Eski Şiirden Yeni Şiire -Üsküp’ ten İstanbul’ a Köprü: Yahya Kemal/ Hatice Şahin

YAHYA KEMAL

Yahya Kemal  modern şiir ile eski şiir arasında bir köprü olarak anılır. Yahya Kemal hem eski şiirle yeni şiir arasında hem de Üsküp’le İstanbul arasında uzanan sağlam bir köprüdür.

1884 senesinin aralık ayında, Üsküp’te o güne kadar hiç görülmemiş bir kar yağar. Halkın inanışına göre bu kadar çok kar yağmışsa bir şair, bir yazar, büyük bir adam dünyaya gelecektir.

 İshakiye Mahallesi’ndeki Adile Hanım’ın  konağında o gece bir hareketlilik vardır. Kızı Nakiye Hanım’ın sancısı başlamıştır. Sabaha karşı konağın sağ tarafındaki arka odasında Ahmet Âgah dünyaya gelir. Minik yavrunun çığlıkları konağın odalarını taze bir nefesle ısıtır.

O karlı gecede doğan küçük Ahmet Âgah, büyüyecek ve Türkçenin en büyük şairlerinden Yahya Kemal olacaktır.

Adile Hanım’ın konağı; hizmetçiler, lalalar ve dadılarla dolu Osmanlının kalabalık konaklarından biridir. Ahmet Âgah burada anne ve babası, anneannesi, kuzenleri, teyzeleri, enişteleri ile dört yaşına kadar kalır. 

Adile Hanım, Şair Leskofçalı Galip Bey’in kardeşidir.  Zengin, soylu Üsküp’te oldukça saygı duyulan bir kadındır. Üç kız evladına birer konak yaptırır. Ahmet Âgah dört yaşındayken anne ve babasıyla yeni evlerine taşınırlar.

 Konakları İshak Paşa Camii’nin arkasında, İsa Paşa Camii’ne yakın türbelerin ve tekkelerin ortasında bulunan oldukça uhrevi bir mahallededir.

“Oturduğumuz sokak; camiler, evliya türbeleri ve mezarlıklarla çevriliydi. Din duygusunu sürekli canlı tutan muhitimiz ahiret havası ile doluydu.” diyecektir yazacağı hatıratında.

Evde bu uhrevi hava Nakiye Hanım tarafından sağlanır. Küçük Ahmet Âgah’ın annesi Nakiye Hanım dindar bir kadındır. Gün boyu evde güzel sesiyle Muhammediyeler ve Yunus ilahileri okur.  Küçük çocuğun iki camii arasında duyduğu ezan sesleri ve bu ilahiler, zihin dünyasından hiç kaybolmayacaktır. Bu musiki dolu ortam, onu ileride  şiirlerinin sesi kaybolmasın diye kitaplaştırmaya bile korkan “Türkçenin ses şairi” yapacaktır. 

 Yahya Kemal, musikiye aşina bir şair değil, şiire aşina bir musikişinastır.” denecek kadar güzel sese düşkün şairin bu ses toplayıcılığı bizi başka bir anısına götürür.  

Küçük Ahmet Agâh’ın ailesiyle yaşadığı iki katlı sevimli konaklarındayız. Şairimiz beş yaşında. Giydirilmiş, süslenmiş, taranmış; mektebe başlayacak. Selamlıkta mahallenin eşrafı toplanmış. Baba Nişli İbrahim Naci Bey; bir zamanlar belediye reisliği de yapmış olan, uzun boylu, siyah bıyıklı, kibar, yakışıklı bir adam. Oğlunu hazırlamış bekliyor. Omuzlarına çapraz astıkları çantalarla kızlı-erkekli el ele tutuşmuş çocuklar hocalarıyla konağın önüne gelirler. Kuşlar gibi şakıyarak,

 “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu,

çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyu deyu.

diye ilahiler söylerler. Bittikten sonra hep bir ağızdan “Amin” derler. Amin alayı dualarla, ilahilerle, ellerindeki şeker külahları ile Küçük Ahmet Âgah’ı alır, saat bayırının dik yokuşuna,  II. Murat Camii’nin bulunduğu yerdeki ilk mektebe götürürler. Hocası her çocuk gibi ona da şekere bulanmış mürekkep yalatır, dua eder ve ilk harfleri tekrar ettirir.

 Bu mektepte üç yıl boyunca elifbayı sökemez. Bir türlü okumaya geçemez. Babası üç yılın sonunda buradan alır ve daha modern bir mektep olan Mektebi Edeb’e verir. Burada bir günde harfleri sökecektir. Şair daha sonra “Mahalle mektebinden yeni mektebe geçmem Şarktan Garba geçmek gibiydi.” der ancak ilk mektepteki o havayı hiçbir zaman unutmaz.

Annesi Nakiye Hanım 29 yaşında öldüğünde Yahya Kemal onu beyaz bir ölüm çadırında gülümseyen çehresi ile son kez görür. Bu ölüm onda ömür boyu sürecek bir tesir bırakır. Bir sonbahar günü annesini  “Ben  daha girmeden hayatı dalgalandıran  çağa.”  dediği bir yaşta, 13 yaşında, İsa Paşa Cami mezarlığında toprağa verir. Ondan sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır.

Şair annesinin yüzünü yavaş yavaş unutur. Hatıralarında onun için şöyle der: “Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigarı olabilirdi. Annemin simasını şimdi iyi hatırlayamıyorum.”  En büyük üzüntüsünün onun bir resminden mahrum kalması, olduğunu söyler ama annesinin ilahiler okuyan sesi, şairi ölene kadar bırakmaz.

Annesinden sonra babası başka bir kadınla evlenir. Yahya Kemal önce Selanik’te okumaya gönderilir fakat orayı bir türlü benimsemez. Üsküp’e döner sonrasında İstanbul’a liseyi bitirmesi için gönderilir. On sekiz yaşında gittiği İstanbul’dan Paris’e kaçar. Bir daha da Üsküp’e dönmez. Hayatının bir dönemine damga vuran Paris, onu ilk başlarda savurur fakat daha sonra milli bir tarih bilinci geliştirmesinde temel oluşturacaktır. Paris’te dokuz yıl kalır. İstanbul’a döndükten sonra çeşitli mekteplerde hocalık yapar. Aynı zamanda milletvekilliği, bürokratlık ve büyükelçilik gibi görevlerde bulunacaktır. Fakat hiçbir görevi şiirlerinin önüne geçemez. Onun asıl kimliği şairliğidir.

 Yahya Kemal İstanbul  şairi olarak bilinir fakat Üsküp onun şairlik harcının karıldığı, temelinin atıldığı yerdir. Üsküp dağılmakta olan bir cihan imparatorluğundan kopan tesbih tanesi gibidir. Mimarisi, camileri, türbeleri ve tekkeleri ile tam bir Türk-İslam şehri olan memleketinin kaybedilmesi şaire daima acı verecektir.   “Sen neden bizde değilsin Üsküp?” diye şiirler yazacaktır. Şairi on sekiz yaşına kadar besleyen bu Balkan coğrafyası onun Türk ve akıncı şiirlerinin de kaynağı olmuştur. Aslında onun asıl vatanı Türkçedir. Nerede olursa olsun ister Üsküp’te ister Paris’te isterse İstanbul’da Türkçeyi asıl vatanı bilir. Ahmet Hamdi onun için “Dağılmakta olan memleketi hiç değilse şiirlerinde bir araya getirdi” der.

Yahya Kemal modern şiir ile eski şiir arasında Netflix bir köprü olarak anılır. Yahya Kemal hem eski şiirle yeni şiir arasında hem de Üsküp’le İstanbul arasında uzanan sağlam bir köprüdür.

Önce aruz ölçüsüyle divan şiirleri yazan şair, daha sonra modern şiire yönelir. “Eski Şiirin Rüzgarıyla” ve “Kendi Gök Kubbemiz” onun eski ve yeni şiirlerinin toplandığı kitaplarıdır. Eserlerini ölene kadar bir kitapta toplamamış içine sinmeyen bir sesi her an değiştirebilirim diye bekletmiştir. Şair şiiri,  “Yazılmış ve okunan değil, söylenen ve dinlenen bir ses” olarak görür. Bu yüzden , şiirlerini yazarken kelime seçiminde oldukça titizlenmiştir.  Kitapları ancak kendi öldükten sonra yakın dostu ve öğrencisi Nihat Sami Banarlı tarafından bastırılmıştır.

 Yahya Kemal ölümü en munis şekilde anlatan şairlerimizden biridir. Yeri yurdu, evi, eşi olmayan şair  kendini en çok ölüme yakın görür. Sessiz Gemi’de ölüm kelimesini bir defa bile geçirmeden Türkçenin en güzel ölüm şiirini yazmıştır.

Şairin hiçbir zaman bir evi olmamış, evlenmemiş, kalıcı bağlar oluşturmamıştır. Bütün bir ömrünü pansiyonlarda, otel odalarında geçirmiş, köklü bir aileden, kalabalık bir konaktan gelip   yalnız başına bir otel odasında hayatı son bulmuştur.  Yaşarken ismi bir kitabın dahi üzerine basılmamış bir şair, bütün damgasını koskoca bir şehre, koskoca bir dile vurabilmiştir.

 Yersiz ve yurtsuz bir şair,  İstanbul’un her köşesine nasıl bu kadar iz bırakmıştır? “Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz.” diyen şair, bugün mezarının bulunduğu Aşiyan’dan boğaza bakarken, “Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde” diye seslenmektedir. Gece olmuş, gün batmış, ömürleri tükenmiş, göğüslerinde gül yahut laleler açmış o mezarlara selam vererek geçeriz.

 Rıhtımda gördüğümüz giden gemilerin ardından, “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”  dizelerini tekrar ederiz. Her gülde, her kırmızı şalda raks eden bir Endülüs güzelini görürüz. Süleymaniye’de ışıklarla dolu bayram sabahlarında,  gök kubbemiz altındaki kanat seslerini duyar, kimi gökten kimi yerden gelerek bu ilahi yapıya giren ecdadımızı görürüz.

Eylül sonları İstanbul’da günler kısalınca, bir bir hatırlarız Kanlıca’nın ihtiyarlarını ve geçen sonbaharları.

Üsküdar’da, bir fethe gün gün şahitlik eder onun her köşesinde ulu rüyayı yeniden görür gibi oluruz.

Atik Valde’den inen sokakta bir Ramazan sükuneti yaşayan şair gibi ezan seslerinin bir şehre ne kadar yakıştığını fark ederiz.

Aziz İstanbul’un herhangi bir tepesinden Yahya Kemal’in gözleriyle bakar,  “Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer, sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” diye tekrar ederiz.

 Bir binanın camından bakarken şehre, ömrünü evsiz ve köksüz otel odalarında geçiren şair gibi, “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç,  bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.” diye hüzünle mırıldanırız.

Hatice ŞAHİN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek