Hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, “okuma” kavramı hemen hemen bütün kültürlerde iki tip insanı karşımıza çıkarır. Biri okuma yazma bilme, mektup, kitap, kağıt ya da gazeteyi okuyabilme gibi becerileri içeren temel anlam; diğeri ise “aydın” ya da “entelektüel” kavramlarıyla ifade edilen geniş anlamdır.
Şaban SAĞLIK, Bu Nice Okumaktır isimli makalesinde bu iki okuma tarzını açıklayıp birinci tip okurdan ikinci tip okura nasıl geçeceğimizi anlatıyor.
Gülsüm Çelik sizler için seslendirdi…
Okumak Deyince…
“Okumak” kavramı, çok gösterileni olan bir göstergedir. Bu kavram sadece belirli bir zemin (kâğıt, ekran, duvar vs.) üzerindeki bir yazıyı mekanik olarak seslendirmek anlamına gelmez. Öncelikle zemin üzerine yazılan yazıyı görmek; sonra anlamını kavramak, yani yazıdaki mesajı algılamak, “okuma” kavramının ilk akla gelen anlamıdır. Oysa bu kavramın daha başka anlamları da vardır. Hatta “okuma” kavramının medeniyetler bazında da farklı anlamları söz konusudur. Mesela Türkçede “okumak”, davet etmek, anlam vermek, anlamak (gizli niyeti hissetmek) gibi anlamlarda da kullanılır. Yüzünden okumak, tabiatı okumak, aklından geçeni okumak gibi pek çok deyimde de bu kavramın farklı kullanımlarına şahit oluruz. Hatta Türkçede “okumuş adam” deyince, öncelikle okuma yazma bilen ya da memur kastedilir.
Çoğu zaman da sadece okuma yazma bilen kişiler için de gelişigüzel bir şekilde “aydın” kavramı kullanılır. Buna karşılık Türkçede “aydın” kavramı için “münevver”, “mütefekkir”, “derin hoca”, “derin âlim”, “büyük adam” gibi kavramlar da tercih edilir.
Bu kullanım zamanla okuma yazma bilen ya da memur olan herkesin “aydın” zannedilmesine sebep olmuştur. Batı medeniyetinde ise “okumak” kavramı, kâğıttan ya da kitaptan bir şeyleri öğrenmek; aydınlanmak, bilinçlenmek gibi anlamlar içerir. Bu bağlamda Batı dillerinde “okumak”, doğrudan “aydın” anlamında kullanılmaz. “Aydın” kavramının Batıdaki anlamı daha çok bizi “entelektüel” kavramına götürür. Hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, “okuma” kavramı hemen hemen bütün kültürlerde iki tip insanı karşımıza çıkarır. Biri okuma yazma bilme, mektup, kitap, kâğıt ya da gazeteyi okuyabilme gibi temel anlam; diğeri ise “aydın” ya da “entelektüel” kavramlarında ifade edilen geniş anlamdır. Bu, var olan durumdur. Özellikle modernleşme tecrübesini geç yaşayan ya da henüz yaşamakta olan Doğu ülkelerinde bu iki okumanın sınırları birbirine karışmıştır. Bu durum bizce önemli bir okuma problemidir.
Bu yazıda işte bu problemi tartışacağız. öz konusu problemin alanı, oldukça geniştir. Türkiye’deki hemen hemen her inanç ve ideolojik grupta bu problemi görebiliriz. Bir başka açıdan bir eğitim problemi olarak da tanımlayabileceğimiz bu problemin belli başlı yansımaları (göstergeleri) vardır. Bu göstergeler için biz “dondurulmuş zevk / sabitlenmiş fikir”, “yerel-mahalli aydın tipinin egemenliği” ve “kültür ve sanatın araçsallaşması” gibi ifadeler kullanacağız. Dondurulmuş Zevk / Sabitlenmiş Fikir Bizim problem olarak gördüğümüz okuma biçiminin en bariz göstergesi, kişinin okuduğu ya da sahip olduğu bilgiyi “ “her şey” zannetmesi, kendini uzman ya da yetkin olarak sunmasıdır.
Bu kişiler “dondurulmuş bir zevk” ya da “sabitlenmiş fikir” tavrını sergilerler. Mesela ilk okudukları roman, şiir, hikâye gibi edebi metinler onların gözünde en büyük edebiyat eseridir. Özellikle ideolojik tavrın öne geçtiği bu bağlamda, her ideolojik grubun neredeyse kutsadığı ya da klasik yerine koyduğu eserleri vardır. Burada, bu eserler okunmamalı ya da önemsizdir gibi bir şeyi ima etmiyoruz. Öncelikle belirtelim ki, bu eserler mutlaka okunmalıdır. Bunları okumamak büyük bir eksikliktir. Bizim vurgulamak istediğimiz, okuma süreci sadece bu eserlerle sınırlı kalmamalı, bu eserlerden sonra daha başka eserlere geçiş yapılabilmelidir. Her ideolojik grup öteki ideolojik grupların eserlerini de okumalı; hatta her ideolojik grup hem kendi ülkesinde hem de dünya çapında saygınlığı kabul edilen eserleri de (klasikleri) mümkün olduğunca okumalıdır.
Burada temenni olarak ifade ettiğimiz durum acaba gerçekte nasıl?.. Üzülerek ifade edelim ki, ülkemizdeki edebiyat öğretmenlerinin çoğu “dondurulmuş zevk” sahibidirler (Burada tabii ki bütün edebiyat öğretmenlerini kastetmiyoruz). Öyle edebiyat öğretmenleri var ki, “Ben en son romanı üniversite son sınıfta okumuştum” diyebiliyor. Üstelik bu tavırlarıyla da övünüyorlar. Bu kişilerin öğrencilerine yeni bir eser, yeni bir estetik, yeni bir zevk önermesi ya da tattırmaları mümkün müdür? Sesleri de oldukça yüksek çıkan bu kişilerin bizim zaafiyet saydığımız bir yönleri de vardır ki, onlar bu özellikleri ile de adeta övünürler; gurur duyarlar. Nedir bu zafiyet? “Ben şu kadar yıldan beri aynı şeyi söylüyorum; ben 20 yıl önce de aynı şeyi savunuyordum…” Ekranlardan aşina olduğumuz pek çok kişi; siyaset arenasında dinlediğimiz pek çok figür; yani toplumda öne çıkan pek çok kişi maalesef böyle bir zaafiyet içindedirler. Burada sadece edebiyat öğretmenlerini örnek verdik. Diğer alanlarda da durum pek farklı değil. Sabitlenmiş ve dondurulmuş bir tavrı hiç sorgulamadan ve de güncellemeden aynen savunmak ve de sürdürmek ne tür bir okumanın (yoksa okumamanın mı demeliyiz) ürünüdür? İşte bu durum bizce önemli bir okuma problemidir.
Yerel/Mahalli “Aydın!” Tipinin Egemenliği
İnsanlar sosyolojik bağlamda belirli gruplar ve kesimler olarak varlık gösterirler. Her bir grup ya da kesimin kendine özgü tavır ve tutumları, inançları, kısaca redleri ve kabulleri vardır. Bu, yaşanılan hayatın bir zorunluluğudur. Bizim önemli bir okuma problemi olarak gördüğümüz bir önemli husus da işte bu grup (kesim) dolayımında gündeme gelmektedir. Mesela her bir grubun içinde öne çıkan ve itibar gören kişiler vardır. İşte bu kişilerden biri de grup (kesim) aydınları diyeceğimiz figürlerdir. (Burada toplum ya da grupların kanaat önderlerini kastetmiyoruz.) Halkla (yani temsil ettikleri kesimle) en fazla temas halinde olan bu aydın tipinin özellikleri ise kısaca şöyledir:
Bu kişiler konuşmaktan çok bağırırlar; diyalogdan çok monoloğa yatkındırlar. Ele aldıkları problemleri “anlamak”tan çok “yargılama” yolunu seçerler. Linç kültürünü kışkırtırlar; genelde ötekini yok sayarlar. Bu aydın tipine mensup kişilerin bir özelliği de “yerelin tuzağına düşme”leridir. Yaşadıkları mekâna göre kimi belirli bir mahallede ya da semtte, kimi belirli bir kasabada ya da köyde; birçoğu da belirli bir şehir ya da bölgede tanınır. İdeolojik düzlemde olanları ise, sadece söz sahibi olurlar. Burada bu tür oluşumları küçümsemek, hafife almak ya da tahkir etmek gibi bir niyetimiz yok. Tam tersine bu tür oluşumlar, alt tabakalarda yaşayan insanlara (orta sınıfa) sanat ve kültür zevki tattıran, büyük bir insan kitlesine o kitlenin alımlamasına ve algısına uygun “estetik heyecan” yaşatarak büyük bir boşluğu dolduruyorlar. Bu durumun sosyolojik önemi tartışılmaz. Bizim dikkat çekmek istediğimiz, birçok okuyucunun ve aydının bu tür yerel-mahalli sanatla yetinmesi ve bu eserlerin bir üst aşamasına ya da “öteki”ne bigane kalmasıdır. Evrensel olanın “yerel /millî” olandan başlaması bir gerçektir. Ancak bizim problem olarak gördüğümüz, söz konusu aydın ve temsil ettiği kesimin sadece yerelde çakılıp kalmasıdır. Bizce bu da bir okuma sorunudur. Bu nasıl bir okuma biçimi ki, insanları belirli bir noktada sabitlemektedir?
Kültür ve Sanatın Araçsallaşması
Modernizmin hayatımıza hâkim olmaya başlamasından bu yana, “sanatın araçsallaşması” şeklinde adlandıracağımız bir anlayış, burada söz konusu ettiğimiz okuma probleminin sebeplerinden de biri olmuştur. Sanat artık sanatçının estetik yaşantısı sonucu ürettiği bir “değer” ya da “Yazmasam deli olurdum” ilkesinin bir sonucu değil, adeta “iyi para getiriyor; böyle şeyler yazarsam, para kazanabilirim; okuyucular böyle şeylerden hoşlanıyor, en iyisi onların hoşuna giden şeyler yazıp onları doğal müşteri haline getireyim” mantığının hayata hâkim olmasına dönüşmüştür. Yani sanatçı “hâkim” pozisyondan çıkmış “mahkûm” haline gelmiştir. Burada şunu da hatırlatalım ki sanatçı, sanatın ve kendi estetik yaşantısının ilkelerine göre hareket ederse hâkimdir (öznedir); müşterinin ve sanat dışı unsurların ilkelerine göre hareket ederse mahkûmdur (nesnedir). İşte sanatçıyı hâkim durumdan mahkûm duruma getiren de sanatın araçsallaşmasıdır. Burada araçsallaşmayı sadece ekonomik gerekçeye de bağlamıyoruz. Sanat, bu bağlamda inancın, ideolojinin, siyasetin, modanın vs.’nin de aracı haline gelmiştir.
Burada bir parantez açarak şunu vurgulayalım ki, “sanat hiçbir işe yaramaz; sanat sadece estetik haz objesidir” gibi bir fikir de ima etmiyoruz. Özellikle büyük (klasik) sanat eserleri, içerdikleri derin anlam katmanları ve alt metinlerle insanın evrensel gerçekliğine ışık tutarlar. İnsanın kendini tanıması, sorgulaması ve kimlik-kişilik inşa etmesinde büyük bir işlev üstlenirler. Bu yönüyle sanat hem medeniyet hem de pedagoji (eğitim) bağlamında insanın olmazsa olmazıdır. Bunu da kesinlikle sanatın araçsallaşmasından ayırıyoruz.
Sanatın araçsallaşmasını ifade etmek için edebiyat literatüründe kullanılan “popüler edebiyat” terimi daha isabetli olacaktır. İşte bizim bir okuma problemi olarak gördüğümüz husus da popüler edebiyat bağlamındaki okuma biçimidir. Maalesef bu okuma biçiminin doğurduğu problemi artıran ve genişleten sebeplerden biri de, bazı devlet kurumları ve sivil toplum örgütlerinin sorumsuz ( bilinçsiz) tutumlarıdır.
Birçok belediye, valilik, kaymakamlık ve sivil toplum örgütü, herhangi bir faaliyet gerçekleştirirken halkın hoşuna gider düşüncesi ile popüler sanatçı ve yazarları davet ediyor. Bu organizasyonu yapan sorumluya, “işte şu konuda falancı ismi davet etseniz daha iyi olmaz mı, ya da çağırdığınız o kişi pek nitelikli ve donanımlı biri değil; falanca ondan daha donanımlı” gibi tavsiyeler iletildiğinde, “Ama o dediğiniz sanatçıları halk tanımıyor; şayet o dediğiniz ismi çağırırsak, faaliyete kimse gelmez” şeklinde gerekçeler ileri sürüyorlar.
Sonuç mu? Popüler olanın sebep olduğu seviyesizlik, yerlerde sürünen estetik ve sanat vs. vs… Dolayısıyla, sanatın kültürün araçsallaşması (popülerleşmesi) da bizce bir okuma sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Mustafa Kutlu’nun “Sıradışı Bir Ödül Töreni” adlı hikâye kitabında işte bu durum çok başarılı bir hikâye diliyle masaya yatırılır.
Bu Nice Okumaktır
Buraya kadar söylediklerimizde karşımıza iki tip okuma çıkmaktadır. Birincisi ve yaygın olanı -burada eleştiriye tabi tuttuğumuz sabit zevk sahibi ya da dondurulmuş zevk sahibi kişilerin temsil ettiği, diğeri ise bunun tersi olan ve “ideal okur” tavrı yansıtan okuma biçimidir. Şimdi bu iki okuma biçimini kısaca karşılaştıralım.Dondurulmuş zevk sahibi olanlar “bilgi”yi (daha çok yüzeysel nitelikteki yarı doğru yarı yanlış malumatı), ideal okurlar ise “bilinç”i önemserler.
Dondurulmuş zevk sahibi olanlar “var olan birikimleriyle her soru ve sorunun üstesinden gelmeye çalışırlar; ideal okurlar ise yeni soru ve sorunlar karşısında yeni yollar arama, yeni araştırmalar yapma, yeni referanslar bulma gibi “arayış” tavrına sahiptirler.
Dondurulmuş zevk sahipleri, “tecrübe” etmeden zıplamaya çalışırlar; bunu da “yükselme” zannederler. (Gerçi zıplamada geçici bir yükselme varmış gibi görünür). Oysa ideal okurlar “tecrübe” ederek ve sağlam temellere dayanarak “tekâmül” üretme” gibi ideal okuyucunun yaşadığı süreçten geçerler. Dolayısıyla bu süreç de onları “aktif” kılar. Dondurulmuş zevk sahibi çoğu okuyucu Türkiye’de kendilerine referans olacak birçok yazardan da haberdar değildir. Buna Türkiye’den şu örneği verelim: Türkiye’de son yıllarda yeni bir Müslüman aydın/yazar tipi ortaya çıkmıştır. Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt (Yedi Güzel Adam) ve İsmet Özel gibi isimler bu yeni aydın tipinin öncüleri olarak görülmektedir. Modernleşme süreciyle birlikte gelen siyasi ve kültürel kurumları köklü bir eleştiriye tabi tutan bu tip aydınlar, Batılılaşmaya baş kaldıran ve muhalefet eden yazı ve görüşleriyle büyük bir ün kazanmışlardır. Bunlar, gazetelerde köşe yazısı yazdıkları gibi, çeşitli dergilerde makaleler de yazmaktadırlar. Bu kişilerin her biri edebiyatın belirli alanında otorite denecek düzeyde kabul görmektedir. Bunlardan kimi şair kimi de öykü ya da deneme yazarıdır. Bu aydınlar taşralı bir etmeyi önemserler.
Bunlardan kimi şair kimi de öykü ya da deneme yazarıdır. Bu aydınlar taşralı bir kasabalının ya da bir memurun çocuğu olarak dünyaya gelmiş; ilk, orta ve lise eğitimini taşrada tamamlamış; Ankara veya İstanbul gibi büyük şehirlere geldikten sonra bir veya iki fakülte bitirmişlerdir. İçlerinde herhangi bir Batı ülkesine giden ve bir veya birkaç Batı ya da Orta Doğu dili bilenler de vardır. Bu tip aydınlar Batı edebiyatı ve felsefesiyle de yakından ilgilenirler.
Yazılarında Müslüman düşünür ve yazarlara yer verdikleri gibi, genellikle Batılı yazar ve aydınlara (bilim insanlarına, filozoflara) da yer verirler…
Burada sorulması gereken önemli sorulardan biri şudur: Türkiye’de İslami hassasiyeti yüksek orta sınıf okuyucuların ne kadarı bu yeni aydınların farkındadır?… Ya da bu yeni aydınlar ne kadar tanınıyor ya da okunuyor? Oysa Türkiye’de ismi popüler İslami roman (hidayet romanı) veya popüler tarihi-dini roman yazarları; aynı minval üzere hareket eden ve televizyon (internet) ortamından aşina olduğumuz popüler şair ve yazarlar, bahsettiğimiz yeni aydın grubunun önüne geçmekte hatta onları gölgede bırakmaktadır.
Zevkini dondurmuş olan orta sınıf aydınlarının çoğu (çünkü bunlar gazete, TV gibi sosyal medyada oldukça etkilidirler) kitleler üzerinde etkili görünmekte; hatta onları yönlendirmektedir. Burada, söz konusu orta sınıf aydının fetva niteliğindeki açıklama ve tavsiyeleri, (onlar böyle bir niyet taşımasalar da) insanlara zarar vermektedir. Mesela, bu tür aydınlardan herhangi biri fetva tarzında bir açıklama yapabilmektedir. Halk kitlelerinde adeta fetva gibi algılanan bu durum bütün Müslümanları bağlayıcı bir ortam, gerilim yaratabilmektedir. Diyelim ki bu aydınlardan biri dedi ki: “İslamda şiir yoktur”; bu konuda da Kur’an’daki Şuara suresinde yer alan “Şairlere sapıklar uyar” mealindeki ayeti (Şuara Suresi 224. ayet) de kullandı. Bu durumda ne olacak? Hiçbir Müslüman şiire yaklaşmayacak, şairlere farklı bir gözle bakacaktır.
Oysa ideal okur, sorgulayıcı ve arayıcı tavrıyla böyle bir durumda “hangi” sorusuyla meseleye bakacaktır. “Şairlere sapıklar uyar” ayetini duyunca, bununla bütün şairlerin kastedilip edilmediğini araştıracak, Hz. Muhammed’in hırkasını bir şaire hediye etmesinin hikmetini sorgulayacaktır. Yani “Kaside-i Bürde” şiirini ve hikâyesini ayrıntılı olarak araştıracaktır. Sonra da şunu soracaktır: “Hangi şairlere sapıklar uyar?..” Sorduğu sorunun cevabında “sapık olmayan ya da sapıklığa sevk etmeyen şairlere uyulabileceği” şeklinde bir fikir noktasına gelecektir.
Zevkini donduran insanlardaki önemli bir problem de insanları temel kaynak ya da referanslardan uzaklaştırmaktır. Bu bağlamda diyebiliriz ki, özellikle Türkiye’de ideolojik grupların çoğu kendi fikriyatlarının temel kaynaklarından da uzaktırlar. Dondurulmuş zevk sahipleri felsefe ve sanat eğitiminden de uzak dururlar. Felsefe bilgiyi sorgulamayı, sanat ise estetize etmeyi öğretir. Dogmatik ve kesin konuşan, kendi bilgi ve tecrübesini yüzde yüz doğru kabul edip ötekini peşinen dışlayan zihniyetlere her zaman her yerde çokça rastlamaktayız. Öyle ki bazı kişiler kendilerinden o kadar eminler ki, karşıdaki ne yaparsa yapsın, onun gözünde yanlış yapmaktadır, kötü yapmaktadır. Bu kişilerin bir meseleye yaklaşımındaki tavırları da ya “yasaklayıcı”, ya da “rahatsız edici”dir. Beğenileri “alkış”, olumsuzlamaları ise “yuhalama”dır. Alkış ve yuhalamanın olduğu ortamda ise “linç kültürü” oluşur. Oysa zevkini dondurmayan bir kişinin tavrı daha insanidir. Onlar fikir beyan ederken, hep karşılarındakinin fikrini de dikkate alırlar; peşin olarak “Ben yüzde yüz doğru söylüyorum, siz yanlışsınız” demezler. Yani onların tavırlarında ne linç kültürü ne ötekileştirici bir tavır vardır.
Bu manada onlar daima “barışın dilini” kullanırlar. Onlar bir şeye “hayır” derken de barış dilinden uzaklaşmazlar. Yani onlarda “hayır” demenin bile bir estetiği vardır (Burada Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” kitabını hatırlatmak da faydalı olacaktır). İster vahiy kaynaklı isterse beşeri nitelikli olsun, bütün medeniyet kodlarında “değişmek” ve “kendini yenilemek” sürekli olarak vurgulanan bir husustur. Mesela İslam’da Hz. Muhammet’in “İki günü müsavi (eşit) olan zarardadır” şeklinde sıkça kullanılan bir hadis tam anlamıyla bu problem için söylenmiş gibidir. Beşeri kaynaklı medeniyetlerde de özellikle felsefi bağlamda sürekli yeni felsefelerin ve tezlerin ileri sürülmesi (ki, yeni bir felsefe ya da tez ileri sürebilmek için var olan felsefe ya da tezi eleştiriye tabi tutmak gerekir; bu da ortaya yeni bir felsefe ya da tez koymak demektir) söz konusu problemin çözümü bağlamında ele alınabilir.
Sonuç Olarak…
“Okuma” kavramı bir “süreç”tir ve her süreç gibi belirli bir zamanı gerektirir. Bazı Batılı ülkelerde “okuma eğitimi” diye bir kavram da kullanılmaktadır. Bu kavram bizce de isabetli bir yaklaşımı içermektedir. Çünkü her eğitim gibi “okuma”nın da sonu yoktur; yeryüzünde yazılmış olan her şeyi okumak bir insanın sınırlarını aşar. Bu yüzden insan ancak okuduğu kadar bilgi ve birikim sahibi olur. İnsan sınırlı sayacağımız bu bilgi ve birikimle hareket etmeli, kısaca haddini bilmelidir. Ne yazık ki çoğu insan sınırlı bilgisiyle sınırsız mevzulara hükmetmeye çalışıyor; yine sınırlı bilgisiyle büyük bir birikim ve donanım gerektiren konulara el atıyor. Çoğu zaman da problem çözmediği gibi yeni problemler yaratıyor. Biz, “dondurulmuş zevk / sabitlenmiş fikir”, “yerel-mahalli aydın tipinin egemenliği” ve “sanatın ve kültürün araçsallaşması” gibi sıkıntıları bu problemlerin sebebi olarak gördük.
Elbette burada daha başka sıkıntılardan da söz edilebilir. Bütün bu sıkıntıların kaynağında ise “okuma” probleminin yattığını tespit ettik. Her eğitim gibi okuma da bir süreci gerektirir. Gelişigüzel, bilinçsiz, rehbersiz ve amaçsız okumaların faydadan çok zarar getirdiğini söyleyebiliriz. Elbette öğrenmenin ve bilinçlenmenin temelinde “okuma” vardır. Şayet bir okuma kişiyi bilinçli hale getirmiyor ve yeterince öğretici olamıyorsa, işte o okuma için Yunus Emre’nin mısrasıyla şu soruyu sormak bize görev olur: “Bu nice okumaktır?” yukarıda da kısaca değindiğimiz okuma sürecini burada bir kere daha hatırlatmak istiyoruz. Neydi bu sürecin aşamaları? Dikkatli bir “okuma”dan sonra sırasıyla “anlama”, “yorumlama”, “eleştirme” ve fikir üretme”dir. Bu aşamalardan her biri bir öncekini zorunlu hale getirmektedir. Mesela okuduğunu anlayamayan yoruma yeltenmemeli; hatta eleştiri yapmamalıdır.
Bunları yapamayan tabii olarak fikir de beyan etmemelidir. Günümüzde bu sürece pek riayet edildiğini söyleyemiyoruz. Öyle ki hiç okumadan yorum yapanlar mı dersiniz, eleştiri yapanlar mı?Bu daha büyük bir okuma faciasıdır. İşte biz bu problem yer facianın ürettiği okuyucu tipolojisi için “zevkini donduran sabitlenmiş fikir mensubu kişiler” olarak nitelendirdik.
Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, mademki insanın bilgisi ve birikimi sınırlı; ilk önce o, bunun farkında olmalı. Öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki hem sınırlı bilgisini donduruyor hem de o eksik haliyle her şeyi yapmak istiyor. Biz işte bu insanları “problem” olarak görüyoruz. Esasında bu problemin çözümü de basit: İnsan sınırlı bilgisinin farkında olup, adımını ona göre atarsa ve sürekli olarak var olan bilgisine yeni bilgiler katmağa uğraşırsa, kısaca haddini bilirse ortada pek bir problem de kalmaz.
Okumanın ustası olan Yunus’la bitirelim:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.
Şaban Sağlık’ın makalesini seslendiren Gülsüm Çelik’e teşekkür ediyoruz.
Bu yazı Üsküdar belediyesine ait olan Üsküdar Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 2018/ 2. sayıdan alınmıştır.