Dursun Ali Tökel Röportajı 1/ Büşra Tümkaya

Dursun Ali Tökel 1962 Samsun doğumlu. Eski Türk Edebiyatı alanında yaptığı çalışmalarla tanıdığımız hocamız halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinde çalışmalarına ve talebe yetiştirmeye devam etmekte. Yazarlarımızdan Büşra Tümkaya edebiyat, sanat ve zanaat, modern ve eski edebiyata dair sorular sordu. Keyifli okumalar dileriz…

Eski Türk Edebiyatı üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Edebiyat günümüzde sadece akademik metinlerde hapsolmuş durumda ama sizin bir çabanız var bunun günlük hayatının ortasına koymak istiyorsunuz bunun sebebini öğrenmek istiyorum yani Çağdaş edebiyatta olmayan ama eski Türk edebiyatında bulunan şey nedir,  bizim öğrenmemiz gereken şey nedir?

Beni tanımayan bir insan böyle bir soru sormaz. Birisi beni tanıyorsa yazdıklarımı okuyorsa hakikaten böyle bir soru ve sorun ortaya çıkıyor. Yaptığım yayınların hemen hemen büyük bir kısmını akademik olarak da saha çalışmalarında da divan edebiyatının hayatla olan ilişkisine vurgu yapmak istiyorum. Özellikte vurgulamak istiyorum. Çünkü insan neresine vurulursa orasını savunur.  Çünkü biri benim karnıma vursa kafamı savunmam herhalde. Kafama vursa karnımı savunmam. Tabi bu bizim okuma serüvenimizle alakalı. Ben Samsun İHL’ de okumuştum. Bizim çok büyük bir kütüphanemiz vardı. Emekli bir Samsun müftüsü olan hocamızın muazzam bir kütüphanesi varmış, onu o İHL’ ye bağışlamış. Bütün maarif vakfı klasikleri, İngiliz, Rus, Alman edebiyatı ne kadar; hepsi vardı orada. Batı klâsikler ve doğu klasikleri. Ben İHL’de öğrenciyken onları kütüphanede okurdum. Geniş bir okuma yelpazem vardı benim. Orada mesela şimdi Shakespeare’i okuyorum, İngilizlerin en büyük şairi. İngilizlere kalsa Dünya’nın en büyük şairi.  Shakespeare’in her şeyini okumuşumdur. Moliere’i okuyorsun Fransızların, Dostoyevski Rusların. Suç ve Ceza’yı okuyorum, “Rus Ruhu” nu yazmış. Büyük şair, yazar, romancı. Goethe ‘i okuyorsun Almanlar aynı şekilde hitap ediyorlar. Bunlar kendi şairlerine ”Eski İngiliz şairi” demiyorlar. Shakespeare için “Eski İngiliz şairi” Victor Hugo için “Eski Fransız romancısı” demiyorlar. Dante için hatta İtalyanlar için şöyle bir şey varmış, Dante İtalyan şair diğerleri de işte onun peşinden giden bir takım şairciklerdir. Adam hâlâ yaşıyor. Biz niye “eski” diyoruz?

Türkçe’de bir deyim var. Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı. Eski dediğin zaman ister istemez bir öteliyorsun, uzaklaştırıyorsun.  Bugünle alakası yok diyorsun. Shakespeare’in bugünle bir alakası var. Kuruluyor işte. Ben bunu görüyorum. Bunları neden kurmuyor? Ben üniversitedeyken hocaların tavrı da genel olarak böyleydi. “Eski Edebiyat”, “Divan Edebiyatı” falan sonra öğretmen oldum. Üniversitede derse giriyorsun. Öğrenciye soruyorsun. Kullanılan sıfatların %90’ı hep olumsuzdur. Hayattan kopuktur, saray edebiyatıdır,  zincirleme tamlamalarla yazılır, anlaşılmaz bir dili vardır, soyut bir edebiyattır.  İşte efendim sırça köşk edebiyatı falan. Hiç mi olumlu bir şey yok bu işin içerisinde?

Şöyle bir söz vardır. İnsan iki şeyi iyi göremez. Bir bakmadığı şeyi,  iki sürekli baktığı şeyi göremez. Mukayese yapmadığı müddetçe mümkün değil, bir şey bilemez. Bilginin kaynağı kıyastır.

Bizim kör bir arkadaş vardı. Kör arkadaşa bir süre siyahın ne olduğunu anlatamadık. “Senin içinde olduğun durum.” Diyoruz. “O ne ki?” diyor. Adam ışığı bilmiyor. Şimdi bizim Fuzuli’nin kim olduğunu anlamamız için onun çağdaşı olan Shakespeare’in bilmemiz lazım.  Bunun için ben böyle çalışmalar yaptım. Mesela Erasmus dediğimiz kişi Batı Edebiyatını, Batı Medeniyetini kökten değiştirmiş biridir. Bunun “Deliliğe Övgü” kitabı vardır, biliyorsunuz.  O kitabı okudum. Aynı kitap Fuzuli de Leyla ile Mecnun’u yazmış. Ben Leyla ile Mecnun’u ben Deliliğe Övgü olarak okudum. Çünkü aynı şeyi, fuzuli de yazıyor. Fuzuli öyle değerli bir karakterdi.  Orda, babası Mecnun’a “Hayata dön, şehre dön,” deyince Mecnun babasına bir akıl eleştirileri getiriyor, ya diyorum Erasmus eğer Bağdat’ta doğmuş olsaydı kesin Leyla ile Mecnun’u yazardı. Fuzuli eğer Hollanda’da doğmuş olsaydı, arada yirmi yıl var, kesin orada Deliliğe Övgü’yü yazardı.

Moliere’e bakıyorsun, Fransa’da adam dehşet metinler yazıyor. Yazdığı metinler komedi olarak ama aslında trajik. Sisteme karşı, devlete karşı burjuvaya karşı, israfa karşı dehşet eleştiriler getiriyor. Onun muadili var bizde. Nevizade Atayi’nin Mesnevileri var. Beş mesnevisi; hamsesi var. Bir okusan dersin ki; Moliere İstanbul’a mı geldi, ne yaptı? Bunları okuduğun zaman, bütün Dünya Edebiyatının aynı paralelde gittiğini görüyorsun. Ama bizim okumamız tekil olduğu için biz bunu fark edemiyoruz.

Mesela Tanpınar diyor ki; Hakikatte aşk bir lanettir, eski Yunan’da, aşkın bir lanet olmaktan çıkıp, bir erkeğin bir kadına yalvarmasının tarihi Dante ile başlar.

Dante’de bir kahraman var, sevdiği kız için ağlıyor, yalvarıyor, diz çöküyor. Ben şaşırdım. Tanpınar böyle demiş. Leyla ile Mecnun daha eski metin. İnsanlıkta ilk defa Kays denen bir karakter bir kızın önünde yalvarmaya başlıyor. Daha önce böyle bir hikâye yok. Daha önceki hikâyelerde kızlar erkeklere yalvarıyorlar. Mesela Yusuf ile Züleyha ve Belkıs ile Süleyman hikâyesinde öyle. Erkeğin kızın peşinde koştuğu hikâye yok. Bunu kim başlatıyor? Bunu Leyla ile Mecnun başlatıyor metin olarak. Ondan sonra Batı da bunu Shakespeare başlatıyor. Shakespeare’den önce batı da sevgili imgesi yok. Kadın şeytandır, biliyorsun. Decameron[1]’da falan belli.  Kadın şeytanlıktan bir gün azizeliğe terfi ediyor. Bu Fuzuli ile aynı çağda oluyor. Tuhaf bir şey. Ben Romeo ve Juliet’den bahsedeceğim ama Desdemona karakteri çok daha aşkın, çok daha müteal bir varlık. Othello’daki Desdemona. Saflık temizlik, berraklık, akıl alacak gibi değil. Batı’da öyle bir tip bulmak çok zor. Daha sonra araştırdım, baktım Leyla ile Mecnun İtalyancaya çevriliyor, oradan İngilizceye çevriliyor, Fransızcaya çevriliyor. Yani Shakespeare’in kaynaklarından birisi de Leyla ile Mecnun. Böyle bir makale de var. Bir İngiliz edebiyatçısı yazmış bunu.  

İnsan bir şeyin değerli olduğunu gösterebilir de anlatabilir de. Ben gösteriyorum arkadaş, niye anlatayım ki? İnanmıyor musun? O zaman yaz. Mevlana hazretlerine, ”Efendim bize öğüt ver.” demişler. O da “Öğüt ol!” demiş.

Mesela lokum, Turkish Delieght denilir ya, AB ‘de Greek Delight denilir. Yunanlar bu Türk değil Yunan demişler, dava açmışlar. Bizimkilerin haberi yokmuş tabi. İspatlamışlar. BM de onaylamış, bu Yunanındır demiş. Yunanlar bunun üzerine, baklava bizimdir, diye karşı taarruza geçmişler. Bu sefer uyanmış bizimkiler. Antepliler. Beş yıl bir mücadele veriliyor ve BM Antep’in lehine baklavayı onaylıyor. Baklava Türk’tür. Şimdi bunu nasıl yapmışlar. Yunan’a demişler, madem baklava Yunanlı bize delil getir.  Belge yok.  Bizimkiler bir belgeler bulmuşlar, Fatih’in sarayında baklava kelimesi ve terimleri var demişler. Bir tane bulmuşlar Fatih’ten. 17. Yüzyıldan Evliya Çelebi’den daha çok bulmuşlar.  

Ben okudum şaşırdım. Bizim Divan Edebiyatında ne baklava redifli Gazeller var. Edebiyat hayattan kopuk bir tarafa, edebiyatın hayatla içli dışlı olması meselesi. Dünya’nın her hangi bir ırkı, milleti tarihi coğrafyası için imkânsız bir söylemdir. Olabilir mi canım, hayattan kopuk olabilir mi? böyle bir şey olamaz. Bu yüzden ben kendime bunu vazife edindim.

Hocam sözünüzü bölüyorum. Siz bu meseleye girmişken ikinci sorumda bunun üzerineydi. Kitabınızda okuduğum şu cümleler çok hoşuma gitmişti “Hayat edebiyattan olmaz olamaz” diyorsunuz ve devamında diyorsunuz ki “Olsa olsa hayat edebiyattan kopuktur.” Bu cümleyi biraz açar mısınız?

Edebiyat hayattan kopuktur diyen bir insan ya edebiyatı bilmiyor ya hayatı bilmiyordur. Bu imkânsız bir şey. Olabilir mi böyle bir şey?  Mesela adam almış, hayattan kopuk demiş. Fuzuli çölde yaşıyor. Fuzuli divanını bir inceliyorsun, yapısal incelemeler yaptığım için biliyorum, çöl, ateş, sıcaklık, kum, ayrılık, gurbet, yanmak falan. Yapısal söylüyorum. Basit yani sayısal. Baki İstanbul’da yaşıyor. İmparatorluğun en ihtişamlı döneminde.  Divanını araştırıyorsun, altınlar, mücevherler, saltanat, debdebe, şaşa.

Şimdi hayattan nasıl kopuk olunur biliyor musun? Fuzuli divanını açıyoruz, altınlar, debdebe, şaşa, saray, elmaslar, yakutlar fışkırıyor, Baki’de sabah akşam çölü yazıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Aklen mümkün değil, imkansız. Edebiyatın hayattan kopuk olması için o hayatla edebiyatı kıyaslayacaksın. Birincisi bu. Kıyaslayacağız. Peki biz kıyaslayabilir miyiz? İmkansız kıyaslayamayız. Neden? Çünkü edebiyat elimizde var ama hayat elimizde yok.  

Bizim bir hocamız var, Zeynep Hanım. Shakespeare’in yaşamış olduğu kasaba var. Stratford-Upon-Avon. Oraya gitmiş. “Ya kasabaya bir giriyorsun, Shakespeare’e gidiyorsun sanki” diyor. Kasaba da girer girmez her şey Shakespeare’e göre ayarlanmış Sokaklar, caddeler… Sokağa girdiğin an dünyanın en cahil adamı da olsan “Shakespeare kim?” diyorsun. Benim oğlum erasmus için Romanya’ya gitmişti, oradan Viyana’ya gitmiş. “Parkta oturuyorum birden bir şey çalmaya başladı.” diyor. Beethoven ve Mozart çalıyor. Parklarda oturuyorsun. Oturduğun şey sen oturunca Beethoven, Mozart çalıyor. Seni auraya sokuyor adam. Sen çıkamıyorsun ki oradan. Hayat ile edebiyat arasındaki ilişkiyi bu adam üç yüz yıl sonra kurmuş. Sokakta caddede Shakespeare ile beraber yaşıyorsun. Şimdi biz Baki’nin hayatını bilmiyoruz. “Baki kim ?” diye soruyorsun. “Fatih Camii müezzini oğlu.”  İngilizlere demişler ki “Hindistan’ı mı feda dersiniz Shakespeare’i mi?”.  Demişler ki, “Hindistan’ı feda ederiz.” Aynen böyle Kanuni’nin bir sözü var. Diyor ki; Cihan bir tarafa Baki bir tarafa. O kadar seviyor ki onu. Bu sevginin karşılığı o hayatla içli dışlı olmak. Baki çok yönlü bir insan. Pek çok görevleri var. Değerli bir insan.  Değerli olduğunu Divanı’nda görüyorsun zaten. Her şey var orada zaten. Ama biz 16.yüzyıl İstanbul’una dair ne biliyoruz da kıyaslayacağız. Hatta daha ötesi Türk töresine dair ne biliyorsun da kıyaslayacaksın?

Bizim edebiyatımızın doğduğu yer Tanrı dağları. Çin, Moğalistan. Şu an olduğumuz yer Anadolu.  Edebiyatımızın doğurduğu dil, yazılı edebiyatı kast ediyorum,  Orhunca. Şu an Anadolu Türkçesi olarak 5. alfabe olmuş.  5 defa dil değiştirmişiz. Coğrafya değiştirmişiz. Bizim bağlarımız kopmuş. Bir İngilizin böyle bir derdi yok. Bir İtalyanlının böyle bir derdi yok. Bir Acemin Arabın böyle bir derdi yok.

Bizim çok kötü sorunlarımız var. Geri gidemiyoruz. Geriye bakıyoruz, geri yok. Şimdi hangi metaforu hangi imgeyi takip edeceksin de ilk örneğe ulaşacaksın? Mesela diyor ki Hoca. Kasideden bahsediyor. “Efendim padişah yeryüzünün sultanıdır. Gökte bulutlar gibidir. Yağdırır. Kullarına ihsan eder. Yağmur nasıl yeryüzüne ihsan eder padişah da yağmur gibi ihsan eder.” “O vermese kullar aç kalır.” diyor.  Adam, burada mübalağa sanatı vardır, diyor. Niye? Çok abartıyormuş. Ne abartması? Türk Töresi gereği devlet zaten padişahın malıdır. Kut sahibi adam. Sen ve ben tebaayız. Mülkümüz yok ki bizim. Her şey padişahın. Oğuz töresine göre bu böyle geliyor. Sen bunu bilmezsen mübalağa diyorsun. Bildiğin zaman mübalağa yok, sıradan bir şey bu. Her haliyle hayat ile edebiyatı kıyasladığın zaman, bilen için söylüyorum, mesela Nedim’in divanına bakıyorsun eğlence, sefahat alemleri, gece hayatı görüyorsun. Niye? Çünkü hayat öyle. İstanbul’da Haliç’te mesire yerleri açılmış. Çünkü ilk defa 18. Yüzyılda  Paris ışıklandırılmış ve dünya da gece hayatı diye başlamış.  Daha önce gece hayatı diye bir şey yok. O hayat yavaş yavaş bize de geliyor. Sekülerizm/ eğlence ön plana çıkıyor. Zweig’in çok güzel bir sözü vardır “Dünün Dünyası” kitabında. Bir gün sokağa çıktım, birileri koşuyor. Şaşırdım, diyor. Korkmuş tabi. Niye koşuyorsunuz, kimden kaçıyorsunuz, dedim, diyor. Koşmak bir şeyden kaçmak bir şeye yetişmektir ya. Bir şeyden kaçmıyoruz spor yapıyoruz dediler, diyor. Adam bilmiyormuş. Spor icat edilmiş meğerse.  O zaman da eğlence icat edilmiş, hayata giriyor. Nedim’in divanına bakıyoruz. İstanbul’da Kâğıthane’de eğlenceli âlemleri her şey var ama Nedim’de hiç böyle bir şey yok. Hâlâ Fuzuli gibi çölden, alevden, ateşten, aşktan bahsediyor. İşte o zaman deriz; hayattan kopuk.

Heidegger’in beni çok etkileyen bir sözü var. “Metinler daima eskidir.” diyor. Şimdi konuştuk bunu, bu eskidi. Eski oldu bu. Çünkü az öncede kaldı ya.  Ama “Bu metinlere bakan gözler daima yenidir.” diyor. İşte bu eskiyle yeniyi buluşturmak lazım. Yorum buna denir.

Şöyle bir sorunumuz var. Benim bu yeniyi eskiye götürmem mümkün değil.  Hadi arkadaşlar şimdi gidiyoruz 16. Yüzyıl’a Fuzuli, Bağdat’a mı diyeceğim? İnşallah o da olur bir gün de, şu an diyemeyiz bunu. O zaman ben ne yapacağım? O zaman ben Fuzuli’yi buraya getireceğim. Shakespeare’i getiriyorum ya, onu da getir buraya. Diyor ki; Shakespeare gelsin o kalsın. Niye? O eski şair Shakespeare yeni şair. Hayda! Bunu Shakespeare’e desen Fuzuli’de özür dilerdi. “Abi böyle şey mi olur!” diye. Böyle bir şey olabilir mi?

Tabi bir de kanon diye bir şey var. “İnsan kanonu aşabilir mi?” Kanonu aşmak için yüce iradenin de bir çaba göstermesi lazım.  Geçen de Mehmet Akif Sempozyumu’ndayız.  Biri dedi ki; “Millet Akif’i çok seviyor ama dedi, devletin pek arası yok.” Baştan beri pek arası yok. Niye arası yok? Neyse, sebepleri belli. Onu şimdi tesis etmeye çalışmak lazım. Devletimizin Divan Edebiyatı ile de pek arası yok. Hoşlanmıyorlar.  Böyle bir edebiyat var. Bunu en az mahzurlu tarafıyla almışlar. Ben dolayısıyla bağırmadan, hani diyor ya; arkadaş sesini yükseltme sözünü yükselt. Ben sesimi yükseltmektense sözümü yükseltiyorum. Ne yapayım? Yazıyorum, konuşuyorum. Biri der ki, ya efendim saçma şeyler yazıyorsun. Mesela biri bana diyor ki, mitoloji kitabını yazmışım, diyormuşum ki Şehnâme divan şiirinin kaynağı değildir.

 Halbuki bizim Divan Edebiyatı motto cümlesidir bu. Birinci meşhurdur. Tanpınar’ın cümlesidir. Bunu aşabilir misin? “Eski edebiyat hakikatte mitolojisini Şehnâme’den almaktadır.” Hayda! Gel sen şimdi Tanpınar’ı aş. Hocan bunu diyor. Şimdi hocam, ben bu Şehnâme’yi okudum. Sen okudun mu? Okusan benim gibi dersin. Kıyaslıyorsun. Allah’tan ki Şehnâme duruyor burada, şiirde burada. Kıyasladığı zaman Şehnâme divan şiirinin mitoloji kaynağı değil, diyorsun.  Ben, değil desem saçmalıyorsunuz desem, ispatla dese mahvolurum. Hiç konuşmayacaksın. İnsanın bana göre en büyük hataları inancını bağırmasıdır. Yaz kardeşim. Bunun için de kendini beslemen lazım. Ben beslenmesem besleyemem. Bu noktalara dikkat etmekte fayda var.

Sanat toplumumuzda, gündelik hayatta, zanaat kadar kıymet ve takdir görmüyor.  Sanatçı da kendine ara ara ben bu işi neden yapıyorum diye sorguluyor.  Özellikle belli bir sıkalayı,  belli bir seviyeye aşmadıkça takdiri ve maddi geliri de zaten hiç olmuyor.  Sanatçı zaten maddiyattan daha ziyade takdir görmek için bu işi yapıyor. Peki bu işten sanatçı ne beklemeli? Neden sanat yapmalı? Neden bu işte devam etmeli?

Şimdi böyle bir soruya cevabı şöyle vermek lazım. Sanatın birincil olduğu, başat olduğu, çok değerli olduğu çağlarla bu çağın bir farkı var ki böyle oluyor.  Bir insanı bir eylemden dolayı suçlamak kolay da suçladığın kişinin o eyleme karşı niçin antipatisi olduğunu düşünmek gerekir bence.  Sanat bir zaman değerliydi sonra neden değersiz oldu? İşte bu önemli bir konu. Az evvel bahsettim ya. Mesela Osmanlıda şairi konuşacaksan Türk devletlerinde 2 kişi kut sahibi bir padişah kut sahibi iki şairler kut sahibi. Yani ozanlar, baksılar, kamlar, Dede Korkut geleneğini devam ettirdiği için bu insanlara, şairlere devlet daima yüce bir ruh gözüyle bakıyor. Alelade insanlar değiller bunlar. Kanuni iki tane evladını boğduruyor, torunlarını boğduruyor.  Ama kendini ağır bir dille eleştiren Taşlıcalı Yahya’nın ölümü için fetva istiyor Rüstem Paşa, vermiyor. Onu sürgüne gönderiyor.

Doğan Özlem’in Cogito Dergisinde, Şiir Özel sayısında Hermeneutik diye bir yazısı var. Okumanızı tavsiye ederim. Çok müthiş bir yazıdır. Orada sanatkârın batıda yükselişinin tarihi anlatılır. Onu okuduğumuz da bizde de aynı zamanda düşüşünü okumuş oluyorsun.  Mesela Kant’ın, Descartes’in, aydınlanma çağının sözü şu;  insan aşkın bir dizgiye başvurmaksızın aklıyla her türlü sorunu çözecektir. Aydınlanma çağı böyle başladı. Aşkın dizge dediği; gökleri kovuyor, dinleri kovuyor. Tamam kardeşim, aklımızla baş başayız, sorunu çözeceğiz. Burada sanatçıya çok özel bir yer veriyorlar. 

Sanatçı ortaçağ boyunca adi bir insan olarak kabul edilmiştir Avrupa’da. Neden? Eflatun devletten kovuyor sanatçıyı. Aristo da taklitçi gördüğü için bütün ortaçağ boyunca sanatçıların telif hakkı bile kabul edilmemiş. Telif hakkı kiliseye aitmiş. Ne zamana kadar biliyor musun?  İlk defa Beethoven alabilmiş telif hakkını. Benim eserim diyebilmiş. Bak bu enteresan bir şey. Dolayısıyla değersiz bir insan sanatçı batıda. Bizde tam tersi, son derece değerli bir insan.

 Şimdi onlarda yükseliyor. Niye yükseliyor ama? Dini uzaklaştırınca yerine bir şey ikâme etmek gerekiyor. O da sanat oluyor. Sanatçı bir nevi Tanrısal konuma getiriliyor. O yazıyı okuyunca göreceksiniz. Çok yüceltiliyor. Ondan sonra artık sanatçı tapınılası bir varlık haline geliyor.  

Bizde Yahya Kemal’de okuduğunuz zaman görüyorsunuz. Yahya Kemal sefahat düşkünü bir şairdir, modern şairler çok kızıyor ona. –Ama-  Yahya Kemal, “Bir zamanlar manevi hayatımızı varken edebiyatımız vardı. Türklerin bir gün manevi bir hayatı olursa edebiyat olacaktır,” diyor.

Mesela müzik. Müzik, ilm-i musiki. Bu, bu İlm-i Hikmet’in bir şubesiydi. Sanat manat değildi. Hikmet ilminin bir şubesiydi. Tanzimat’tan sonra sanat dalları olmaya başladı bunlar. Dolayısıyla sanatın yükseldiği çağlarda sanatçıyı yükselten bir ruh, bir inanç vardı. Ama modern zamanlarda batı medeniyetinin sanatçıya ısrarla sahip çıkmasının sebebi dinin yerine sanatı ikâme etmesinden dolayıdır.

Mesela ne olursa olsun ısrarla Darwin’e sahip çıkıyor. Çünkü dini kovmuşsunuz, bir izah lazım size, bilimi tabulaştırmışsın, mitleştirmişsin. İki, Freud’a sahip çıkıyor. Allah var ya, Freud’u ve Darwin’in çek ellerinden boşluğa düşerler. Ne yapacaklar? Ben şimdi Freud’u okuyorum. Sanat ve sanatçılar üzerine kitabı vardır onun. Değerli bir kitaptır. Müthiş bir şeydir. Freud’un en büyük kuramlarından biri Oidipus kompleksi mesela. Ben Oidipus’un hikâyesini biliyorum. Sofokles’in hikâyesi ortada.  Oidipus’u Freud çarpıtıyor. Adam yalan söylüyor. Hikâye öyle değil. Çarpıtıyor. Oidipus hikâyesini kafasına göre yorumluyor ve kuram geliştiriyor. Olabilir. Bize ne? Ama aynı hikâyeyi Milan Kundera “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” nde de yorumluyor. O kadar farklı yorumlamış ki. Sofokles’in hikâyesinde şu var.  Oidipus kralın çocuğu. Krala diyorlar ki; efendim senin bir çocuğun olacak. Seni öldürecek. Annesiyle evlenecek. Tahtına geçecek. Kral; bu ne dehşet diyor. Çocuk doğar doğmaz, bunu atın ormana, diyor. Götüren kişiler kıyamıyorlar.  Bunu bir köylü büyütüyor. Daha sonra bu meşhur Sfenks ile karşılaşıyor. Bilmeceyi çözüyor. Kendi ülkesi olduğunu bilmediği halde ülkesine geliyor,  babasını öldürüyor,  annesiyle evleniyor. Bilmiyor bunları. Ama sanki Freud biliyormuş gibi yorumluyor. Sonra sonuç, bunları öğrenince Oidipus gözlerini çıkarıyor. Bu faciayı öğrenince saltanatı terk edip gidiyor.   Peki, biz bundan ne çıkarabiliriz? Yorum yapıyoruz. Freud’un çıkardığı şeye bak. Ne alakası var? Ama Milan Kundera ne çıkarıyor biliyor musun? Milan Kundera’nın romanı çok müthiş bir romandır. Çekoslovakya’nın Ruslar tarafından işgalini anlatır. O vahşeti ve dehşeti anlatır. Bir aşk hikâyesi. Bir doktor var, affedersiniz çok fırlama bir tip. Kötü bir adam. Yakup Kadri’nin Sodom Gomore kitabındaki tipler gibi düşünün. Alemde, eğlence meğelence. Çekoslovakya elden gidiyor, adamın haberi yok. Sonra bir gün bar gibi bir yere oturuyorlar. Bu doktor ilerideki masadaki beş altı kişiyi gösteriyor. Çekoslovakya’nın yöneticileri onlar.  Diyor ki; bu hainler Çekoslovakya’yı Ruslara satacaklar, diyor. Anlıyor. Daha kominizim gelmemiş, ihtilal olmamış. Sonra diyorlar ki; biraz dikkatli konuş,  duyarlarsa . Sonuçta şöyle diyor; aslında Oidipus kadar erdemli olman gerekir. Diyorlar; ne alakası var? Oidipus babasını öldürüp annesiyle evlendiğini öğrenip o dehşete kapılınca eliyle gözünü çıkardı diyor. Dediler ki; Oidipus senin günahın ne ya? Sen bilmiyordun ki? Kendini neden cezalandırıyorsun? Oidipus dedi ki diyor; ben kendimi cezalandırmazsam asla mutlu olamayacağım, insan olamayacağım. Dolayısıyla Oidipus diyor Milan Kundera, eylemlerinden dolayı kendini suçlamanın sembolüdür. Müthiş bir hikâye bu. Allah’ını seversen hangimiz böyle bir şey yaparız. Bir yanlıştan dolayı kimseyi kabahatli bulmuyor, kendini cezalandırıyor. Oidipus bunun sembolüdür. Milen Kundera insanlik için nihai erdem budur diyor. Şimdi her insan böyle yapsa Dünya böyle olamazdı. Freud’un çıkardığına bak, Milan Kundera’nın çıkardığına bak. Milan Kundera Freud’dan daha aşağı bir adam mı? Ne alakası var? Değil. Peki neden Milan Kundera’tı tutmuyoruz da onu tutuyoruz. Çünkü Batı’nın geldiği yerde Freud’a ihtiyacı var. Milan Kundera’ ya ihtiyacı yok.  Onu tutarsa mahvolacak, biliyor.

İnsanın kendisini erdemli kılan şeyden uzaklaşması, şeytani bir şeydir biliyorsun. Faust’un şeytanla anlaşması var ya…………’nın böyle bir romanı vardır. Saatçiyi anlatır. Dünya’nın en güzel saatlerini yapıyor bu adam. Diyor ki; Tanrı bu benim saatlere bakarak zamanı ayarlıyor. Böyle saçma, çok kibirli bir adam. Sonra bir gün saatlerinin geri kaldığını görüyor, inanamıyor adam. Saatleri kusurlu çıkıyor, hatalı çıkıyor. Kabul etmiyor. Diyorlar ki saattir bu, çarkı bozulur bir şey olur. Yok diyor ben bunu kabul edemem. Şeytanla anlaşıyor. Sırf kibrini gururunu yenemeyip şeytanla anlaşıyor. Tuhaf bir romandır. Adı aklıma gelmiyor şimdi. Bu anlatı bile bize şunu gösterir, metin diye bir şey yoktur, yorum diye bir şey vardır. Dünya’nın bütün savaşlarının sebebinde yorum vardır, metin yoktur.

Çünkü Hariciler Hz. Ali’ye sen kâfirsin, diyorlar. Ben nasıl kâfir olayım, ben peygamberin damadıyım, halifesiyim, Allah’ın övdüğü bir insanım. Ben nasıl kâfir olayım?  “Allah’ın emriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” ayetini söylüyorlar.  Hz. Ali diyor ki, biz o ayet indiğinde oradaydık. Ne alaka?  Sana mı soracağız. Hz. Ali’ye akıl veriyor. Bu adam şimdi ne yapıyor? Metin mi okuyor? Hayır, metin okumuyor, yorum yapıyor.


[1]  Giovanni Boccaccio tarafından yazılmıştır. 1351’de bitirdiği Decameron adlı eser, salgın günlerinin Floransa’sını ele alır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek