Cihan Aktaş Röportajı/ Fatma İçyer

1960 yılında Erzincan’da doğan  Cihan Aktaş, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulunu 1982 yılında bitirdi. Bir dönem mimar olarak çalışıp mesleğini bırakarak yazarlığa yöneldi. 1983’ten itibaren çeşitli gazetelerde kadın köşeleri hazırladı. Bir çok dergide öyküleri yayımlandı.

İlk öykü kitabını 1989 yılında çıkardı. Yazarlığı neşeli bir üretkenliğe benzeten Cihan Aktaş, o günden bugüne bir çok roman, öykü ve inceleme kitabına imza attı.

Fatma İçyer, Cihan Aktaş’la yazmanın arka bahçesi; süreçleri, rutinleri, yazmaya etki eden faktörler, bir öykünün ya da romanın doğumunun nasıl gerçekleştiği üzerine keyifli bir röportaj yaptı.

İyi okumalar.

Bir yazar olarak Cihan Aktaş’ın evde olduğu bir günü nasıl geçer?   

Sevgili Fatma, günün en dinamik saatlerini en sıkıcı yazılara ayıracak şekilde program yapıyorum. Sabah sekiz buçuk gibi kalkıp kahvaltı hazırlığına girişiyorum. Çay demini alırken jimnastik yapıyorum. Kahvaltıdan sonra işte o sıkıcı yazının başına oturuyorum ve bu da genellikle edebi bir yazı olmuyor. Bazen keşif ve buluşlarla zevkli hale gelse de işte böyle yazıları sabah saatlerinde yazıyorum ki çalıştığım romana gerilimsiz bir zaman ayırabileyim.

On iki gibi mutfağa giriyorum. Yemek pişerken birkaç telefon konuşması yapıyorum. Namazı yemek takip ediyor. Ardından başka bir çalışma başlığı açıyorum. Bir öykü, bir kitap bölümü, bir söyleşi metni, bir makale, bir ev işi… Her zaman gün içinde en az dört başlık oluyor. Sonra dinleniyor, kitap okuyor, namaz kılıyor, yürüyüşe çıkıyor, alışveriş yapıyor ve dönüyorum. Yürüyüş ve ev işi yaparken ve uykuya dalmadan önce de romanımdaki bazı sorunlara kafa yoruyorum. Yaşadığım semtte çok fazla yeşil park var. Bu parklara gidiyorum yürüyüş için. Salgından sonra yürüyüşlerim seyrekleşti, haftada iki kez gidiyor, evde jimnastik yapıyorum. Yanımda genellikle eşim oluyor. Döndükten sonra üçüncü yazı faslına girişiyorum. Bazen bu faslı akşam saatlerine bıraktığım roman çalışmasına ayırıyorum, bazen de ev işi yapıyorum. Günün en dingin saatlerini romana ayırıyorum. Bazen daha erken başladığım oluyor roman yazmaya, böylelikle dört saati buluyor. Evin günlerini işte böyle geçiriyorum.

Yazarken nelere dikkat edersiniz, rutinleriniz var mı? Yazmak için ortam, saat ya da uygun şartlar arar mısınız?

Masa başında, kaynak kitapların arasında daha rahat çalışabiliyorum. Etrafta neler olup bittiği etkilemiyor çalışmaya daldığımda, gürültüden rahatsız olmuyorum. Ani programlar huzurumu kaçırıyor, planlı programlı olduğum için.

İlk yazınız nerede ve nasıl yayımlandı? Neler hissetmiştiniz? Günümüze gelecek olursak bir kitabınız baskıya hazır hale geldiğinde neler hissediyorsunuz?

İlk kez bir şiirim bir yarışmada derece aldıktan sonra okul dergisinde yayımlandı. Yatılı okulda, ortaokul üçüncü sınıftaydım, 29 Ekim 1973’tü, şiir de Cumhuriyet’in 50. Yılı üzerineydi. Kompozisyon derslerinde her zaman yüksek not alırdım zaten, şiirler de yazardım, büyük bir sürpriz sayılmazdı ama aldığım olumlu tepkiler yazmayı sürdürmeme katkıda bulundu zannedersem. Bunun dışında ilk metnim 1980’di galiba, Yeni Devir gazetesinde yayımlandı. Mimarlık alanında hayallerimi yazmıştım, o da bir yarışmada derece alan bir yazıydı. İlk öyküm ise “Melankoli” adıyla Aylık Dergi’de yayımlandı, 1984 olmalı.

 Yazar olmaya kesin olarak karar verdiğiniz bir an ya da olay var mı? Mimarlık okuyup, biraz mesleğinizi yaptığınızı da biliyoruz. Mimarlığı bırakıp neden edebiyata yöneldiniz?

Yazarlık alanında ilerleme, yazıya yoğunlaşma kararım bir süreç içinde gerçekleşti. Yazmayı hep sevdim, yazarlık başlangıçta ağırlıklı olarak hedefimde olmasa da benim için tutkuyla düşündüğüm bir hayaldi. Bir meslek olabilir miydi, düşünemiyordum bile. Gerçi şimdilerde de yazarlığı bir meslek olarak görmüyorum, hayatımın herhangi bir yerinde değil çünkü, saatleri de belirli değil, sonuçları kesinlikten yoksun. Üstelik severek çalışıyor ve bunu da “Neşeli Üretkenlik” olarak anlıyorum. İçinde bulunduğum şartlar altında yazarlık geliştirebileceğim bir uğraşıydı.  Bebek sallarken kitap okuyabiliyorsunuz. Başörtüsü yasakları akademide ilerlememe izin vermiyordu, mimarlık büroları heyecan duyuran bir tasarıma teşvik edecek ortamlar sunmuyordu genç mimarlara,  evliliğim nedeniyle iki ülke arasında gidip geliyordum; bu şartlar altında yazarlık benim için ikamet ettiğim zemine dönüştü zamanla.  

Cihan Aktaş öykülerini romanlarını nasıl yazar? Bir metin sizin ellerinizde doğmak için hangi süreçleri geçirir? Bu bağlamda çok okuyucu mu yoksa çok gözlemci misiniz? Sizce gerçekten öykü kokan anlar, sözler var mıdır?

Her romanın kendine has bir yazılma süreci var sevgili Fatma, mesela Bana Uzun Mektuplar Yaz’ı yatılı okuldan ayrıldıktan sonra sürekli zihnimde dolaşan hikaye ve temalarla ancak yirmi sene sonra kaleme alabildim. Roman geniş zaman ayırmayı gerektiren bir tür. O nedenle çocuklarımın bebeklik çağında ancak zihnimde geliştirebildim roman tasarılarımı ve öykü yazdım. Sınıra Yakın, iki çocukla İstanbul ve Tahran arasında yaptığım otobüs yolculuklarının gözlem ve hikayelerinden süzülüp dile geldi 2012’de. Şirin’in Düğünü, Nizami’nin Hüsrev ve Şirin yorumu. Bu romanın arka planında bir öykü var, o öyküyü de Tahran’da bir sergide gördüğüm bir Behzad minyatüründen esinlenmiştim. Ferhat’ın Şirin’i atı Şebdiz’le birlikte omuzlamış ve birlikte bir dağı çıkıyorlar… Nereye gidiyorlar, niye yorgun değiller, yüzlerindeki bu sükuneti nasıl anlamlandırmak lazım… “Ağırlığı Kaldırmak” ve “Dağ Yolcuları” başlıklı öykülerimi yazdım bu minyatürün esinleriyle, derken Dağ Yolcuları’yla ilgili bazı yorumlar ve öneriler öykünün temalarını bir romanda ele almaya götürdü beni. Seni Dinleyen Biri, Türkiye’nin kendi gerçekleriyle ideolojik kalıplar arasındaki çatışmanın kaldırılamaz hale geldiği yılların romanı. Yoğun olarak içinde bulunduğum dönemi bir grup başörtülü kızın İslami değerleri anlayıp yaşama kaygısı üzerinden konu ettim. Şimdilerde tamamlamak üzere olduğum romanı ise divanını yakan şairimiz Cevriye Banu’nun bir sözü üzerine düşünürken gelişti zihnimde: “İnsanlar yanlış anlar” diyerek 1917’deki vefatından iki yıl önce divanını yakıyor Cevriye Banu.

Bir konferansınızda “Eğer ben dışarıda bir seminere gidecekken eşim bana ‘ev dağınık’ dese ben gidemem, bu cümle içime oturur.”  demiştiniz. Bu cümleyi biraz açar mısınız? İlave olarak yazar olmak için kişi ailesinin ya da eşinin desteğine ne kadar muhtaç? Onlarsız olmaz mi?

Bir metne yoğunlaşmak için etraftan kopabilmek, o etrafın hazırlığıyla mümkün, özellikle eve çeki düzen verme konusunda kendini sorumlu hisseden insanlar için. Roman yazmaya veya resim yapmaya, ha deyince oturup başlayamıyorsunuz. Çocuklarımı büyütürken bunun şartlarını oluşturmaya çalıştım evde, eşim de bana yardımcı oldu her zaman. Ben de onun iş düzenine saygı gösterip yıllarca İran’da yaşadım. Çocuklar küçükken eşim akşam eve geldiğinde onlara vakit ayırırdı, ben biraz çalışırdım. Birbirini geliştirmeyen ilişkilerde gerçek eşler olmadığını düşünürüm, biri diğeri için yaşamaya başlamıştır veya iki ölü beden birlikte sürüklenmektedir. Nerede olursa olsun itiraz etmemiz gereken bir zorbalık tahakküm, rıza ilişkilerinin peşinde olmalıyız. Ancak rıza arayışı da edilgen bir şekilde gerçekleşmez, herkes bizim için çabalasın biz işimize bakalım, bu hiç hakça değil, eşimiz de bizden razı olmalı.

İlk kitaplarınızdan bazılarının baskısını bulamıyoruz.  Yine bir söyleşinizde bazı kitaplarınızı özellikle bastırmadığınızı hatta biyografinizden de kaldırdığınızı söylemiştiniz? Neden? Bu bağlamda yazarın kendine ve yazdıklarına yıllar sonra dönmesinin edebi açıdan getirileri ve götürüleri nelerdir?

Ne güzel bir soru sordunuz… Benim yazarlığım öğrenmeye dayalı bir yazarlıktır, yazarlığı bir öğrenme yöntemi olarak benimsedim. İlk kitabım 1984’te Beyan Yayınları’nın sahibi kıymetli Ali Kemal Temizer’in talebiyle bir biyografi dizisi kapsamında yayımlandı, Hz. Fatma. O da heyecanlı bir öğrenme çabasının aceleci dökümü. İşte o yıllarda yazdığım Sistem İçinde Kadın gibi bazı kitaplar artık bana çok dağınık, kategorileştiren, okuyucuyu boş yere meşgul etmemesi gerektiğini düşündüğüm kitaplar olarak geliyor. Ha, mesela Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği kitabını gözden geçirip yeniden yayımlatabilirdim ama yeni çalışmalardan dolayı bunu yapmaya bile fırsat bulamıyorum. 

“Üç İhtilal Çocuğu” öykünüzdeki baş karakterinizin kendiyle alakalı şöyle bir tanımlaması var “Gerçekten tanısalardı onu, diyebilirlerdi ki, ne köylü ne kentli, ne ev kadını ne iş kadını, ne tutkulu ne kendini bırakabilir, ne susan ne konuşan biri. Komşularının gözünde, belki ödünç çay veye tuz istenebilir ama her saat her saat kapısı çalınamaz biri. Eski arkadaşlarının gözünde ki yeni arkadaşı yok sayılır, nedense köşesinde içine kapanmış kalmış, yinede ne yapacağı belli olmayan, yine de yardıma koşabilir yine de yardımına koşulabilir, en çok da çoluğa çocuğa karışmış yüksek tahsilli olduğu belirsiz bir ev kadını. Başka kimim ben, neyim var? Ne bu evin dışında varılabilen ne de tam olarak bu evde isteyince geçmişe dönebilen bugünü yaşayabilen biri. Ne çarşı pazarın ne konu komşunun insanı olabilmiş, ne anfilerin ne kürsülerim sergilerin. Uykusunda huzursuz uyanıkken dalgın, yıllardır romatizmalı, saçlarında aklar yüzünde çizgiler görünmeye başlamış evli barklı üç çocuklu bir kadın… ” Bu satırları yazalı 31 sene geçmiş. O günden bugüne ‘arada kalmış’ kadınların hali pür melalinde neler değişti. ? Ya da değişti mi? Bugün yazsaydınız karakteriniz nasıl şekillenirdi? Bu bağlamda kariyerinin veyahut idealinin peşinde koşan kadınların evlendiklerinde yaşadıkları çıkmazı/sarsıntıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üç İhtilal Çocuğu benim birikmiş bütün cümlelerimi bütün tereddütlerime rağmen dile getirdiğim öykülerin kitabı, ilk öykü kitabım. Yazı hayatım boyunca, İslami kesimlerde çok daha erken yaştan beri fark ettiğim sorunlu bir bakışı, modern dünyada her şey değişirken kadını bir değişmezlik içinde görme eğilimini eleştirmişimdir. Bu bakış açısı kadından sahip olması için emek vermenin gerekmediği özel bir güç bekliyor, bir taraftan onu soyut olarak yüceltirken aynı zamanda gelişmesi için gerekli desteği vermekten uzak duruyor bu beklentinin sahibi. Oysa hayat hep haklı çıkar ve yanılgılarınızı ortaya serer. Bu yanılgıların asli sebeplerini anlamaya çalışmadığınız da hep başkasını suçlarsınız, herkes haksız, bir siz haklısınızdır.  Bu yanılgılarla gurur meselesi yapmadan ciddi bir şekilde, olması gerektiği gibi sorumlu bir çabayla yüzleşmediğiniz de, daha sağlam bir dil ve toplum, bir aile inşa etmeyi başaramıyorsunuz.

Bütün İslam dünyasında farklı sebeplerle kamusal yasaklı olan kadınlar toplumu olumlu anlamda değiştirmek bunu gerektirdiği için direndiler kamusal haklarını sınırlayan yasaklara; bu direniş de onlara eleştirel bir bakışın yanı sıra gerçekçi bir gözlem gücü kazandırdı. Elbette bu direniş sırasında Müslüman erkekler de oldu yanlarında, erkekliği ve kadınlığı kurulu yapıların gösterdiği rollerin değişmezliği açısından görmeyen erkekler de hiç az değil. Değişim bir anlama çabasıyla gerçekleştiğinde daha yapıcı oluyor, buna çaba göstermek de bir bilinç ve içtenlik talep ediyor. Bence eskisine göre daha olumlu bir noktadayız, Müslüman kadın ve erkeklerin karşılıklı rollerini nasıl anlamak gerektiği  konusunda. Bizim bir kamusal alan sorunumuz vardı, kadınların, başörtülü kadınların asla var olmadığı bir kamusallıkta erkeklerimiz kendilerini nispeten saklayarak bir rol üstleniyorlardı. Bu da özel alanda Müslüman kadınlarla erkeklerin aile veya cemaat ortamında paylaştığı dilin giderek zayıflamasına yol açıyordu. Aile sorunlarının yaşanmasında işte bu eksikliğin eskiden olduğu kadar –kadının suskunluğu pahasına- sineye çekilmemesinin payı büyük. Üç  İhtilal Çocuğu bu eksik dile ilişkin sorular sormanın, sessizliği kutsallaştırmadaki ataleti kurcalamanın, bir tarafın sineye çekmesinin beklendiği ilişkileri daha dostane, arkadaşça bir noktaya taşımanın düşünceleriyle de yazıldı.

Son olarak şu anda hayatın normal akışında bir zaman dilimini kapsayan (bebek bakimi, hastalık, kayıp vs) süreçleri yaşayan ama bir yandan da içinde edebiyat ışığı sönmemiş ve yazmak için uğraşan kadınlara neler önerirsiniz? Nereden başlamalılar?

Bence bir kaygısı olan edebiyat üzerine düşünüyorsanız zaten onun içindesinizdir.  Okumak her zaman önemli, böylelikle dünyanın ilk edebi metnini yazmadığınızı, yer kürede de insan evladının macerasının ne kadar benzer süreçlere sahip olduğunu öğreniyorsunuz. Sofokles’in  M. Ö. 5. yüzyıl içinde yazdığı Antigone’nin kahramanı ile Kerbela’da kardeşi Hüseyin’in yanında olan Zeynep arasındaki benzerliği fark etmek için okumanız gerekiyor, Don Kişot’un hayatında Garaudy’nin keşfettiği şiiri anlamak için de… Yazmak bu anlamda hayatı derinden algılamak ve olguları olduğu gibi kabullenememekten ileri gelen bir taşma, bir sonuç.  

Şimdi röportajımızın en keyifli kısmına geçiyorum. Tek kelimelik cevapları olan sorularımız geliyor

*En sevdiğiniz roman/öykü karakteriniz?

-Üzerine çalıştığım romanın iki kahramanı Nimet ve Cevriye.

*Bir roman kahramanı olmak isteseydiniz kim olurdunuz?

-İyice kurcalanmış bir hayata büsbütün öykünmek mümkün mü bilmiyorum.

*Başucu kitabınız?

-Birçok kitap var ve burada sadece birkaçını sayabilirim: Muhammed Hamidullah’tan İslam Peygamberi, Aliya’dan Özgürlüğe Kaçışım, Ali Şeriati’den Yalnızlık Sözleri, Mustafa Kutlu’dan Bu Böyledir, Rasim Özdenören’den İmkansız Öyküler, Pasajlar,   Çehov’dan Vişne Bahçesi, Lessing’ten Türkü Söylüyor Otlar, Dostoyevski’den Cinler, Mithat Cemal Kuntay’dan Üç  İstanbul, Halide Edip Adıvar’dan Mor Salkımlı Ev, Campbell’ın kitapları, Calvino’dan birkaç roman, Ranciere’in hemen her kitabı.

*En sevdiğiniz yazar?

-Çoklar, çok. Yukarıda birkaç isme yer verdim.

*Tarihten ya da günümüzden size yol gösterdiğine inandığınız kadın kahramanınız?

-Antigone, Hz. Zeynep ve diğerleri.

*Ölmeden muhakkak yapmayı istediğiniz şey?

-Üzerine çalıştığım romanı ve kafamda geliştirdiğim üç romanı daha bitirebilecek süre tanınması.

*Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey?

-Kalem, silgi ve sayısız defter almak isterdim, ancak gözlüğüm kırılsa da onlarla ne yapardım bilmem.

* Hangi ülkede yaşamak isterdiniz?

-Türkiye’de, İstanbul’da.

*Gezmeyi en sevdiğiniz şehir?

-Erzincan.

*En sevdiğiniz yemek?

-Bütün zeytinyağlılar.

*Yapmayı en sevmediğiniz ev işi?

-Tabii ki toz almak, hapşırmadan mümkün olmuyor.

1 Comment

  1. Fatma'cım ne kadar keyifli bir söyleşi olmuş. Sayende Cihan Hanım'ın içtenliğine tanık olduk.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek