Yakup Kadri Cumhuriyet Dönemi’nin çok yönlü yazarlarından biridir. Edebiyat, felsefe öğretmenliği, diplomatlık, gazete yazarlığı ve milletvekilliği gibi görevlerde bulunmuştur.
Yazar “Yaban” isimli eserinde 1920-1923 yılları arasındaki zaman dilimini ele almıştır. Tanıklık ettiği bir dönemi sade bir dille ama çoğu zaman realist bir bakış açısı ile ele aldığını söyleyebiliriz. “Yaban” dönemin köy güzellemesi yapan diğer romanlarına göre daha olumsuz bir köy portresi çizmiş ve bu yönüyle yazıldığı dönemde eleştirilmiştir.
Romanın ana karakteri vatansever ve idealist bir Türk subayı Ahmet Celal Birinci Dünya Savaşı sırasında sağ kolunu vatan uğruna feda etmiştir. Artık vatana, bir subay olarak faydası olmayacağını düşündüğünden emir eri Mehmet Ali’nin ısrarı ile onun köyüne gitmeye karar verir. Daha otuz beşine varmadan kendisini diri diri mezara gömülmüş hissettiğinden Anadolu’nun bu ücra köşesine sığınmakta bir sakınca görmez ve içinde bulunduğu durumu
“Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar çetin ve sürekli olmamıştı.” diye ifade eder.
Ahmet Celal bir köy nasıl olur bilmiyor değildir ama köye vardığında karşılaştığı manzara onun açısından pek parlak değildir. Köy sefalet içindedir, su bulmak için çaya inmek gerekmektedir. Pislik köylülerin ayrılmaz bir vasfı olmuştur. Hatta burada sakatlık bile herkesin sahip olduğu bir özelliktir. Ahmet Celal istemektedir ki burada kolunun yokluğu fark edilsin, çünkü bu kolu onlar için kaybetmiştir. Köylülerin takdirini kazanmak şöyle dursun bu eksik kol onlarda merhamet duygusu bile uyandırmamıştır.
Günler geçer ama köylüler Ahmet Celal’e mesafeli ve uzaktır. Onun tıraş olması, saçlarını taraması, kitap okuması bile köylüler tarafından garip karşılanır. Ona Yaban derler. Yalnızlık etrafını çepeçevre sarmıştır artık. O da bu insan topluluğunu anlayamaz.
“Türk köylüsünün ruhu durgun ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı? balçık yığını mı? Bir yumuşak kum tabakası mı ? keşfetmek mümkün değildir.“
Ahmet Celal, Mustafa Kemal’in kurtuluş mücadelesini desteklemektedir. Köy halkına da onun yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını anlatmak için gayret gösterir fakat onlar için bu uzak bir konudur. Onlar boğaz tokluğunu ve askere alınıp alınmamayı dert edinirler.
“Fakat inanılacak şey değil. Ben savaşı istemeyenlerin arasında yaşıyorum…Bu milletin tek güç kaynağı bu köyler, bu hastalık, yoksulluk, umutsuzluk yuvaları değil mi?“
Bütün bu olumsuz ruh hali ve duygular içinde kıvranırken dere kenarında Emine’yi görmesi ile içine bir mutluluk doğar. Araya birilerini koyarak haber yollar ama Emine de Ahmet Celal’i yaban olarak görür ve “Elin yabanına varmam.” der. Kısa bir zaman sonra da Mehmet Ali’nin kardeşi İsmail İle evlenir. Ahmet Celal için Emine’nin reddedişi içinde bulunduğu çaresizliği ve yalnızlığı daha da artırır. İsyanı artık toprak anayadır:
“Hey ana toprak ne kadar merhametsiz, ne kadar katısın. Benim ızdırabıma ne kadar yabancısın. Ben senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin üvey evladın isem bu kolu kimin uğruna feda ettim? Niçin şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında insan viranesiyim.”
Yalnızlık Ahmet Celal için dinmeyen bir sızıdır. Dağlarda gezerken tanıştığı küçük çoban Hasan tek dert ortağı olur. Bir gün bir topçu müfrezesi köyden geçmektedir. Başlarında bulunan subaylar ile mola vermek için dururlar. Ahmet Celal subaylar ile sohbet eder ve cepheden bilgiler alır. Subaylar halkın umursamazlığını görünce Ahmet Celal’e Ankara’ya gitmesini tavsiye ederler ama o kendinde artık yeterli gücü görmemekte ve her şeyi kadere bırakan köy halkına benzediğini ifade etmektedir. Subaylar gittikten sonra duygularını şöyle ifade eder:
“Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim yüreğime bir dost ayrılığının acısı gibi bir şey bıraktı. Saatlerce oturduğum yerde öyle melül melül kalmışım.
Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu gelip gidişleri bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye yaramıyor. Her defasında kendimi daha garip hissediyorum. Bu sefer ki canıma pek değdi.”
Yine bir gün gökten uçaklar geçmektedir ve bu uçaklardan “Kemal çeteleri mahvolmuştur, sizi halife adına kurtarmaya geliyoruz” yazılı kağıtlar atılır. Köy ahalisi kâğıtta yazılanlara inanır. Ahmet Celal bu duruma şu sözlerle tepki verir:
“Kurtarmak! Sizi kim kurtarabilir? Sizi gökten melekler inse kurtaramaz. Çünkü sizi evvel sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır.“
Ahmet Celal anlaşılmamakta, kabul edilmemektedir. Onlara göre sadece sorun çıkaran biridir.
“Bu küçük halk kümesinin dili olsa, bana düşman sensin diyecekler. Zaten gözleri bunu söylemiyor mu? Onlar nazarında ben yalnız sevimsiz bir misafir değil, şımarık bir sığıntı ve uğursuzun tekiyim.“
Düşman askerleri artık köye kadar gelmiştir. Sürüsünü talan ettikleri Çoban Hasan’ı öldüresiye döverler, evleri yakmaya ve köylü halka şiddet uygulamaya başlarlar. Köylülerin hepsini bir yere toplarlar ve köyü yakmakla tehdit ederler. Köyün kızlarına musallat olurlar. Emine’ ye tecavüz etmelerinden korkan Ahmet Celal, sürünerek kalabalığa yaklaşır ve Emine’yi kaçırır. Ancak kaçarken Emine kalçasından, Ahmet Celal de böğründen vurulur. Çok fazla ilerleyemezler ve bir yere sığınırlar. Birbirlerine sarılıp uyurlar.
“…kana bulanmış toprak içinden bana uzanan bu katı, sert derili, beceriksiz eller ölümle dirim arasında bulunduğumuz şu anda, bana bütün bu acılarımı unutturmuş, bedenimi kasıp kavurmakta olan hummaya bir uhrevi zevk vermişti. Gözlerimi kapatıp serin bir uykuya daldım.“
Uyandıktan sonra Ahmet Celal zor da olsa ayağa kalkar ama Emine kımıldayamaz. Ahmet Celal günlüğünü Emine’ye teslim eder ve bitmez tükenmez uzaklara doğru yol alır.
Ahmet Celal’in günlüğünü okuyacak olanlardan bir de ricası vardır:
“Ondan ricam şudur ki burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni kendilerinden sanmayıp daima manevi bir ezaya mahkum kıldıkları için köylülere öfke bağlamasın. Ben onları afettim. Bunların hiçbiri ne yaptığını biliyor.
Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş ; senindir. Sen ve ben onları ,yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde her türlü yaşamak zevkinden yoksun bırakmışız. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde ,ruhları ,her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.“
Ahmet Celal ‘i mecburi şartlar bu köye getirdiğinde kendisini misafirperver Türk köylüsünün karşılayacağını düşünmüş, eksik kolunun köy halkında bir hayranlık ve belki de bir vefa borcu hissi uyandırmasını beklemiştir. Beklentileri hiçbir şekilde karşılık bulmadığından Ahmet Celal’de köylülere karşı olumsuz duygular gelişmiştir. Öyle ki romanı okuyan okur “Yahu bu köylülerin hiç mi iyi bir tarafı yok, diyebilir” Ahmet Celal’e göre evet yoktur çünkü Ahmet Celal romantiktir. Kabul edilmedikçe, sevilmedikçe, dışlandıkça daha da kabuğuna çekilmiştir. Çünkü Ahmet Celal aydındır ve Türk aydını kendi özüne yani Türk köylüsüne işte bu kadar yabancı kalmıştır.
Cansel TORAMAN