’nın hayatının tekdüzeliği yüzünden mutsuz olmasını seçmiştir. Bu-herhangi-bir-öykü-olabilir sisinin arasından, nevi şahsına münhasır bir kadın belirmeye başlar. Okuduğumuz üç paragrafın ayrıntılı tanımlamaları çoğaltmaya hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Karakterizasyon denilen şey, işte böyle giderek artan ayrıntılı tanımlamalardan doğar. Yazar “Bu nevi şahsına münhasır kişi kimdir?” sorusuna bir dizi olguyla cevap verir, bunlar da öykünün izleğini sınırlandırmaya yarar: kimi ihtimaller bertaraf edilir, kimi ihtimaller öne çıkar. Karakter ortaya çıkarken, “olay örgüsü”ne dair ihtimaller de artar. (Ancak bu tanımı pek sevmiyorum, bunun yerine “anlamlı eylem”i kullanacağım.) Karakter ortaya çıkarken, anlamlı eyleme dair ihtimaller de artar.

Çeviren: Seda Ateş

*https://www.literaedebiyat.com/post/peki-bu-oykunun-nesini-sevdin

**George Saunders, A Swim in a Pond in the Rain, Penguin Random House, 2021

***“Arabada” alıntıları için bkz. Anton Çehov, Köpeğiyle Dolaşan Kadın, Ergin Altay (çev.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek