Dursun Ali Tökel Röportajı 2/ Büşra Tümkaya

Dursun Ali Tökel 1962 Samsun doğumlu. Eski Türk Edebiyatı alanında yaptığı çalışmalarla tanıdığımız hocamız halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinde çalışmalarına ve talebe yetiştirmeye devam etmekte. Yazarlarımızdan Büşra Tümkaya edebiyat, sanat ve zanaat, modern ve eski edebiyata dair sorular sordu. Keyifli okumalar dileriz…

Hocam çıkarımlarınızla çok başka konularda devam edebiliyoruz. Ben aslında sizi durdurmak da istemiyorum.  Dinlemek çok keyifli oluyor. Ama şunu da merak ediyorum ve sormak istiyorum.  Çok bildiğimiz bir şiir; Necip Fazıl’ın “Sanat” adlı şiiri.

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış. Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış” diyor üstat. Bu mısralara göre, az önceki konuşmamıza istinaden de sanat bir seyri sülük müdür, diye sormak istiyorum.

Bir Çin filmi vardır. Ben sinemayı izlerim –takip ederim-  Film okumaları da yapıyoruz. Kung fu diye bir sanat var. Bunun mucitleri Brahmanlar, Budist rahipler. Niye Kung fuyu geliştirmişler? Ormanda yaşıyorlar. Et haram, öldürmek haram, kan dökmek haram. Kendini nasıl savunacaksın? Savunma sanatı geliştiriyorlar. Aslında kung fu bir ibadet, mecbursunuz. Şauna tapınağı diye bir yer var. Merkezi burası. Yani teşbihimi hoş görün, kung funun Kâbe’si gibi bir yer. Şauna Tapınağı filminde bir kung fu ustası anlatılır.

Böyle bir sürü film var da, birinde şöyle bir sahne var; kung fucu bir delikanlı hapse düşüyor. Hapiste acele mektup yazması lazım. Mektupla birine haber göndermesi lazım çünkü tapınağı basacaklar. Biliyor ama kâğıt yok kalem de yok mürekkep yok, ne yapacak? Şimdi düşünüyor nasıl yapacağını. Transa giriyor. Bizdeki gibi, rabıta yapıyor şeyhiyle. Sözler zihninden geçiyor. Diyor ki; silah yoktur, olan silahtır. Bu cümleyi hatırlıyor. Bu cümle aklına gelince hemen gömleğini yırtıyor elini kesiyor, kanla gömleğine yazıyor gönderiyor. Yani kanını mürekkep yapıyor gömleğini de kâğıt yapıyor arkadaş. Silah budur. Çıkması lazım, ne yapacak. Cebinde bir tane demir para kalmış. O parayı sürtüyor, sürtüyor, sürtüyor jilet gibi yapıyor. Tahta yatağını da kırıyor, küçük küçük oklar yapıyor, okları atıyor adamlara. Yani bir kung fucu için her şey bir silahtır. Allah’a giden yolda sanat değil her şey bir araçtır. Ne sanatı? Sanat en müteal hali. Her şey bir araçtır. Diyor ya; bir örümcek bile götürür Allah’a.

Benim annem de tuhaf bir insandı. Annemle sokağa çıkardık. Yaşlıydı annem. Onu parka götürürüm. Bir ağacın altına oturur, kalkar der ki; ağaç hakkını helal et, gölgende gölgelendik. Diyorum ki; anne ağaç hakkını nasıl helal etsin? Sabah kalkar, camı açar, perdeyi açar, balkona çıkar der ki dağlar, taşlar, kuşlar size selam olsun. Anne, dağa, taşa selam mı verilir ya, ne selamı derim. O, der, mahşer günü diyecek ki, Yarabbi bu bize selam veriyordu. Annemin öyle bir varlık algısı var ki, o algının binde biri bizde yok ki! Biz hanımla da ormana gidiyoruz. Bazen Çamlıca’ya götürüyorum. “Allah’ım” diyor “şu çiçeğe bak,” “Allah’ım sana inanmayan taş kesilsin!” yok çiçeğe bak, yok dala bak, yok şu renge bak…Hanım nereye baksa Allah’ı görüyor. Bu nasıl oluyor? Öbürü hiç görmüyor. Acaba “O” mu gösteriyor? İnanan bir insan için, içinde bulunduğu “her an” bir seyri sülük halidir. Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır diyor ya. İbadet mi, namaz mı, uyku mu hayırlı? Sen diyeceksin ki; hocam tabi namaz hayırlı. Değil. Buyur işte âlim uyuyor cahil ibadet ediyor. Ama bütün bunlar şu demek. Allah bizi amellerimizle yargılamayacak, Allah bizi niyetimizle yargılayacak. Amelle yargılarsa hapı yuttuk, mümkün değil kurtulamazsın ki. Bizi niyetlerimizle yargılayacak.

Bir gün iki tane melek gökte karşılaşmışlar, demiş biri diğerine, “Nerden geliyorsun?” diğeri; “Kâfirin birinin canı gölde balık tutmak istedi. Ağını aldı gitti. Gölde de balık yoktu. Oraya balık attım oradan geliyorum.” demiş. “Sen nereden geliyorsun?” demiş. O da; “Bir âlimin canı gece çalışırken yumurta istedi. Ben de gittim zeytinyağı şişesini kırdım, oradan geliyorum,” demiş. Yumurtayı kırmış, şişeyi kırmış. Yani yiyecek, yatacak, kaybolacaktı. Hariçten bakarsan, kâfire lütuf oluyor âlime zulüm oluyor. Başa bakma, sona bakarsan tam tersi oluyor. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın o cümlesindeki derinlik var ya insanı ürpertiyor. Çünkü o cümleyi adam yaşayarak kurmuş. Bizim gibi okuyarak kurmamış.

Hocam ben diğer konuşmanızı da dinlemiştim. Kayınpederinizden bahsetmiştiniz bir seferinde. Şimdi de eşinizden ve annenizden. Sanki etrafınızda da sizi besleyen insanlar var. Şuna bağlamak istiyorum. Sosyal medyada çok güzel gönderiler paylaşıyorsunuz. Bunları her okuduğumda bir müddet düşünme ihtiyacı hissediyorum. Farklı bir bakış açısı var. Yani bizim eğlenerek izlediğimiz videolara siz bambaşka bir açıdan bakıyorsunuz, bir şey yakalıyorsunuz. Ben bunu naçizane “ hikmetli bakış açısı“ olarak görüyorum. Bunu bir şekilde kazandınız.  Bu nasıl oldu? Muhakkak zahmetli bir yoldur. Ben de sizden hap bilgi istemiyorum. Ama ne kadarını öğrenirsem, dinleyiciler için, bizim için kârdır diye sormak istiyorum.

İnsan yalnız kaldığı zaman korkar. Niye korkuyor? Kendini tanımıyor. Tanımadığı biriyle yan yana kaldın mı korkarsın. Kendimizle gerçekten yüzleşsek ödümüz kopar. Dehşete kapılırdık. Tarkovski’nin bir cümlesi var. Çok güzeldir. “Kendinizi, yalnız kaldığınızda yalnız kalmadığınız anlayacak şekilde eğitin.”[1] bu minvalde bir cümlesi vardır.  Rabiatü’l Adeviyye hazretlerinin cümlesi var. Pek dışarı çıkmıyormuş. Yine böyle evindeyken, Hasan Basri sık sık gidiyor ona. Hasan Basri yani, büyük bir insan. Diyor ki ona, yalnızlıktan hiç sıkılmıyor musun? O da diyor ki, şimdi sen gelince yalnız kaldım. Heidegger’in “tek başına ve yalnızlık” diye bir yazısı vardır. Heideger oku var ya, adam neleri anlamış. Heidegger ormanda yıllarca tek başına yaşıyor. Diyor ki, kendi başına kalmakla yalnızlık aynı şeyler değildir. Bunlar farklı şeylerdir. Rabiatü’l Adeviyye hazretleri diyor ki, sen gelince yalnız kaldım. Ne demek bu, birisi bize yalnızlık getiriyor. Biz diyoruz ki, birisi olsa da konuşsak. Niye? Beraber oluruz. O beraberlik bizi yalnız bırakıyor. İyi ya kardeşim, neden yalnız bırakıyor? Asıl soru bu! Bir şeyden mahrum kalmaktır yalnızlık, değil mi? Birinden mahrum kalmaktır. Onlar asıl yalnızlığın “Allah’tan kopuş” olduğunu bulmuşlar, o büyük fikirle.

Kendimiz o büyük pınardan mahrum kalmışız. İnsan mesela yemek bulamadığı zaman ekmek yiyor. Ekmek bulamazsan ot yersin herhalde, bir şey yemen lazım. İnsan bir şey yemezse, vücut kendini yemeye başlıyormuş. Biz kendi o büyük irfani kaynaklarımızla beslenemiyoruz. Adam Heidegger’den konuşuyor, Gadamer’den konuşuyor, Kierkegaerd’den konuşuyor, Tolstoy’dan konuşuyor.

Ben size bir örnek vereyim. Rasim Özdeneren’in hikâyeciliğiyle ilgili bir yazı yazmıştım. Bu hikâyeleri eleştirmiştim. O zaman bana bir sürü laf ettiler. Kâfir dediler, cahil dediler.  Temel eleştirim de o hikâyelerin kaynaklarının daha çok Kafka’ya dayanması. Kafka’dan esini öykülerdir onlar. Rasim Bey Samsun’a bir konuşmaya gelmişti. İki buçuk saat konuştuk. Ama ne Mevlana’dan bahsetti, ne Yunus Emre’den ne Gazali’den. Ama o kadar Dostoyevski’den falan bahsetti. Onlar batı edebiyatını çok iyi biliyorlar. Biz de öyleyiz. Hepimiz öyleyiz. Ben ona dedim ki, “Hocam, bir mütefekkirde, yazarda kendi milletini temsil eden aşağı yukarı her enstrüman vardır. Müziğinden mimarisinden her şeyinden bahseder.“ Necip Fazıl’ı anlatmıştım ona. “Ama Necip Fazıl’da Türk müziği yok.” “Nasıl yok?” “Yok işte”

Onun (N.F.K) Ata Senfoni diye bir şiiri var. Atları çok sever, onlara şiir yazmış. Bütün şiirlerini okurken arkada Mozart çalar Bethoveen çalar. Kendi sesiyle şiirleri var ya Necip Fazıl’ın. Arkada bir Dede Efendi çalmaz. “Niye o müzikler çalıyor?” O da şaşırdı bunu deyince. ”Hakikatten.”  “Sizde var mı?” Kendi hikâyelerinde de o büyük pınardan beslenmiş metinler çok azdır. Şu andaki ihtiyacımız bu mu, bilmiyorum ama. Maalesef bir sorundur bu.

Mesela edebiyat dergisi çıkar. Diriliş dergisi çıkar. Dikkat edin. Mavera dergisi çıkar. Buradaki Arapçadan yapılan şiirlerin tamamı İngilizce ve Fransızcadan tercümedir.  Biz şu anda Ortadoğu diyoruz ya, bizim güney dememiz lazım. Niye Ortadoğu diyoruz arkadaş. Çünkü İngilizler, Amerikalılar Ortadoğu diyor ya.  Onun için Ortadoğu, bizim için değil ki! Biz haritaya İngiliz’in gözüyle bakıyoruz. Biz namazımızı Greenvech saatine göre kılıyoruz. Sen bu gözle, bu beslenmeyle divan şiirini hele hele halk şiirini küçümsemişsin.  Asıl şiir denen şey halk şiiridir. Öbürü şiir değil. Fuzuli’ninki şiir, Şeyh Galip şiir yazmış. Halkın dediği o büyük bilinçaltının ürünüdür. Ondan beslenmezsen hiçbir şey yapamazsın.

Ben derse gidiyorum. Yıllardır gidiyoruz. Bir mani okuyoruz;

“Üzüm yaprağı sarması

İçi dolu kıyması

Ne de güzel olur

Böyle gelin alması”

Edebiyat kitabı şöyle yazıyor. “Manilerin ilk iki mısrası doldurmadır.”  Ne alakası var! O büyük edebiyatı, o büyük ruhu anlamayınca onu doldurma zannediyor. Hâlbuki asıl edebiyat ilk iki mısrada. Bir gelin almış bir kaynana, çok güzel bir gelin almış. Şimdi bu gelinin metaforu ne? Gelinin metaforu içi kıyma dolu üzüm yaprağı dolması. Bu neye benziyor? Fransızların çok değerli bir şeyi şarapla anlatması gibi. Yıllanmış şarap diyor. Türk kültüründe en değerli yemek sarmadır. Bayramlarda özeldir. Misafire özeldir. Törenlere bu yemek yapılır. Düşünsene içi kıyma dolu olacak. Mümkün değil. Köylü kıymayı yiyemez. Şaban Bey[2] tavuğu çok sever. Gerçekten çok değerli bir insan. Köylü tavuk yiyemez, diyor. Çünkü yumurta altın gibi bir şeydir. Şaban Bey diyor ki, eğer köylü tavuk yiyorsa ya tavuk hastadır ya köylü hastadır. Mümkün değil, sağlıklı biri tavuk yiyemez. Nerden bulacaksın içi kıyma dolu sarmayı? Kıyma nerede? Şehirde bile biz yiyemiyoruz. Pahalı bir şey. Ben Orduluyum. Biz karalahana dolması yapardık. Annem çok yapardı. Karalahananın kilosu üç lira beş lira. İçine bas yarmayı. Bugün bir kazan dolma bile on liraya yapılır. Ama bir kazan içi kıyma dolu sarmayı yüz liraya yapamazsın. Ne demek kıyma! Pahalı bir şey. Yani değerli  bir şey. Fransız değeri şarapla ölçmüş bizimki bunula ölçmüş. Sonra bu sarma parmak gibi olacak, gelinin zarafeti boyu falan. Bu metafor orada. Aristo diyor ki; insanoğlunun en büyük icadı metafordur. Daha ötesi yok bunun. Çünkü bir dolmayla ne anlatıyorsun baksana. Şimdi sen ne diyorsun? İlk iki mısra doldurma diyorsun. Şimdi sen o büyük edebiyatı, o büyük ruhu yok sayarsan beslenmezsen kimseyi besleyemezsin. Orijinal olamazsın, dediğim gibi orijinal de bakamazsın. Birincisi bu. İkincisi, ben şunu bilirim. Hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir.

Sizin zaten bizi şaşırttığınız nokta da bu. Göründüğü gibi yorumlamıyorsunuz.

Şimdi bu suyla ateş ilişkisi nedir, diye sorsak? Diyeceksiniz ki; söndürür. Zahiri ilişki bu. Ben ateşe suyu dökersem ateş söner. İyi ya kardeş, sen bunun içine bak. Bu su H2O’dan oluşmuş. Bu evrenin en tehlikeli maddesi.  Hidrojen ve oksijen. Birisi yanıcı madde diğeri yakıcı madde.  Nasıl söndürücü olmuşlar? Oradan bak bakalım. Oradan bakınca nesne değişti. Nesnenin zahiri anlamı bâtına girdin mi birden değişiyor, tam tersine dönüyor. Bu şu demek; bir şey hakkındaki bilgi tam tersine dönmedikçe o şeyi anlamış olamazsınız. Temel yargı budur.  Mesela bu kitap nedir, diyorsun. Bu kitap bir odundur. Bu bir odunken insanı aydınlatabiliyor. Nereden baktığına bağlı.

Mesela derler ki; Anadolu’da kadını aşağılarlar. Geçen Zülfi Livaneli’nin videosunu izledim. İnanamadım. Saçma sapan şeyler diyor. Saçma dediğim ne biliyor musun? Bir adam var bizim burada, Arapça bölümünde; “Babam birini benimle tanıştırırken “bu kim?” diye sorarlarsa “bizim kütüğe bağlı” derdi,” dedi.  Eşleri hakkında, kaşık düşmanı, eksil etek falan derler. Kadın kocası için de kocam demez, adam, herif  der. Oğlum demez, kızım demez. Neden bunu demiyor? Çünkü zahirde şu; adam karısını aşağılıyor. Diyor ki, kaşık düşmanı.  “Nasıl insan karısına kaşık düşmanı der? Böyle şey olur mu?” dersin. Bunu neden böyle yapıyor? “Karısını aşağılıyor” bilgisi tam tersine dönmedikçe bunu anlayamazsınız. Tam tersi ne biliyor musunuz? Karısını çok sevdiği için böyle söylüyor. Kocasını çok sevdiği için herif, adam diyor. Niye? Çünkü en üstteki Türk mitolojisine göre felek insanın kötülüğünü ister, asla iyiliğini istemez, eğer elinde bir nimet görürse felek senin elinden onu alır.  Bu yüzden kötülemen lazım.

Günlük hayatta çok var bu. Mesela çok güzel bebekleri çirkin diye severler.

Evet, mesela derler ki, bugün çok güldük, başımıza bir şey gelecek. Niye gelsin? (Gülsüm’e hitaben) mesela sen İngilizce öğretmenisin, dedin ki George çok güldün başına bir iş gelecek. George der ki; What? Sen gel de bu düşünceyi George ve ya Elizabeth’e anlat. İmkânsız anlatamazsın.

Bilgi tersine döndü şimdi. Adam karısını çok seviyor, öteliyor. Felek de diyor ki, ben buna dokunmayayım, pas geçiyor. Çocuğuna “ çirkin” diyor. Felek de sevmiyorlar bunu diyor ve pas geçiyor.  En ilkel zamanlarda çocuğa ad verirken çok kötü ad veriyorlar. Çocuk kelimesinin anlamı Türkçede “domuz yavrusu” demek. Bizatihi kendisi böyledir. Çok değersiz bir şeydir. Türk domuzu yemez. Mesela çocuğun adını “Yalancık” diyor. Kötü ruhlar; “bu yalanmış, gerçek değilmiş” deyip pas geçiyorlarmış. Sen kafamızın içindeki bu felek düşüncesini bilmeden anlayamazsın. Mit bu, en büyük mit budur. “Nasılsın?” diye sana sorulduğunda bir Müslüman türk cevabında net olamaz. Bir İngilize sorsan “How are you?” “ı am fine” diyor.  Biz “İç güveyden hallice,”  “Yuvarlanıp gidiyoruz.” “kendi yağımızda kavruluyoruz.” Ne yapıyorsun, nesin? Net bir şey söyle. İyiyim dese felek diyor “Bu iyiymiş, ben buna bir hesap sorayım.” Kötüyüm dese şikayet etmiş oluyor. Bizim medeniyetimiz “güzelleme” medeniyetidir. Kural şu; kendini kötüleyeceksin, ötekini güzelleyeceksin.

Çok muhteşem bir tespit hocam. Yine psikolojik de bir tespit ayrıca.

Tanpınar’a bir gün biri hikâye getiriyor. Tanpınar adını vermiyor bu kişinin, iyi hikâyecilerden biri. Hikâyesini okudum çok hoşuma gitti, diyor. Kurgu, olay örgüsü, kişiler, canlandırma, her şey mükemmel. O da benim ne diyeceğimi merak ediyor, diyor. Dedim ki; hikâyen çok güzel ama burada biz yokuz. O zaman bana dedi ki; ben Anadolu’yu karış karış gezdim, her şeyini bilirim, tarladaki adamı da hamur yoğuran annemizi de. Ama bunları yazmaya gelince yapamıyorum. Tanpınar diyor ki; bizim ağzımızdan bizden öncekilerde olduğu gibi Frenk kitapları okumuşsun diyor.

Geçenlerde Doğan Hızlan Karalama Defteri’ne çağırmıştı. Orada bana dedi ki programda; sen Türk romanı yok demişsin, nasıl dersin Türk romanı yok. Adam bütün romancıları tanıyor. Halikarnas balıkçısı bile arkadaşıymış. Böyle bir adam. Tanımadığı romancı yok. ”Sen nasıl böyle bir şey dersin?” diyor. “Hocam” dedim “Biz Tolstoy’dan bahsederken Rus romancısı demiyoruz. Büyük Rus ruhunu yazmıştır, diyoruz. Victor Hugo’ya Fransız romancısı demiyoruz. Fransız ruhunu yazmıştır diyoruz. Goethe alman ruhunu yazmıştır. Peki hocam, Türk ruhunu yazan bir romancı var mı?” dedim. “Yok” dedi.

Geçen bir yerde konuşuyoruz. “Türk sineması var mı?” dediler. “Yok” dedim. Aramızda sinemada öğretim üyesi olan biri varmış. “Sen nasıl böyle dersin?” dedi. Türkçe sinema var. Bir İran sineması, Çin sineması Hint sineması diyorsun ya, Türk sineması olamaz. Çünkü kendi kaynağından beslenmiyor, beslenemiyor, tanımıyor. Ben bir yönetmenle program yapıyorum. Film okuması yapacağız.  Ben öğrenciye soruyorum, elinde bir kamera var, uzakta da bir ev var. Bu evde kötü bir şeyler olacak anlatacaksın. Sanat göstermedir, sanat anlatma değildir. Sinema bunun en beteri. Gösterin, evde kötü bir şey olacak. Diyor ki, rüzgâr çıkar, pencerelere vurur, perdeler uçuşur. Tamam başka? Şimşek çıkar, karanlık olur. Başka? Elektrik yanıp söner. Bunların hepsi Hollywood. Bizde “Bir kötülük var, tehlike var” bilgisinin göstergesi ne acaba? Baykuş ötmesi lazım. Türk’ün kafasında baykuş sesi imgesel olarak korkuyu çağrıştırır. Ya biri öldü, ya bir tehlike var. Kargalar uçar tepemizde. Bunlar – çocukluğumdan biliyorum- çok basit metaforlar. Kendi metaforlarımızı, mitlerimizi bilmiyoruz, beslenmiyoruz. Ben onları bildiğim için bir şeye baktığım zaman, bütüncül, batıdan da doğudan da bakabilirim.  Ben Mevlana’yı da okuyorum, Dostoyevski’yi de okuyorum, Dante’yi de okuyorum.  Çok büyük bir okuma yelpazemiz var. Böyle okumazsak zaten bir şey göremeyiz. İnsan kendi ilgilendiği aşanda yüz bin cilt de okusa cahil. Çünkü öbürünün sana nasıl baktığını bilmiyorsun ki.  Bu yüzden, insan beslendiği kadar besler.  Ben her sabah kalkarım, elhamdülillah, iki sayfa Kur’an okurum. Niye? Bizim en zemin metnimiz Kur’an’dır. Yahudi’nin en zemin metni nasıl Tevrat’sa. Mine Urgan diyor ki; iki şeyi anlamadan İngiliz edebiyatını anlayamazsınız; bir kitab-ı mukaddesi iki yunan mitolojisini. En büyük destan Miton’un “Kayıp Cenneti” Tevrat’ın çıkış bölümü, yaratılış işte. Ben kendi edebiyatımız için düşünüyorum. Türk Edebiyatının Kur’an ile ilişkisi. Ne alakası var? Var mı şu an? Allah’ını seversen hangi Türk yazarı, sinemacısı Kuran’dan besleniyor?  

“Ayrılık” diye bir film var. Biliyorsunuz değil mi? o filme Oscar verdiler. Saçma sapan bir film aslında. Boşanmak üzere olan bir karı koca var. Bir para çalınmış. O parayı hizmetçinin çaldığı sanılıyor. Ama ama? Filmin sonunda nasıl dehşet bir şey oluyor! Hakimler çözemiyor sorunu, savcılar çözemiyor, bir cümle çözüyor ya.  “Peki almadığına dair Kur’an’a el basar mısın?” Film böyle bitti. Adam dondu kaldı. Bir cümleyle film yapmışlar.

O zaman hocam zemin metinlere bağlı olacağız. En zemin metin de zaten Kur’an- Kerim. Ardından mitoloji metinlerimiz. Sonra eski türk edebiyat metinlerimiz. Bunlar bizim bağlı olmamız gereken ayaklarımızı yere bastıran metinlerimiz.

Mevlana hazretleri diyor ya, pergel gibi olacağız, pergelin bir ayağı sabittir, diğeri dolanır. Sabitin neresi? Bizim sabitimiz yok.  Senin sabitin İran, öbürünün Rus edebiyatı, öbürünün İngiliz, birinin Kafka diğerinin Dostoyevski. Adam Dostoyevski’nin romanlarından uyarlamalar yapıyor. Kendi mesnevinden uyarlama yap. Adam Erasmus’a göre edebiyatın eğitim sistemini kurmuş. Sen de Mevlana’ya göre kuracaksın değil mi? Yahya Kemal diyor ki, Osmanlı tarihi boyunca en çok okunan kitap Muhammediye’dir.  Her evde vardır.  Bunu ezbere okurlar. On bin beyittir aşağı yukarı. Annemi hatırlıyorum diyor Yahya Kemal, her sabah okurdu diyor.

 Müslüman Türklerin asırlar boyu beslendikleri beş temel kitap var;  Muhammediye, Muhammediye’ni nesir kısmı olan Envârü’l – Aşıkin, Müzekki’n -Nüfûs, Mevlid, Delail-i Hayrat. -Delail-i Hayrat şerhi Kara Davut’un–  Bu beş kitap halkı asırlar boyu beslemiş.  Yahya Kemal; Türk’ün dini Muhammediye’den gelir diyor. Türk Sanatçısının, edebiyatçısının, Türk Romancısının, sinemacısının Muhammediye ile hiç alakası yok. Bilmiyor bile. Ama vatandaş hâlâ Delail-i Hayrat okuyor. Televizyonda program yapılıyor, Delail-i Hayrat okumaları, diye. Özel bir kitap. Peygamber efendimizin salavat- şeriflerinin toplandığı kitap. Onun okuma teknikleri var. Pazartesi, Salı, Çarşamba, her gün belirli bölümler okunuyor bir hoca eşliğinde. Salavatlar okunuyor. Seksen doksan yüz baskı yapmış bu kitaplar. Kim okuyor? Kimsenin haberi yok. Ne yazarımızın haberi var, ne milli eğitimimizin. İlahiyatla zaten uzaktan yakından hiçbir alakası yok. 

Bir gün bir adamla tartışıyorum bunları. Bana dedi ki; biz onlarla uğraşmıyoruz, Muhammediye, Ahmediye felan. Onların ağa babasını vuracağız, dedi. Ağa babası düşünce onlar da düşecek dedi. Dedim, kim o ağa babası? Muhyiddin Arabi’ymiş.  Muhyiddin Arabi’yi düşüreceklermiş, bu hurafeler de hep gidecekmiş. Dedim hocam, “Muhyiddin Arabi’yi çok vurdular. Onlar yok oldu, Muhyiddin Arabi hâlâ duruyor. Etme eyleme.” Bunu diyen kişi de ilahiyat dekanı. Sokağa çıkalım anket yapalım. Konya’da, Eskişehir’de, Diyarbakır’da,  İzmir’de, İstanbul’da bir anket yapalım. Dini düşünceler ve duygularla ilgili. Yüzde doksanı Muhammediye’den, Delail-Hayrat’dan, Mevlid’den, Müzekki’n Nüfûs’tan gelir. Muhammediye için diyor ki; “Öyle bir kitap ihtira eylemiştir ki avamın itikadı anı üzeredir.”  Öyle bir kitap yazdı ki diyor, vatandaş inancını oradan alır. Buradan beslenmişiz. Niye? Çünkü bizim okumakla mesafemiz var ama dinlemek de öyle değiliz.

Benim babam fahri imamlık yapardır köylerde. İlkokulu bir köyde okudum, ikiyi üçü başka bir yerde. Biz hep dolaşırdık. Her seneyi bir yerde okudum. Darmadağınık bir kafamız var. Ama babamı hatırlıyorum.  Evde kitaplığımız vardı. Akşam namazından sonra babam- köy odası var, küçük bir yer, caminin yanında- toplardı oraya insanları, onlara Taberi Tarihi anlatırdı. Senin Netyazı’da yaptığın şeyi babam köyde yapıyordu. O insanların okuma yazmaları yoktu ama alimdiler.

Tabanımızın beslendiği şeye tavanımızın beslendiğinin hiç alakası yok.  Dolayısıyla tavandaki tabana ulaşmıyor. Çünkü kaynaklar çok farklı. Sen iyottan besleniyorsun ben oksijenden besleniyorum. Bu kadar uçuk yani.  Edebiyatımız da öyle.

Çok teşekkür ederiz hocam. Sizi çok yorduk. Ağzınıza sağlık. Sizi netyazı dinleyicileriyle buluşturmak bize nasip olduğu için şükürolsun.  Görüşmek üzere.


[1] “Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.”

[2] Şaban Sağlık

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek