Hatice Özdemir Tülün Röportajı/ Neslihan Sözeri Ekmen

Hatice Özdemir Tülün, nam-ı diğer Portakal Ağacı’nı web sitesinde paylaştığı tam tutan tarifleri ile tanısak da onun becerileri mutfakla sınırlı değil. Çeşitli dergilerde yayın yönetmenliği, yazarlık, podcastlerle yaptığı sohbetler ile Hatice Özdemir Tülün zamanın mengenesinde sıkışan hanımlara, kendilerine bir yön bulmaya çalışan gençlere örnek oluyor.

Neslihan Sözeri Ekmen, Portakal Ağacı ile buluştu, hepimizin merak ettiği soruları Netyazı okurları için sordu. Keyifli okumalar diliyoruz…

Hatice Hanım, hani halk arasında on parmağında on marifet diye bir tabir var ya; bu anlatış sizin için de geçerli. Soru hazırlarken zorlandım diyebilirim. Çünkü kitaplarınız, genel yayın yönetmenliğiniz, ruha şifa muhabbetler seriniz derken ne sorsam her şeyden bir çimdik, bir tutam sormuş olacağımı fark ettim.

TRT Çocuk ve Lokma Dergilerinin Genel Yayın Yönetmenisiniz. Her ikisi de başarılı bize bizden şeyler sunan dergiler. Günümüzde denetimsizce ve salt eğlence üzerine kurulu çocuk dergilerinin karşısında öğrenmeyi ve merakı da işin içine katarak pedagojiye uygun çıkarılan TRT Çocuk Dergisinde proje üretimi nasıldır? Siz bunun neresindesiniz? 

Bizim TRT olarak amacımız genel kültür, bilim ve eğlenceyi bir arada sunabilmekti. Dergimizi daha önce okumamış olanlar, sadece çizgi film karakterlerinin olduğu bir çocuk dergisi zannettiklerini iletiyorlar. Böyle sanmaları anlıyorum çünkü bugün marketlerde satılan dergilerin bir kısmının üzerinde çizgi film karakterleri, içinde 2 tane boyama ve 3 tane kesme yapıştırma ya da yanına bir tane hediye verdiklerini; hedeflerinin sadece çocuğa satış yapmak olduğunu görebiliriz. Bunlar oyuncağı alınıp atılan dergilerdir maalesef.  TRT Çocuk Dergisinde biz bunu kırmayı amaçladık. Hatta dergimizi okuyanlar, derginin bu kadar dolu olduğunu tahmin etmediklerini söylüyorlar. Bu bizi çok mutlu ediyor tabii ki. 

Biz projeyi ilk sunduğumuz andan itibaren içeriği dolu bir dergi hazırlamak niyetiyle çalışıyoruz. Dergimize baktığınızda içindeki masalların ve hikâyelerin Türkiye’nin çocuk edebiyatı alanında kıymetli isimler tarafından hazırladığını görebilirsiniz. En başından beri süreci böyle planlamıştık. Çok şükür elhamdülillah güzel devam ediyoruz.

Genel yayın yönetmeni olarak yeni proje üretimin yanında bütçeyi takip etmek ve işin planlamasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz da var mı? 


Belki başka dergiler de böyle olabilir ama biz bir kamu kurumunda çalıştığımız için finans bölümü bunun takibini yapıyor. Ben bir işin mutfağındaki kişiyle para takibini yapacak kişinin aynı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü para takibini düşünmekten eğlenceli kısımlara enerji kalmıyor. Bunların bizde ayrı olması çok büyük bir avantaj.

Yeni projeler için hem hayal kurmanız hem de işin finansal desteğini sağlamanız gerekiyor,  hem içerik üretmeyi hem finansı nasıl dengeliyorsunuz? Sizin özelinizden yola çıkarak “Hayatımızdaki gerçeklerle yaşarken hayal gücümüzü nasıl canlı tutabiliriz?” sorusuna cevap almayı amaçlamıştım. Neler söylersiniz?

Bizde de şöyle oluyor, finans bölümüne yeni proje götürdüğümüzde ve insanlara yeni bir şeyler yapalım dediğimizde ekip arkadaşlarımızı ikna etmemiz gerekiyor. Geçtiğimiz salgın sürecinde 2 ay boyunca dergiyi sanal ortamda ücretsiz dağıttık. Bu bizim açımızdan hiç para kazanmamak demekti. Hatta bazı arkadaşlar “Eski sayılardan ortaya bir şeyler mi çıkarsak?” dedi. Ama diğer yandan sorumlu olduğumuz bir takipçi kitlemiz var.  

Dergimizi çevrimiçi ortamda bedava verdik ama “Olsun ben yine de marketten almak istiyorum” diyen çocuklarımız oldu. Dergimizi takip eden özel evlatlarımız da var. Mesela bir yavrumuz Mart sayısını basmadığımız için bulamamış. Bu duruma çok üzülmüş.  Biz de bulamıyorsa bastıralım gönderelim dedik. Ya da başka bir evladımız eski sayılardan birini bulamamış arşivden çıkarıp gönderdik.

Bu süreçte yine de yeni bölüm çıkartmaya devam ettik. Bunların yanı sıra yeni bölüm yazdıkları için yazarlarımıza emeklerinin karşılığını verdik. Finans ekibindeki arkadaşları ikna etmenin belki de en büyük kıstası ortaya iyi bir iş çıkması. Önerdiğimiz, hayalini kurduğumuz işler hep güzel sonuçlandı. Karşı tarafın bunu anlamaya istekli olması, empati yapabiliyor olması da elbette çok önemli.

Bir yerde de bunu reklam gideri gibi düşünebilmek önemli. Evet, TRT Çocuk çıkmaya devam etti. TRT Çocuk yeni sayılar üretimi devam etti. Bu süreçte de durmadı.

Bundan sonra da hep devam eder inşallah çünkü kaliteli bir dergi.

Allah razı olsun.

Hatice Hanım evinizin bir odasına hâkimiyetini ilan eden bir tablo var. Zannediyorum ki hayatınızdaki yeri de mühim. Bu tabloda Taha Suresi 114. Ayet “ Rabbim! İlmimi arttır,” yazıyor. Sizin için bu tablo,  dua ne ifade ediyor?

Bu tablo Taha Suresi yüz on dördüncü ayetin olduğu bir tablo.  Benim hayat yolculuğumu ifade eden bir ayet. Yıllar önce yabancı bir sitede şöyle bir şey okudum: “Her senenin başında kendinize bir kelime seçin ve o kelime o sene boyunca sizinle olsun”  Bizde de “Güzel bir işe niyet edin, hayra niyet edin,” denir. Geçmiş senelerdeki seçtiğim kelimeler bakıyorum. Bir tanesi “duaymış”. “Dua etmekmiş” Kelimeyi seçerken öyle yoğun bir düşünme sürecim olmadı. Ama gerçekten o sene duanın hayatımda çok büyük etkisini gördüm. Duaya niyet etmek bile çok önemli bir girişim, Sonraki sene seçtiğim kelime “bismillah’tı” ve biz o süreçte çocuklarımızın okulu için muhteşem düzenimizi tepetaklak ettik. Doğduğum, büyüdüğüm, annemler ve kaimvalidemlerle yan yana oturduğumuz evin bulunduğu Avrupa Yakası’ndan kalkıp, daha önce hiç oturmadığımız bir bölgeye geçtik. Niye geçtik? Çocuklarımızın ilmi için geçtik. Bana bazen insanlar soruyorlar. Hatice Hanım çocuklarınızı hangi okula gönderiyorsunuz? Hatice Hanım okul kriteriniz nedir? Akademik başarı mı yoksa ahlak mı sizin için önemli? Ben hep diyorum ki:”
Rabbimin huzuruna çıktığımda  “Rabbim ben üç çocuğumun akademik başarısını ahlakının önüne geçirdim,” demek istemiyorum. Buna göre karar veriyorum, seçimi yapıyorum. Bu benim için çok önemli. Evet, bize çok yakın başarılı okullar var ama başarıdan ziyade çocuklarımın ahlaken nerede korunacakları benim en büyük kaygımdır. Siz niyet ediyorsanız Rabbim kalan kısımları dolduruyor zaten.  Çocuklarımın ilmi için geçtik. O yüzden “Rabbim ilmimi arttır” ayetini yazmak bizim için çok kıymetliydi. Ama sonraki süreçte şunu hissettim. Rabbim aslında onların ilmiyle beraber benim ilmimi de genişletmiş. Yeni bölgemizde Avrupa Yakası’nda bulamayacağım hocalardan ders dinledim. Mesela Fatma Bayram Hoca, YEKDER,  Çamlıca Camii dersleri, Marmara İlahiyat. Teyzemden otuz bir yıl boyunca Fatma Bayram’dan nasıl ders aldığını dinlemiştim.  Sonra bir gün kendimi ondan ders dinlerken buldum. Aslında siz niyetinizi gerçekten halis tutunca Rabbim hiç tahmin etmediğiniz kapılar açıyor size.

Hatice Hanım bu anlattıklarınızdan yola çıkarak, kelimeleri seçerken çok düşünmüyorum dediniz ama kelimelerin tesadüfen de seçilmediğini anlıyorum.

Kelimeyi seçene kadar ki süreçte ve kelimeyi seçerken içinizde yeşerttiğiniz hisler aslında o kelimeyle beraber ete kemiğe bürünmüş oluyor.

İlmin izinde olmanızın yanında hayatınızda hikmetle de bir kesiştiği bir yer var. Bunu da “Hayatı kullanma kılavuzu” başlığıyla hepimize merhem olsun diye ruha şifa muhabbetler serisi içinde uzun uzun anlattınız. İnsanlar hikâyenizi sevdiler, orda bizler ne bulduk sizce? Neden tekrar tekrar dinlendi.

İnsanlar, gerçekliği seviyorlar ve samimiyeti. Anlattıklarımın da başarı kavramına farklı bir bakış ta var. Bende sekiz yüz elli sekiz tane okul değiştirip, anne babamın “Belki burası olur. Belki burası adam eder bu çocuğu,” demesinden sonra (Gülünüyor) bir şeyler oldu. Kimilerinde, birileri bir şeyleri başardığında o kişiyle ilgili süper IQ ile doğmuştur, ömr-ü billah süper başarılarla okulları tamamlamıştır ya da geldiği yer o kişinin olmak istediği yerdir, düşüncesi oluşuyor.  Hâlbuki bu çoğunlukla böyle değil; hayatı kullanma kılavuzunda da bunu anlatıyorum. Hepimiz kendimizle çok büyük bir kavga içerisindeyiz. Çünkü kurduğumuz  güzel hayallerle bulunduğumuz yerler çok alakasız. Üniversitelerden mezun oluyoruz. Dört sene sonra diyoruz ki: “Bir dakika ya! Ben yanlış okudum galiba.  Benim istediğim bu değilmiş.” On yedi, on altı yaşındaki bir çocuğu annesi babası, birazcık eğitimden anlayan bir amcası, teyzesi varsa o yönlendiriyor. Çok akıllıysa “Doktor ol!” diyorlar. Çok çene yapıyorsa “sen işletmeye git” diyorlar. Ben Marmara İşletme girişliyim. Babama soruyorlarmış: “Kızınız çok mu istiyordu?” diye. Babam da: “Yok! Ben çok istiyordum.” Diyormuş (Gülüyor)  Hep bulunduğumuz yerle kavgalıyız, bulunduğumuz konumla kavga ediyoruz. Kendimizi daha iyi yerlere layık görüyoruz ama bir türlü kendimizi Rabbimize teslim edemiyoruz. Kızım LGS ye girecek. Hayırlısı olsun diye dua ediyoruz ama arka planımızda “Bak şu okul var ya!” diye işaret ederek sanki nokta atışı şeyler istiyoruz. “Sen gene dua et ama hayırlısıyla olsun” diye de diretiyoruz.(Gülüyor)
Allah salih insanlardan olmayı nasip etsin. Ama Allah’a teslim edince, aslında kendimize kurduğumuz hayallerden daha güzelleri ortaya çıkıyor. Belki de en büyük imtihan bulunduğun yerden bulunduğun yere razı olabilmektir.

Hepimizin sağlığımı korumak, manevi hayatımızı zenginleştirmek, iş yaşamında disipline olmak, toplumdaki sorumluluğumuzu yerine getirmek gibi yapmak zorunda olduğumuz şeyler var. Bunların illaki zevksiz lezzetsiz olması gerekmiyor ama genelde yapılması gereken görevler olarak değerlendirildiğinden kimi insanlar için tatsız görülebiliyor ve bir şekilde bunlar ya hiç yapılmıyor ya da güç bela kurtulmak nev’inden baştan savılıyor.  Oysa sizde bu işlerin içine yedirilmiş bir neşe, heyecan, şevk var. Bunun kaynağı nedir? Kuş çocuk masalınızda geçen içi uçangiller ya da kuş çocuk olmak.

İnsan geriye dönüp bakınca anlıyor.  Bir şeyler oluyorsunuz, değişiyorsunuz, bir fıtrat gelişiyor ama aslında bunların sizde hep bir arka planı var. Mesela benim dedem çok esprili bir insandı. Sürekli espri yapardı. Anlatılır ya hani aslında bizim şu anda yaşadığımız şeyler atalarımızdan bize dönen, aktarılan şeyler diye. Geçenlerde anneme telefon açtım ve büyük büyük dedelerimden başlayarak anlattırdım. Sonra dedim ki : “Anne ya! Ailenin yaşadığı o kadar tramvaya baktığın zaman ben yine iyi çıkmışım böyle.” (Gülüyor) Çünkü Rus soykırımında Kafkasya’dan kalkmışlar, gelmişler. Yarısı yolda ölmüş, yarısı boğulmuş. Sonra buraya gelmişler. Bir tanesinin eşi askere gitmiş gelmemiş. Bir tanesi hacca gitmiş. Arafat’ta kaybolmuş. Bir daha da bulunamamış. O kadar atalarıma kadar bakmaya gerek yok. Zaten annemin babası bile Almanya’ya gidip otuz beş sene orada yaşamış. Dört çocukla anneannem burada kalmış. Ama anneme ya da büyükbabama anlattırırken evet acıları da anlatıyorlardı ama benim hatırladığım ortada sürekli bir espri döndüğüydü. Bu espri yalnız malayani bir konuşma değildi. Ondan bir hayat dersi çıkarıyorsunuz. Geçen yine onu söylüyorum şuanda kemikleri toz haline gelmiş yıllar önce yaşamış ama o yaşadığı dönemde yeni gelin olan bir kızcağız var. Ailemde bu kızcağızın hala yeni gelin olduğu için utanıp da üzümü keserek yeme hikâyesi anlatılır. Diyorum ki kızın kemikleri bile sızlayamıyor artık kemikleri bile yok (Gülüyor)  Aslında buna gülme nedenimiz hepsinin arka planında bir şey olduğunu görmemizdir. Nedir? İnsanın kendini kasması, doğal olamayışıyla ilgilidir. Biz Çerkez’iz. Çerkezlerde düğün, dernek, dans hayatın ortasındadır. Bir kızcağız düğünde sahneye çıkmaya utanıyor. Ahırda direkle reverans yapıyor. Güya direk ona diyor ki “Kalk dans et” O da karşılık veriyor “Yok estağfurullah”. Hep espriye vurmuşlar hep eğlenceye vurmuşlar. Hayatın üstesinden zorlukların üstesinden böyle gelmişler.

Bir de şu var: Babama diyorum ki:  “Baba iş hayatında bayağı sıkıntılar yaşadın sen.” Babam “Hatırlamıyorum” diye karşılık veriyor.  Oysaki ben hatırlıyorum. Çünkü ben onunla çalıştım. “Şu sana böyle yaptı, bu sana böyle yaptı” dediğimde gerçekten hatırlamadığını anlıyorum. Evet, belli şeyleri unutmuyor. Bir dahaki sefere nasıl hareket etmesi gerektiğiyle ilgili ya da ilişkide olduğu insanlarla ilgili şeyleri unutmuyor ama gereksiz detayları siliyor.  Bu o kadar kıymetli ki.   Babama sürekli “Niye bana böyle yapıyorsun? Niye şöyle yapıyorsun?” ya da “ Çok bonkörsün. Niye insanlara bu kadar alan açıyorsun?” dediğimde, babamın şu sözü beni çok etkilemişti: “Allah rızası için yapıyorum. İnsanlar için yapmıyorum. Allah rızası için yapıyorum.” Biz sanki hep detaylarla boğuşuyoruz ve kafamızda kuruyoruz. O bana bunu yaptı, bu bana bunu yaptı, ben ona şunu yaptım falan. Dilimizde hep “Ben Rabbimin rızası için yapıyorum” var ama kalbe onu söyletebilmek çok büyük bir imtihan. Büyüklerimdeki kodlarda ben hep bunu gördüm. Evet, hep bir neşe var. Eğlence var ama kalplerini tatmin etmişler.

Bir yetimhanenin açılmasından tutunda, sağlıklı beslenmeye kadar güzel işler içinde görüyoruz sizi. Bunu da binlerce insan sosyal medyadan takip ediyor. Bu güzel işler eminim ki birçok kişide kolları sıvama isteği uyandırıyor. Ama hayırlı işlerin manileri de oluyor. Peki, siz istikrarı nasıl sağlanıyorsunuz? Nasıl organize oluyorsunuz?

Geçtiğimiz yıllarda şunu fark ettim. Bir şeye ne kadar değer verdiğiniz çok önemli. Ya da kafanızı ne kadar meşgul ettiği. Bazen sağlıklı beslenme kısmını çok felaket takıyorsunuz. Ya da başka şeylere takıyorsunuz. Ama süreç içerisinde kendimi getirdiğim nokta şudur: Benim bunu bu kadar takmam beni Rabbimden uzaklaştırıp, uzaklaştırmadığıdır. Ya da sağlıklı beslenme adına dikkatim ibadetten ziyade beni öğle yemeğinde hangi şekersiz şeyi nasıl yiyebileceğimin derdine mi sokuyor?  Çünkü bir süre sonra şeytan sizi onunla oyalıyor.  Hani vasat ümmet olmak var ya. İfrat ve tefrit mevzusu. Ben çok kolay bunların arasında gidip gelebilen bir insanım. Şuan için konuştuğumda ortada durabilmek benim için çok kıymetli. Bir şeye çok fazla taktıysam, diyorum ki: “Bu beni Rabbimden uzaklaştıran bir uğraş mı?”  Evet, ben sağlıklı olmak istiyorum. Ama niye sağlıklı olmak istiyorum?  Daha İyi ibadet yapabilmek için. Ya da torunlarımla ağaca çıkabilmek için. (Gülüyor) Orada niyeti almak çok önemli. Rabbimden uzaklaştırmasın bu beni. Namazı atlıyorsunuz ama o sağlıklı beslenme için kinoayı unutmuyorsunuz.

Çok güzel bir tespit. Hepimizin biraz bildiği ama çok kolay atlayabildiği bir konu.

 Bu hususta da iyi dostlarınızın olması çok kıymetli. Etrafınızdaki insanlar nasılsa siz de onlara benziyorsunuz. Dün çok sevdiğim bir arkadaşım örnek verdi. Diyor ki: “Evde iki tane orkidem vardı. Yan yana duruyorlar. Bir tanesi sarı bir tanesi pembe. Bir baktım ki sarı olan pembe çiçek açtı. Onlar bile tozlaşıp birbirlerine sirayet ediyorlar.” Gerçekten diyorum ki bu kadar insanın duası olmasa, arkadaşlarımın bu kadar Rablerine sarılışını görmesem, muhtemelen şu anda kendini instagirl zanneden bir tip olurdum herhalde.( Gülüyor) Kırk yaşından sonra da insanların diline düşerdim.

Dua dedik ya konuşmanın başında. Birisinin sizin için dua ediyor olması o kadar kıymetli bir şey ki. Sizin için dua edildiğini biliyor da olabilirsiniz bilmiyor da olabilirsiniz ama sizin için dua edecek, dua ettiğini tahmin edeceğiniz dostlar edinmeniz önemli.  Bazen etrafımdaki güzel insanların dostluğuna ayıp olmasın diye bu kadar çabalıyormuşum gibi geliyor. Çünkü bu çok büyük bir lütuf. Online da çok sosyaliz gerçekte çok asosyaliz. Eşimin imam hatipten arkadaşlarıyla bir WhatsApp grubu var. Diyorum ki ona “Ben de arkadaşlarımla anlamsızca gülmek istiyorum.” (Gülüyor) O da “instagramda hesabında iki yüz yetmiş bin insan var ”diyor. Evet, iki yüz yetmiş bin insanla çok fazla şey paylaşıyorum. Hayatımdaki zor dönemlere baktığımda o insanların desteği var. Ama gerçek hayatımda o kadar insan yok. Geçenlerde yabancı bir şarkıcı kızın belgeselini seyrediyordum. Zor bir süreçten geçiyor ve diyor ki “Arayabileceğim sadece annem var. Kimseyi arayamıyorum şu anda. Annem dışında birini de arayabilmek isterdim.”  Milyarlarca hayranı olan bir kadından bahsediyoruz. Bu yüzden kıymetli dostlar biriktirmek, Rabbine yakın dost biriktirmek çok önemli.  Zaten siz biraz sapıtmaya başlayınca dostlarınız “Kendine gel!” falan diyorlar.  Ben de “Başkası söylese çok kızardım da neyse sana kızamıyorum” diyorum.

Podcast şeklinde yayımladığınız Ruha Şifa Muhabbetler Seriniz var. Kur’an-ı Kerim Tefsirinden, sağlıklı beslenmeye, psikolojiye, masal ve hikâyeye kadar çok güzel bir arşiv oluşuyor. Ruha Şifa Muhabbetlerde “Annelik kaygıları, üniversite bitti şimdi ben ne yapacağım, corona virüste emanete sahip çıkmak, zor zamanlarda Müslümanca duruş gibi başlıklarla bence nasihat olan güzel dinletiler var. Hangi konu hakkında konuşmanız gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz?

Ruha şifa muhabbetlerin çıkışı şöyle oldu. Şu anda herkes çok fazla ekran önünde.  Ama bu kadar ekran önünde olmak benim için zor. Ekran önünde olmak nefsinizi çok fazla ön plana çıkarabilir. Ben bundan korktuğum için yemek videoları sırasında rahat değildim. Arka planda kızım bana kızıyordu:  “Kasıyorsun kendini, aksanını değiştiriyorsun. Bu sen değilsin” diye.

Sonra daha fazla faydalı olmak adına ne yapabileceğimizi düşündük. Bir arkadaş ile bir şeyler yapsak nasıl olur dedik. Çünkü bir arkadaşınızla konuşmaya başladığınız zaman çok daha rahat konuşuyorsunuz. Geçen sene başladık. Başladığımız zaman bu tarz yapılan neler var diye baktık ve yurt dışında yapılan podcastleri gördük. Bu işe psikoloji sohbetleriyle başladık. Benim ortaokuldan sınıf arkadaşım, psikolog Zeynep Temiz Atalay’la psikoloji sohbetleri yaptık. Diyorum ya “Bismillah” ve dua kısmı önemli diye. Psikoloji sohbetlerinden sonra Merve Safa Likoğlu Hocamız : “Süper! O zaman biz de beraber Kur’an okumaları yapalım” dedi. Ben de “Bir dakika ya nasıl yani?” dedim.

Bana hep “Nasıl bir strateji planı geliştirdiniz? Nasıl yol aldınız? Diyorlar. Diyorum ki: “Anneme babama kimseye bir şey söylemedim. Gizli gizli yemek yapmaya başladım.”  Ben de strateji falan bir şey yok. Bana deselerdi ki on beş sene sonra yemek kitabı çıkaracaksın, TRT Çocuk Dergisi Genel Yayın Yönetmeni olacaksın ikinci gün Portakal Ağacını bırakırdım herhalde bu kadar stresle. Çünkü ben plansız bir şeyler yapabilen bir insanım. Eşim plan yapmadan duramıyor, ben de plan yapınca duramıyorum.

Rabbim her fıtrata göre bir yön veriyor. Gerçekten emek verebilmek ve niyet etmek çok kıymetli. Evet, iyi bir şey yapmak istiyorum. Çok fazla kendimi ön plana çıkartmak istemiyorum. Hayra vesile olmak istiyorum.  Ama bunu yaparken de birazcık çevrenizde neler oluyor? Dünyada neler oluyor? Takip etmek gerekiyor. Portakal Ağacı Türkiye’nin niye en meşhur yemek bloğu? Çünkü ilk yemek bloğu. Ben bugün çıkıp da bir instagram yemek sayfası yapsaydım. Belki hiç kimse duymayacaktı. Ya da Ruha Şifa Muhabbetler niye bu kadar biliniyor? Çünkü Türkiye’deki bizim alanımızdaki ilk podcastlarden birisiydi. İslami camiadaki kadınlar arasındaki ilk podcastti. Bu yüzden dünyada neler oluyor? Bakmanız gerek. Kendi alanınız dışında. Ben işimin yanında pazarlama podcastleri dinliyorum. Pazarlama dergilerine bakıyorum. Bir de burada da tabi şu önemli. 

Ezber Bozan Kadınlar’ın kitabı yazma sürecinde araştırmalarım sonucunda bir de  “ezber bozan kadınların babalarını yazmak lazım.” Dedim. Çünkü o kadınlara bile baktığınızda bizden yüzlerce binlerce yıl önce yaşadıkları halde Babalardan biri kızına “Kalk Endülüs’ten Çin’e hadis topla diyor. O kadar kıymetli bir şey ki bu. Arkada baba olunca kızlar çok daha hızlı ilerliyor. Bazen sadece anne oluyor ama anne iki katı mücadele veriyor. Gerçekten arkasında sadece annesinin olduğu ve böyle yol almış kızlar da var ama anne o babanın bıraktığı eksikliği de doldurmak için canla başla çalışıyor. Babam da bana hep üniversite ikinci sınıftayken “İşe geleceksin, ben de ders programını alacağım, takip edeceğim” derdi. Okul Hisarüstü’ndeydi, işyeri Mecidiyeköy’de. Okuldan işe otobüsle gidiyorum geliyorum. Herkes çimenlerde yatıyor. Benimle alay ediyorlar, ben yüz lira maaşla çalışıyorum. “Baba yüz lira maaş veriyorsun!” dediğimde babam: “Hayır, geleceksin oturacaksın. Dünyada markalaşma nasıl oldu bakacaksın, web sitesi nasıl yapılır bakacaksın,” derdi. 2002 senesinden bahsediyoruz. Şimdi genç kızlara konuşmaya gidiyorum. O dönemi ve işe başladığım yılı anlatınca  “Hı hı! Bizim doğduğumuz sene” diyorlar. “Susun konuşmayın!” diyorum.

 Babamın verdiği vizyon çok kıymetli. O zamanlar ağlıyordum home ofis olmak istiyorum diye. Babam da bana sonunda “Hom olup kalacaksın!” diyordu. Evlendim. Home olup kaldım. Bu sefer de “İşe gideceğim” diye ağlıyordum. Çünkü bir şeyler üretmeye alıştığınız zaman, duramıyorsunuz. Bu sadece gidip bir ofiste üretmek değildir. Eğer insan azıcık kendi emeğiyle üretmenin tadını aldıysa, ilminin sadakasını vermek istiyor.  Rabbim bir ilim verdiyse onu birilerine öğretmek ihtiyacı hissediyor. Yoldan birini çevireyim anlatayım istiyorsunuz. Babamın bana anlatmak istediği şeyi şimdi anlıyorum. 2002 senesinde “Markalaşma nasıl olur? Dünyayı araştır. Web siteleri nasıl yapılır?” Dediğinde ağlıyordum. Babama diyordum ki: “Babacığım 2000 tane kampanya kaydını sildim. Bak baba gitti.” Babam “Gelir gelir.” diye destekliyordu.

Bana yemek yapmayı nasıl öğrendiniz? Diyorlar. Deneyip yanılarak diye cevaplıyorum. Hayatta böyle bir şey. Ama arkanızdan sizi ittiren size destek olan var mı? Ve sizde de yürümek için ne kadar gayret var? Hepsi ayrı ayrı önemli hususlar.

O dönemde siz çalışmak istemiyorken babanız elinde “Boş durma! Çalış!” yazılı bir kâğıtla önünüzden geçiyor. Vizyoner olmanın dışında babanızda insan ilişkilerinde de etkin olduğunu görüyoruz. Siz de söylediniz zaten “Ezber bozan kadınların babasını yazmak lazım” diye. Sizin babanız nasıl bir insandı?

Babam da annem de Kayseri’nin farklı köylerinden çıkmış iki insan. İkisi de çok gayretliler. 88 senesinde ben 8 yaşındayım. Ablam da 10 yaşında. Babam Cahit Zarifoğlu’nun çocuk kitaplarını getirmiş bize. Gülücük serisi var, Motorlu Kuş var, Katıraslan var. Annem de o zamanın yemek duayeni Leman Cığızoğlu’nun kitabını ciltlettirmiş. Düşünebiliyor musunuz? Yemek kitabını ciltçiye götürmüş.  Yemek kitabını üstüne altın yaldızla Hatice Özdemir yazdırmış. İki farklı vizyon. Ama ne kadar birleştirmişler.  Babam “Bizim için okumak tarladan kurtulmak demekti. Biz o yüzden çok okuduk” der. Kayseri’nin gayet köklü bir ailesinin çocuğu Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümünden mezun oluyor. İşletme mastırı yapıyor. Daha sonra çeşitli işlere giriyor. Orada insanlara gayret edebileceğini gösteriyor. Ve iyi bir yerlere Allah’ın izniyle geliyor. Annem de ilkokul öğretmeni. 80 darbesinde ben doğmadan hemen önce başörtülü olduğu için görevden atılıyor. Annem evlendikten sonra örtünmüş bir hanım. Malatya öğretmen Okulu’ndan mezun. Hep onu anlatıyorum.

Anne babanın vizyon sahibi olması önemli. Şimdi biz ne yapıyoruz? Beni okutmadılar, travmam var. Ya da ben diyorum ki beni Marmara’dan attılar. Marmara’ya alınmamış olmak ya da son sene üniversite kapısında baş örtüsü engeli sebebiyle bekliyor olmak benim için travma. Ama annemdeki travmaya bakın. Ben daha bu sene öğreniyorum bunu. Annem ablamla beni sınıfa bırakırmış ve kapıda “Bu öğrenciler benim öğrencim olmalıydı” diye ağlarmış. Baktığımızda bu kadının hayattan el ayak çekmesi, hayattan kopması lazım. Ama annem kendine: “Bunlar beni görevden aldıysa ben kızlarımı öyle bir yetiştireceğim ki onlar, hem Müslümanlara örnek hem de kendi rızıklarını kendi kazanabilen çocuklar olacaklar” demiş. Anneme diyorum ki: “Sen resmen update etmişsin hedefini,”  çünkü benim annem annesinden öğretmen olarak doğmuş bir kadın.  Ona öğretmenlik yapamazsın demek ona ağır gelen bir şey. Şimdi bile anlattırsanız cümlenin ortasında ağlamaya başlar. O kadar önemli öğretmen olmak onun için.  Bu kadar büyük bir hayal. Köy okullarında, Ankara’nın ücra ilçelerinde öğretmenlik yapmış. “Başımı örtmeye karar verdiğimde istifa mektubumu almak için bile yüzüme bakmayan insanlarla muhatap oldum” der. “Siz bana öğretmenlik yaptırmıyorsanız, ben de o zaman iki kızımı ilmi ve ahlaki açıdan elle gösterilecek çocuklar olarak yetiştireceğim” demiş. Bana “Nasıl böyle oldunuz?” diyorlar. Ben de derim ki: “ Anne ve babama o kadar çok çektirmişim ki ancak onların sadaka-i cariyesi bu kadar oluyor” (Gülüyor)  Yoksa bana kalsa, beni bana bıraksanız olabilecek bir şey değil. Elhamdülillah onların o gayreti çabasıdır olanlar. Hani hayatı kullanma kılavuzunda da var. Annem o anki durumda teslim oluyor “Ben şu anda ne yapabilirim?” diye soruyor. Geçenlerde bir okuyucum sıkıntısını yazmış bana. Dedim ki:  “Olaya, duruma dışarıdan bakın. Rabbimiz sizden nasıl bir tavır beklerdi?” Çünkü insanın nefsi çok karışıyor. Rabbimizin sesi en doğru ses. Ama kafamızın içinde o kadar tilkiler dönüyor ki : “Bunu sana nasıl yaparlar? Bilmem kimin kızı nereye girdi? Herkes hayalini yaşıyor? Herkesin aşkitosu, bir tanesi, kocası böyle düşünceli mi? Herkesin mi bebesi uslu? Herkes mi kitap yazıyor? Herkes mi istediği projeyi yapıyor? Bir ben miyim hayaline kavuşamayan?” Dedirtiyor. Ayrıca şu da var. Bazen hayale kavuşmak da bir imtihandır. Ben küçükken ne kadar yanlış bir bakış açısı ama “Allah’ım beni verdiklerine ne kadar şükredebiliyorum diye imtihan et” derdim. Böyle bir dua olur mu? (Gülüyor) Ben on beş sene boyunca böyle dua ettim. Şu an o kadar korkuyorum ki.

Fatma Bayram Hoca der ki: “Fakirin sualinde ne var? Bir şeyler başarmış istediği şeyleri kavuşmuş kişilerin suali zor. Ne kadar sürecek? Allah bilir,” der. O kadar zor ki. Hemen nefsiniz kendimize “Bir şeyler yaptım, bir şeyler başardım,” diyor. Geçen günlerde yürüyüşe çıktım. Bir yandan da düşünüyorum. “Harika! Süper projeler yapıyoruz.” Bazen kızım bana şöyle der :” “Sen bu aralar fazla dini oldun” Ben de yürürken bir yandan kendi kendime “Tamam ya bu kadar da abartmamak lazım bu hayatta, bu kadar maneviyat yeterli,” dedim. Birden Dınn! Kulaklığın şarjı bitti. Dedim ki: “Hatice bu kadara bile muktedir değilsin. Yürüyüşün geri kalan kısmını bön bön önüme bakarak yürüdüm. Hayatımızda en ufak bir şey istediğimiz gibi olunca onu kendimizden bilip. “Tamam, oldu oldu artık!” deyip sanki haşa artık Allah’a ihtiyacımız kalmamış gibi hissediyoruz. Sanki sadece başımıza zor bir şey geldiğinde dua edecekmişiz gibi bir his oluşuyor.  Hâlbuki Hz Meryem’i anlatıyorlar. Melek aracılığıyla “Sen kadınların seçilmişisin,” denildiğinde kalkıp namaz kılıyor. Bize kadınların en hayırlısı haberi gelse, Allaahh!  Kırk gün kırk gece kutlarız herhalde. Hangimizin aklına gelir bir şükür namazı kılmak. Rabbim şükrü kendi cinsiyle da edebilenlerden olmayı nasip etsin. Çok çok çok büyük bir imtihan. Hep bekliyoruz istediğimiz şey olsun. Ona kavuşalım ama belki o daha da büyük bir imtihan.

Kulaklığın kapanmasıyla hadiselerin dilini çözebilmeniz, mesajı fark edebilmeniz de çok güzel bir şey.

 Bu hayırlı dostlar biriktirmekle ilgili. Geçenlerde bir hocamız şöyle dedi. “Resulullah’a peygamberlik geldi,  Resulullah bir sürü kötülükten korundu ama çok erdemli bir hayat yaşadığı için bu güzellikler oldu. Biz güzel bir şey kavuşayım ondan sonra iyi bir insan olacağım diye düşünüyoruz.  Oraya gelene kadar güzel şeyler yapabilmek esas zor olan. Çünkü insanın nefsi sürekli ne kadar dünyalık varsa ona kaymak istiyor. Bana “Bu kadar takipçi biz de olsa gidip de sabahtan akşama tefsir dersi mi dinlerim?” diyenler var.
Ama öyle olmuyor işte. Herhalde bu tür şeyler size bir noktadan sonra ” bunda bir şey var,” dedirtiyor. Bağlıyor kendine. Tabii ki göremediğim bir sürü şey vardır. Rabbimin bir sürü işareti vardır da ben hala kafamın dikine gidiyor olabilirim ama azıcık bir emekle Rabbim çok büyük lütuflarda bulunuyor.

Ormanın En Sıradan Ağacı isimli hikâyenizi gören kızınız “Beni yazmışsın.” dediğinde hayır 26 Yıl önceki Hatice’ye yazdım diyorsunuz. Yine bir yaz okulunda yaşadığınız tecrübeyle cebinize ezber bozan kadınları biriktiriyorsunuz. Masalın kahramanı Pitipat’la herkes biriciktir, Yirmi dört ezber bozan kadınla rol modeli bulmaya ve rol model olamaya sevk ediyorsunuz. Hatta kitabınızın sonunda “Benim Ezber Bozan Hikâyem” diye bir bölüm de var. Portakal Ağacından Dualar ‘da da aynı etkileşim var.  Hem Ormanın En Sıradan Ağacın ’da hem de Ezber Bozan Kadınlar ’da bir yara var, böyle güzel kitapların çıkmasına vesile olan bir dert. Bundan bahseder misiniz?

Geçenlerde bir yazarlık okulunda Değerlendirme Kurulu Üyesiyim. Gençlerin gönderdiği metinleri her ay okuyup değerlendiriyorum. Orada da sordular. “ İnsanın illa bir yarası mı olması gerekir?” diye. Aslında herkesin yazma motivasyonu farklıdır. Ulaştığınız insanlar da farklı farklı. Belki bendeki yara bir başkasına iyi geliyor. Bazen de hiç iyi gelmiyor. Fuarlarda, kütüphanelerde, okuma günlerinde çocuklar geliyorlar. Bir tanesi ağlayarak sarılıyor. “Beni yazmışsın, ormanın en sıradan ağacı benim,” diyor.  Başka bir çocuk geliyor. “Ne anlatıyorsun burada” diyor. Anlatıyorum:  “İnsanlar bazen kendini beğendirmeye çalışırlar, uğraşırlar…” diye.  Çocuk  “Yooo! Ben hiç öyle hissetmiyorum” diyor. (Gülüyoruz) Mesela bir sürü gencimiz “Ezber Bozan Kadınları ben yazacaktım, benim hayalimdi,” dedi. Dedim ki “Benim satırlarımın etki edeceği insanlar var ve bir de hiç etki etmediği insanlar var. Bilirsiniz bir Amelia Earhart var. Okyanusu uçakla ilk geçen kadın. Kaç kere yazılmıştır. Kitabının karakterleri çıktığı zaman mutfağımın duvarına bütün karakteri yapıştırdım. Oğlum kadınlarının fotoğrafına baktı. Uçak resmi olana “ Amelia Earhart,” dedi, tanıdı. Çünkü o dönemde televizyonda meşhur kadınlarla ilgili bir hikâye vardı. Anlatılıyordu. Benim kadınım ise Bedriye Tahir Gökmen.  Bedriye Tahir Gökmen kaç kere yazılmış? Hikâyesi tamamen unutulmuş bir kadın. Sadece ilk kadın pilot olarak anılıyor. Ama Bedriye Tahir Gökmen sadece bundan ibaret değil.

Biz yazmak ve iyi şeylere adım atmak için kendimizi engelliyoruz. O’nu yazdılar ve bitti diye düşünüyoruz. Ama bitmedi. Benim etki ettiğim insanlar başkadır. Belki de senin kelimelerinle şifa bulacağın ya da şifasına vesile olacağın insan başkadır. Yapmamak için bahaneler buluyoruz. Herkesin beslendiği şey farklı. Edebiyat mezunuyum. Hayatım boyunca edebiyatla kavgalıydım ben. Niye? Çünkü edebiyat benim için okuldan atılmak demekti.  Marmara’yı bırakmak ve Boğaziçi Edebiyata geçmek demekti. Benim için mecburiyetti. Portakal Ağacı’na bakarsanız bütün kelimeler küçük harfle başlar. Kendi içimde bir tepki geliştirmişim. İnsanlar bana yıllarca yazdılar. “Edebiyat mezunusunuz ama küçük harfle cümle başlamaz, düzeltin” diye. Ben “Yok abla istemem kalsın” dedim. Hayatın içinde gidiyor geliyoruz ama ucu hep “Hayatı Kullanma Klavuzuna” değiyor. Bakıyorum hepsinde bir hikmet varmış. Bazen diyorum ki “Allah’ım 40’ıma geliyorum hala bu çocukların büyümesini bekliyorum.” Eşim de “Yok yok sen her yaz böyle oluyorsun,” diyor.

Oturup mantıklı düşündüğünüzde şu anda bulunduğunuz yer en kıymetli yer belki. Diyorum ileride oğlum vesilesiyle “Allah Muhammed Musab’ın babasından ve annesinde razı olsun”  duası alır mıyız? Bundan daha büyük bir şey olabilir mi? Ama tabii ki nefsimiz durmuyor. “Sen de bir şey yapsaydın. Bak millet neler yaptı. Sınıf arkadaşlarını aldı yürüdü gitti.” O sürekli bir kavgadır.  Kavga etmekten de zaten hareket edemiyoruz.

Fikir olarak kalbinize düşen Ezber Bozan kadınların yazıya aktarılma sürecinden yazar kimliğinizle bilgi verebilir misiniz?  Yazar Hatice Özdemir Tülün ne okur? Kaleminin kuvveti için ne yapar? Yazarken nasıl çalışır?

Bu ara Drina Köprüsü’nü okuyorum. Mesela oğullarımdan bir tanesi yazmaktan nefret ediyor. Okumaktan da nefret ediyor. Geçenlerde onunla beraber Ramazan’da Alak Suresi’ni okumaya başladık. Ona “Oğlum, oku demekle ne kastediyor acaba Allah? Belki evreni okumaktır. Belki doğayı okumaktır. Belki senin sevdiğin gibi bir okumaktan bahsediyordur” dedim. Oğlum 11 yaşına girecek. Hiç beklemediğim bir şey söyledi: “Belki insanların düşüncelerini okumaktır, kendini o insanın yerine koymaktır.” Ben o ana kadar “İkra” ayetini hiç empati olarak düşünmemiştim. Herkesin bambaşka hissiyatı var. Mesela bugün sabah bir şeye çok üzüldüm.  Oğlum geldi “Sarılalım mı?” dedi bana. “Hayır, şu anda hiç istemiyorum,” dedim. Pedagojideki üzerinde çarpı olan anne modeli benimdir. Oğlum “Olsun ben sana yine de sarılacağım” dedi ve geldi arkamdan sarıldı. Aradan zaman geçince sarılmanın bana çok iyi geldiğini söyledim ona.

Çok sevdiğim bir yazar ablam var. Figen Yaman Coşar. Geçen gün instagram’a lokma dergisinin fotoğrafını koymuş.” Fotoğrafın altına da “Herkes kurgulu bir metin okumak zorunda değil. Benim oğlumun en sevdiği şey yemek dergisi okumak.” yazmış. Ben kendi kızıma “Yavrum n’olur okuyun bak. Portakal Ağacı’nın çocuğu okumuyor demesinler,” demiş bir insanım. Bunlar hep nefsin işi. Çocuk sizi nasıl görüyor o çok önemli. Kızımda ilk on sene boyunca “Annem ne olur oku, yavrum ne olur ele güne karşı bak rezil oluyoruz…” dedim. Kızımın şu anda dev bir kütüphanesi var.

Ben insanlardan çok beslenirim. İnsanlarla yakın olabilmek o muhabbeti kurabilmek benim için çok kıymetli. Bir de ben gazla çalışırım. Bazıları tamamen içten hislerle kendi kendini motive eder. Bana da birisi “Yapamazsın” diyecek. Ancak öyle motive oluyorum. Kendi motivasyonunuzu bulmanız çok önemli. Ezber Bozan Kadınlar isimli kitabıma benzer başka bir kitap var. Birkaç sene önce yayınlanmış. İçinde çok sıkıntılı karakterler var. İçinde de bir iki tane tesettürlü kadın var. Kızım “Anne kitapta iki tane tesettürlü kadın var. Onlar da bir spor dalında başarılılar ya da ülkelerine başkaldırmışlar. Hiç mi kafa yapısı olarak eli ayağı düzgün, normal bir Müslüman kadın yok?” diye sormuştu. Gerçekten araştırdıkça bilmediğim bir sürü kadınla karşılaştım. Çünkü bizde başarılı kadın sadece batıda var bu topraklarda yok gibi bir anlayış var. Ayrıca kimilerinde başarılı kadın olacaksan, tamam, Müslüman olabilirsin ama ancak onlara benzersen seni içimize alırız anlayışı var. Birkaç sene önce bir siyasi bir olay yaşanmıştı. Bana “Siz yemek yapsanıza, niye karışıyorsunuz ülke gündemine, dünya gündemine?” diyenler oldu.  Ama dünyaya baktığınız zaman kadınlar, yemek yazarları, sosyal medyada paylaşım yapanlar her konuda fikri olan kişiler. Ne kadar entelektüel olunursa, dünyada ne kadar farklı şeyler bilinirse kişinin ve işlerin seviyesi de o kadar yükselir. Ama biz kendimizi kısıtlıyoruz. O benim alanım değil, bu benim alanım değil diyoruz. Belki o alanda bilgiliysek bile takipçi kaybederim, insanlar sevmez diye konuşmaya çekiniyoruz. Ben yıllarca portakal ağacına kendi fotoğrafımı koymadım, evlendikten sonra koydum. Çünkü eş aramaya çalışan bir genç kız portresi çizmeyeyim diye düşünüyordum. Resmimi koyduktan sonra tepki aldım.  Çünkü okuyucular, beni kendileriyle bağdaştırmış, çok bağlanmış, çok sahiplenmişler, Allah razı olsun. Ama bana “Sen bizim hayallerimizin yıktın. Biz seni muhafazakâr ailenin modern kızı biliyorduk. Nasıl yaparsın?” dediler.

Şu anda ise on beş yaşında on yedi yaşında takipçilerim var.  “Seni takip ediyorum ama hiçbir ortak noktamız yok. Sen bana hiç bilmediğimiz, yan yana dahi gelmekten çekindiğimiz insanlarla da çok fazla ortak noktamız olabileceğini fark ettirdin,” diyorlar. Bu çok kıymetli. Kitapta diyoruz ya “kadınların masalları birbirine benzer” bence en büyük problem birbirimizden bu kadar korkuyor olmamız.  Bu fikri ayrılıkları bir kenara koymalı. Ben siyasi tartışma yapmam. Ben takım tutuyor musun? gibi soruları bile hiç sevmeyen bir insanım. Bana bu tür soruları ve tartışmaları dayatmazlarsa içinde yaşadığım çevreden çok başkalarıyla konuşacak şeylerim olduğunu görürler. Çünkü aynı şeyleri okuyoruz, aynı şeyleri seviyoruz. Farklılıkları bir engel olarak ortaya çıkartmazsak o kadar çok paylaşacağımız şey var ki. Rabbim kalpleri yaklaştırsın. Hayra vesile etsin.

Amin. Zaten sizin sohbetlerinizden, podcastlerden, diğer sohbetlerden veya herhangi bir yere davet edildiğinizde konuşmalarınızdan diz dize iki arkadaş, kimse olmadan,  dertleşerek sohbet ederler ya hep bu tadı alıyorum. Bence herkes o tadı alıyor.  İnsanlar bunu seviyor, özlüyor. Bu tadı alıyoruz biz sizde.

Son olarak Portakal Ağacı stüdyosunda bu aralar neler oluyor? Yeni bir hazırlık var sanırım. Bahseder misiniz?

Portakal Ağacı Stüdyosu, annemin mutfağında başlayan bir sürecin meyvesidir.  İki bin üç yılında. Daha sonra kendi mutfağıma geçtim. İki bin on senelerinde video mu çeksek ne yapsak? Diye düşündüğümüz zamanlar oldu.  Ama çok çabuk demoralize oluyor ve hayal kırıklığına uğrayıp olmuyorsa bırakayım diyen birisiyim. Bazı çabalar var ama olmayan şeyler de var. Sonra Lokma Dergisini çektiğimiz bir süreç oldu. Stüdyonun sahibi beyefendi bize kullandığımız yerle ilgili “Burayı başka bir şey için kullanmak istiyorum. İsterseniz şurada bir çatı katı var ama çok harabe halde. İçini yaptırıp oraya geçmek ister misiniz?” diye sorduğunda hiç aklımızda olmayan bir şey önümüze geldi.  Çünkü ben zaten “Hayır! Ben artık yemek yapmayacağım,” diyordum. (Gülüyor) Ama Allah bir yerlerden döndürüyor. Hayatı Kullanma Kılavuzunda da söylüyorum ya biz yoldan sürekli sapmaya çalışıyoruz. Dönüyoruz, dolaşıyoruz bu yola geri geliyoruz.  O zaman  “tamam geçelim,” dedik. Orası için odalar falan planlamıştık. Ama “Burası açık salon daha güzel olur” dedik. “Bir tane uzun masa mı koysak?” Diye düşündük. “Burası atölyeye de dönüşebilir,” dedik. “Ama burada sürekli yemek yapılan bir yer değil de hayra vesile muhabbetlerin olduğu bir yer olabilir,” diye konuştuk. Çünkü birkaç sene önceki Ramazan videolarımızda o tarz şeyler yapmıştık. Bir keresinde profesyonel bir çekim ekibi gelmişti. Aslında dizi film çeken yirmi beş yaşında delikanlılar. Kızımla ayetlerde geçen yiyeceklerden seçip “cennet keki” yapmıştık.  Annem geliyor, hayat hikâyesini anlatıyor. Başka biri geliyor onunla başka bir şey yapıyoruz, konuşuyoruz. O çocuklar bana “Hocam ya! Siz Hoca mısınız?” “Her halde ilahiyat mezunusunuz?” dediler.  Oysa insan olarak, her şeye doyduk. Yemek videosuna da doyduk. Filme de doyduk. Ama o ruhumuzdaki boşluk bir türlü doymuyor. Sadece gerçekten Rabbini andıkça dolan bir boşluk. Biz bunu gaye ediniyoruz sadece. Bunun için çabalıyoruz. İnşallah stüdyoda buna vesile şeyler yaparız.





1 Comment

  1. tebessümle hatta kahkahalarla okudum. aralarda hüzünlemsem de çok keyifli bir sohbet okudum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek