Bu yazıda nesillere kitap okumayı sevdiren bir yazarı, Kemalettin Tuğcu’yu, anmak istiyoruz. Kemalettin Tuğcu, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına şahitlik etmiş ve savaşları cephe gerisinden görmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna şahitlik etmiş, şahsi hikayesinde yoksunluklar yaşamış fakat yılmamış bir isimdir.
Kemalettin Tuğcu, 1902’de Çengelköy’de dedesinin köşkünde kalabalık bir aile ortamında doğar. Ev halkı, yaşadığı dönem ve fiziki durumu edebi kişiliğinin inşasında, eserlerini oluştururken kullandığı temalarda önemli oranda etkili olur.
Tuğcu varlıklı ve saygın bir aile ortamında dadılar ile büyümüş bir çocuktur fakat doğuştan ayaklarında bulunan sakatlık sebebiyle okula gidemez, köşkün dışına çıkamaz. Aile bireyleri hayatında derin izler bırakır ve romanlarındaki karakterler ev ahalisinden esinlenerek ortaya çıkar. Babası Galip Bey askerdir, belki mesleğinin etkisiyle evlatlarına karşı mesafeli, sert mizaçlı bir insandır. Tuğcu babasının korkusuyla okumayı kendi kendine öğrenir. Bu sebeple “İlk öğretmenim korkudur.” der. Kemalettin Tuğcu rahatsızlığı sebebiyle okula gidemez, hayata karışamaz fakat bu çaba harcamasına engel değildir. Babasının geniş kütüphanesi vaktinin tamamını evde geçiren Tuğcu için ufuk açıcı olur. Çocukluk yıllarında annesinin ona aldığı defterler, içinde bulunduğu buhranlarla yazarak baş etmesini sağlar. Böylelikle yazarlığa ilk adımlarını atar. Ayrıca müzik tutkunu olan annesinden keman, mandolin, piyano ve cümbüş çalmayı öğrenir. Dayısından Fransızca öğrenir ve birkaç çeviri yapar.
Kemalettin Tuğcu’nun hayatında onun tedavi olması için koşturan hatta durumundan kendini sorumlu tutan bir anne, torunlarının okumasını önemseyen bir dede, okumayı öğrenmesine katkıda bulunan, yol gösteren, öğretmen olan bir ağabey görürüz. Yirmi yaşına kadar evden dışarı çıkamayan Kemalettin Tuğcu’nun ayaklarından biri zorlu bir ameliyat ile tedavi edilir. İyileşme süreci öyle zor geçer ki ikinci bir ameliyata katlanamayacağını söyler ve baston yardımıyla hayata karışır.
Cumhuriyetin henüz ilan edildiği yıllarda Tuğcu’nun köşkteki hayatı da varlıktan yokluğa geçer. Tahta oymacılığından saz, keman yapımına farklı işlerde çalışır, diploması olmadığı için hiçbir devlet dairesinde iş bulamaz. Ankara da demiryolu yapım şirketinde iş bulur fakat sıtma hastalığına yakalanınca ayrılmak zorunda kalır. İstanbul’a döndükten sonra sıhhıye deposunda işe başlar ancak burada da farklı sorunlar sebebiyle işten çıkmak durumunda kalır. Kemalettin Tuğcu yaşamın içinde kalmaya çalışırken yazmaya devam eder bir yandan da daktilo kullanmayı öğrenir. Nihayet 1932 yılında Türkiye yayınevinde işe girer ve “Yavrutürk” mecmuasında yazmaya başlar. Çeşitli mecmualarda yazıları çıkar ve romanları bölümler halinde yayınlanır. Kemalettin Tuğcu annesinin yönlendirmesiyle 1941 yılında eşi Ayşe Beyhan Hanım ile evlenir ve iki çocuğu olur. 1974 yılında “Hayat” mecmuasından emekli olur. Tarihler değişir ancak Tuğcu sürekli üretir, yüzlerce roman yazar, şiir yayınlar, çeviriler yapar ve doksan dört yaşında 1996’da vefat eder.
Kemalettin Tuğcu’nun romanlarında kendi hayatından sahnelere sık sık rastlanır. Romanlarında baba karakterleri genellikle ilgisiz ya da zayıftır. Yine kendi hayatından yola çıkarak anneler, iyi ve kötü günde daima çocuklarının yanındadır. Üvey baba, anne gibi karakterler olsa da metinleri karamsarlık içermez. Okula gidemediği için eserlerinde okul ve eğitim hayatının önemini sıklıkla vurgular. Eserlerinde çocuk gibi davranmayan, yetişkinin bilgi ve deneyimine sahip çocuklar vardır. Hiçbir kitabında cinayet, işkence vb. yoktur. Kahramanları çabalayan, yardımlaşmayı bilen, tutumlu olan ve sonunda muhakkak kazanan iyi karakterlerdir. Romanlarında sıradan insanların hikayelerine, yoksullara sıklıkla rastlarız. Tuğcu’nun büyük bir ailede yaşaması sevmek, güvenmek, yardımlaşma, dayanışma gibi değerleri öğrenmesine ve eserlerinde işlemesine yardımcı olur. Kullandığı mekânlar İstanbul başta olmak üzere genellikle hayalinde kurduğu köy ve kasabalardır.
Fiziki durumu hayal dünyasının genişlemesini, yaşayamadıklarını hayal ederek yazıya dökmesini sağlar. Onun için yazmak ihtiyacın da ötesinde vazgeçilmezdir. Kendisi bunu “Benim yazı hayatına başlamamın nedeni yalnızlık, sakatlık, çocukluk ve gençliğimi yaşamayışım. Herkes okur, sınıflarını geçer, meslekler tutarken, ben Çengelköy’ün tepesinde, Padişah Vahdettin’in sarayına bitişik olan bahçenin içindeki köşkte annemle yalnız kalırdım” (Tuğcu, 2004: 152). “Kağıdı makineye taktığımda ne yazacağımı bilmem, kelimeler birbiri ardına gelir.” diye tarif eder. Doğu kültür medeniyetini ve batı kültür medeniyetine geçiş sürecini yaşar, eserlerinde tarihe tanıklık eder.
Melodram çocuk yazarı olarak tarif edilen Tuğcu harf inkılabı sonrası çocuğa hitap eden kitap bulma ihtiyacını karşılar. Sade bir Türkçe ile kurgusu sağlam, gerçekçi metinler yazar. Kullandığı temalar sebebiyle zaman zaman eleştirilir. Ancak O, içinde bulunduğu çağın sancılı süreçlerine ve şahsi hikayesindeki güçlüklere eserleri ile ayna tutar. Yazdıkları ile nesillere okuma alışkanlığı kazandırır. Özellikle sevgi, merhamet, yardımlaşma gibi değerleri açık ve örtük şekilde işler. Diğer bir deyişle vicdan eğitimi verir. Anlatımdaki rahatlığı ve duygusal yanlarıyla çocuk edebiyatının en verimli ve en üretken yazarlarından biridir. “Kuklacı” ve “Yer Altında Bir Şehir” isimli eserleri yüz temel eser arasında olup halen çocuk okurlarıyla buluşmaktadır.
Hatice Kübra TOKER