“Kim duyumsatacak vicdanımızı bize, İnsan mı toprak mı? Hayat mı ölüm mü?” diyen Kudüs Şairi Nuri Pakdil’i vefatının birinci sene-i devriyesinde netyazı ailesi olarak rahmetle anıyoruz.
Dursun Ali Tökel; Halkın genelinin evliya, veli dediği ulu kişiler için Dünya Gözcüsü tabirini kullanan Nuri Pakdil’i ve onun Dünya Gözcülüğünü yazdı.
DURSUN ALİ TÖKEL
Bu başlığı okuyanlar hemen soracaklardır: “Dünya gözcüsü ne demek?”
Bu yazı, bu tamlamayı, ulu erenler için kullanan Nuri Pakdil’in de dünya gözcüsü olması temennisine dair kaleme alındığından, okuyucudan biraz sabır beklenmektedir.
Ulu insanlar, varlığa, bizim gibi sıradan insanların gözüyle bakmayan insanlardır. Onlar varlığa o kadar derinlemesine nüfuz ederler ki, ona baktıklarında gördükleri şey, bizim asla göremeyeceğimiz, fark edemeyeceğimiz ulu bir nazarın tecellileridir.
Baktığımızda gördüğümüz şey, gördüğümüzden ibaret olan bir şey midir? Biz kömür görürüz, kömürde gizlenmiş elmaslar vardır oysa. Kömür karbondur, elmas da karbondur hâlbuki. Biz su görürüz ateşi söndüren, suyun içindeki ateşlerle uyarırlar bizi, zira ateş zahirde suyu söndürür ama bâtınındaki iki oksijen ve bir hidrojenle evrendeki en tehlikeli yanıcı/yakıcıdır, yani saf ateştir aslında. Hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir. Baktığımızda görmemiz gereken nedir o hâlde?
Yunus Emre hazretlerinin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” mısraı tam da bahsettiğimiz bu hakikati dile getirir. Siz hiçbir karıncaya ulu nazarla baktınız mı veya başka bir canlıya? “Baktım!” diyorsanız sözümüz yok. Ama insanların kahir ekseriyeti âleme bu gözle bakamaz, bakar geçer, görür geçer; ondaki derinliği fark etmez. Eğer bu nazarlarla baksak ne olurdu? Hz. Süleyman ile karıncanın karşılaşmasında olan olurdu. Yani, küçücük bir karınca koca bir Peygambere ibret alacağı dersler vermişti. Biz de öylesi bir nazarı temel edinsek, Allah’ın Kur’ân’da buyurduğu gibi göklere, yıldızlara, canlılara, cansızlara ibret nazarı ile bakabilsek, çok daha başka, çok daha derin, çok daha ulu insanlardan olacağız.

Herkes Bakar Ama Herkes Göremez
Varlığa olduğu gibi, olaylara da bir başka nazarın çevrilişi yine ancak ulu nazarlı kişilerin işidir. Eski Bağdat’ta, elli derece sıcak altında, buz satan bir adam bağırmaktadır: “Ey insanlar! Sermayem eriyor, merhamet edin, lütfen buz alın; sermayem eriyor!” Şimdi biz bu sözü duysak bundan ne anlarız? Şunu anlarız: Çok sıcak bir havada adam buz satmaktadır, geçimini buz satarak temin etmektedir. Fakat hava çok sıcak olduğu için adamın sermayesi, yani, satacağı buzlar da erimektedir, eğer bir an evvel satmazsa eli boş dönecektir evine ve tabii ki de karnı aç! Bu yüzden insanlar bir an evvel buzlarını satın alsın diye feryat etmektedir. Biz bunu anlardık, muhtemelen de yürür geçerdik, “Eee, ben ne yapayım yani?” diye.
Ama varlığa olduğu gibi olaylara da ibret nazarıyla bakabilen bir ulu kişi, satıcının bu feryatlarını duyunca bizim gibi sıradan davranamamış ve oracık da düşüp bayılmış. Hemen insanlar etrafını sarmışlar; güzel koku, soğuk su derken adamı ayıltmışlar ve sormuşalar:
“Ne oldu da bayıldın, hayırdır?” Demiş ki o ulu nazarlı kişi: “Duymuyor musunuz, adam „Ey insanlar, sermayem eriyor, merhamet edin!‟ diye bağırıyor.” Herkes şaşkın şaşkın bakmış ona ve demişler ki: “Bunda şaşılacak ne var, adam buz satıyor ve hava da sıcak olduğu için eriyor. Şimdi sen bunun için mi bayıldın, yani bunun nesi seni bayıltan?”
Şimdi bu ulu duyuşlu kişi de onlar gibi sıradan bir duymayla duysaydı niye bayılsın ki? Onu bayıltan duyduğu değil, ya ne peki? Duyduğundan çıkardığı hakikat, hikmet… Demek ki ulu bir nazarla bakmak kadar, ulu bir kulakla da dinlemek gerekiyor. Peki, ne demiş bu ulu duyuşlu bilge kendisine niçin bayıldın diyenlere? Demiş ki: “Anlamıyor musunuz? Adam nasıl bir hakikate çağırıyor bizi? Hayat bir güneş gibidir, ömür de bir sermaye olarak buz gibidir. Zaman sermayemizi eritiyor, ömrümüz geçip gidiyor, farkında mıyız, farkında mısınız?”
İşte bu sonuçları çıkarmak için varlığa, oluşa bir başka nazarla bakmayı bilmek gerekir, öyle bir eğitimden geçmek gerekir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “Allah’ım bana eşyayı olduğu gibi göster. Eğer eşya olduğu gibi görünseydi hiç peygamber „Allah‟ım bana eşyayı (şeyleri) olduğu gibi göster‟ der miydi?” Demek ki şeyler gördüğümüz gibi değil. Hiçbir eğitimden geçmemiş bakışlarımızda ulaştığımız yargılarımız, aslında sanılarımızdan ibaret: “Bakıyor, gördüğümüzü sanıyor; dinliyor, işittiğimizi sanıyor; içimizi yokluyor, ta derinlerden kalbimizi okuduğumuzu sanıyoruz…”
Bu anlamda hepimizin bir bakma eğitimine ihtiyacı var. Bakışımızı estetize edecek, sadece olanı değil, olandaki gizli, ama görünmeyen içi, hikmeti de görebilecek bir bakış. Bu nasıl mı olacak? Biz buna kısaca şöyle bir soruyla cevap bulmaya çalışalım:
Bakış, ulu bakış, sadece zahire değil, bâtına da göz dikmiş bir bakış nasıl öğretilebilir, nasıl öğrenilebilir? Bu soru uzun cevapları gerektirir ama kısaca şöyle bir cevap verelim, kestirmeden giderek: Ulu nazarlı, bakışı öğrenmiş nazarlı insanların talebeleri olarak, onları takip ederek, onların rahle-i tedrisine oturarak…
Bir Dünya Gözcüsü
İşte, görme ustalarından bir görme ustası olan Nuri Pakdil bize aradığımız bakış eğitimini verecek ululardan biridir. Çünkü onun bakışı, sıradan olanı hiç de sıradan olmayan bir cevhere dönüştürüyordu. “Sabır ve namaz üzerine ilginç ve alışageldiğimizden çok farklı yorumlar yaptı. Her kavram onun dilinde bilenmiş bıçak hâlini alıyordu.” İşte bize bu bilenmiş bıçak kavramları lazım değil mi?
O, hayatı bizim gibi gördüğümüzden ibaret, bir uslu yaşama, mutlu olma, ete süte dokunmama olarak değil, aksine bu hayatı “bir rahatsız etme” eylemi olarak ele almış. Eğer hayatın verilerine teslim olursanız, gördüklerinizle yetinirseniz, bu hayatı bir konfor alanı kılmaya çalışırsanız asla görme eğitiminden nasibdâr olamazsınız. Yani cevizin kabuğunu kırmazsanız içindeki öze ulaşamazsınız. Hayatınızdan konforu çıkarmazsanız veya ona teslim olursanız, o konforu korumak için bir gün gelir her şeyi yapmaya başlarsınız, hatta Allah korusun, inancınızı bile askıya almaya kalkışırsınız. Çünkü inançlı insanlar inançlarını korumak için konforla yüzleşmek ve savaşmak zorundadırlar. Hayatınızı konfora teslim ederseniz eğer, şeytanın esiri olmuşsunuz demektir. Hayatımız, bizi Yaratıcımızı sürekli hatırlatacak, onun nimetlerine bizi daima şükrettirecek, olmayanı, bulamayanı düşündürecek bir kıvamda olacak. Olana şükredeceğiz, olmayınca hikmetine kafa yoracağız, sabredeceğiz. Hz. Peygamber Efendimiz kendine onca ganimetler gelmesine rağmen asla zengin, konforlu, lüks bir hayat yaşamayı tercih etmedi. Yani aslında hiç de fakir değildi, aksine istese çok zengin olabilirdi ama o yoksul yaşamayı tercih etti.
Nuri Pakdil de Tek Önder olarak tavsif ettiği Hz. Peygamber gibi, onun yolunda yürümeyi kendilerine şeref sayanlar, “arayı arayı izini bulup o ize yüz sürmek isteyenler” gibi bir hayat yaşamayı yeğledi. Onun dilinde Peygamber takipçilerinin, ulu velilerin, ariflerin sıfatı dünya gözcüsü idi. Bu tabiri bir türbe gezisinde kullanıyor.
Nuri Pakdil, sık sık şehir gezileri yapar, fakat onun gezileri bambaşkadır. Mesela siz hiçbir şehre “girdiniz” mi?
Bu ne mi demek? Şu demek: Nuri Pakdil için deniyor ki: “Bir şehri Nuri Pakdil’le gezmek, o “şehre girmek” demektir.”
Onun en sadık sevenlerinden, öğrencilerinden, takipçilerinden, dostlarından biri olan İbrahim Çelik, Nuri Pakdil ile yaptığı şehir gezilerinden bahsediyor. Bu geziler daima şaşırtıcı, eğitici ve hatta sarsıcıdır.
Gezilerinden birini anlatırken İbrahim Çelik, bir türbe ziyaretine değiniyor:
“Çerkez Sokağa girmeden Karyağdı Türbesi’ne uğrayıp ziyaretimizi yaptık. Hiç geçmediğimiz sokaklara girip çıkarak üç türbeye daha uğradık. Bu ara sokaklarda türbe olduğunu bile bilmiyordum ben. Hacı Bayram’a dek yürüdük.”
“Önce Karyağdı Türbesi’ni ziyaret edip Çerkez Sokak’tan Posta Caddesi’ne çıktık. Karşıya geçip sokağın içindeki küçük caminin önündeki Hallaç Mahmut Türbesi’ni ziyaret ettik. “Ankara’nın en eski türbelerinden biridir bu Hallaç Mahmut Türbesi” dedi. Camiyi biliyordum ama yanı başındaki türbe o güne dek hiç dikkatimi çekmemişti doğrusu. İtiraf ettim. “Biliyorum beyefendi, biliyorum, hem bizim arkadaşlarımız hem de genel olarak Müslümanlar dünyanın gözcülerini pek tanımazlar.‟ dedi… Hacı Bayram’a da uğrayıp gece yarısı tekmillerini verdikten sonra edeple arkamızı dönmeden geri geri çekilerek huzur‟dan ayrıldık.”
Halkın genelde, evliya, veli dediği kişiler demek ki Nuri Pakdil’in gözünde dünya gözcüleridir. Onlar dünyayı gözlerler. Peki, bu ne demektir? Bunun için tasavvuf tarihini hallaç pamuğu gibi atmak gerekiyor. Ama kısaca diyelim ki, onları biz ölüler sanırız, evliyaullah ölü değil, tam aksine dünya gözcülüğü yapan dirilerdir. Burada Mevlana’nın, evliya hakkında ileri geri konuşmamayı tavsiye ettiği, zira velilerin ölünce kınından çıkan kılıçlara benzediğini, yani daha da keskin olduklarını söylediği sözleri hatırlatalım.
Nuri Pakdil’in, dünya gözcülerinin hayattayken yaşadığı gibi, daima azla kanaat etme, olanı paylaşma, ama insanlara azami derecede yararlı olma peşinde olduğu anlaşılıyor. Onun hayatı bir nevi yazmakla geçmişti. Yazmaktaki gayesi de aynı idi. İnsanları yazdıklarıyla rahatsız etmek, yani onları silkelemek, gafletten uyandırmak, özüne çağırmak: Onun yazma biçimi hakkında şu söylenmiş: “Yazma eylemini, topluma, hayata dokunmayan, müdahale etmeyen, gerektiğinde yaralamayan bir düşünce çabası olarak görmez.”
Yani yazınca hayata, insana, topluma dokunacaksın, sadece yaşadığın müddet zarfında değil; sen ölüp gittikten sonra da yazdıkların asırlar boyu insanların uyanışına vesile olacak; Mevlana’nın Mesnevi’si gibi, Yunus Emre’nin ilahileri gibi, Gazali’nin eserleri gibi…

Dolayısıyla Nuri Pakdil de hayatı, yazdıkları, söyledikleri, yetiştirdikleri ile o ulular kervanından, o dünya gözcülerinden biri olmayı hak etmiyor değil. Bunu ancak ve ancak Allah bilir tabii ki, ama o dünya gözcülerine olan derin muhabbeti ve saygısı “Kişi sevdiği ile beraberdir.” fehvası gereği onu da onların yolunda yürütmeye yeter.
Onun sevgisi sadece sözde kalmadı; yazıya döküldü, eyleme döküldü, onlar gibi çilelere döküldü. Buradaki tercihleri, yaşama biçimi, önem verdiği veya vermediği şeyler tabii ki kısmen eleştirilebilir, tercihlerimizden bir tercih olmayabilir; biz niyetlere bakarız. Onun sevdiklerinin hayatını yaşamak gibi çok çileli, çok bedelli bir hayatı tercih ettiği apaçık ortadadır. Kişi, sevdiğinin hayatını yaşamadıkça, sevdiğini söylemesi ne batıl bir sözdür!
Bize de şimdi, bu uluları okuduktan sonra, kuru kuru okumak, konuşmak değil; onun örnek aldıkları o dünya gözcülerini iyi tanımak ve bir dünya gözcüsü olma yolunda, o çileli yolda yol almak sevdasına düşmek yaraşıyor.
Medeniyet Bülteni • Ocak 2020 • Sayı 50
Seslendirmeyi yapan Gülsüm Çelik’e teşekkür ederiz.
1 Comment