Utanç/ Yıldız Ramazanoğlu*

Bir öykü kitabı okumayı istiyor ama seçim yapamıyorsanız, Yıldız Ramazanoğlu’nun sesine kulak vermeye ve Cemal Şakar’ın Ketebe yayınlarından çıkan ‘Utanç’ adlı öykü kitabını okumaya ne dersiniz?

Yıldız Ramazanoğlu bizlere kitabı tanıtıyor ve yazının sonunda “Peki, kitabın adı neden Utanç?” diye sorup bir yorumda bulunuyor.

Hem bu tanıtımı hem de kitabı okumak aradığınızı bulmak olacaktır.

Keyıfli okumalar…

Geriye dönüp baktığında güzel oldu diyor hikâyeci Cemal Şakar. Hikâyenin yoluna çıktığını fark etmeden sebepsizce okumaya ve yazmaya başlayan biri olarak, dönüp arkasına baktığında şükretmeyi, mutmain olmayı biliyor. Neden yazıyorsun sorusuna en yalın cevabı vermiş. Duran Boz’un “Yazma Hikâyeleri” derlemesine yolladığı yazıda afili bir söz etmemiş, sebepsizce yazdığını söylüyor çünkü “sebepsiz sevgi aşkların en güzeli.” 2017’deki derlemede on iki hikâye kitabı olmasını istediğini söyleyen yazarın 2020 Kasımında on ikinci kitabının yayınlanması ne güzel bir nasip. “Utanç” son zamanlarda yerli ya da yabancı okuduğum en iyi hikâyeler arasında. 

Şakar’ın ilk kez bir hikâye kitabına önsöz yazması, kitaptan çok, yazma macerasıyla ilgili geldiği noktada hissiyatını okurla paylaşması hoş bir sürpriz. Belki bir dönüm noktasına ve yazmada varılacak başka vadilere işaret ediyor. Yazarın yazma edimi ve edebiyat üzerine araştırma ve denemelerini içeren kıymetli kitaplarını hatırlatmak isterim bir cümle de olsa. Gençlik çağlarında edindiği güzel bir alışkanlıkla, önemli gördüğü yazarların bütün kitaplarını, sistematik bir şekilde, üzerlerine yazılmış kitaplarla birlikte okumuş. Sanırım teorik yazılarının sağlam zeminini hazırlayan da budur. 

Utanç’taki hikâyeler bizi yanlışlıkla işlenmiş cinayetler, türlü meşrepten ölüler, yaşarmış gibi yapan diriler, yaşayıp yaşamadığı belli olmayan insanlar ve gündelik hayatta içinde gezinenin bile bilincine varamadığı dehlizlerle karşılaştırıyor. Akıl almaz kötülükler bile gürültüyle cereyan etmiyor. Ne oluyorsa mırıltıların iniltilerin hayatı çekip çeviren ritmiyle oluyor.    

“Yağmurun Altında” mültecilerin ve yerleşiklerin birbirine geçmiş yaşam mücadelesi. Kaçış noktası olan bir nehir kenarı köyünde, savaştan kaçanları rızık olarak gören, istismar etmek için çete kuran adamların, yoksulluğu öne sürerek düştükleri gayya kuyusu. Köylülerin ve gelip geçmekte olan ötekilerin yollarını birleştiren çaresizlik ve yoksunluk. Kasabada egzoz ustası olan çete reisini öldüren kişi misal, bunu gözü kara ya da mangal yürekli olduğundan değil, çocuklarına yedireceği son keçi ve tavuklara tasallut edildiği için can havliyle işliyor cinayeti. Sonra nehirde yüzen çocuk erkek ve kadın cesetleriyle yüzleşme anı gelir.   

“Ağustos Böcekleri” yazarın tanıklık ve anlamaya çalışma alanının genişliğine iyi bir örnek. Bir köye yerleşen ve gençliğini Maocu bir kültür devrimi yoluyla kurtuluşa adamış olan emekli öğretmenin ölümü anlatılır. Yurt dışından gelen evlatların babalarının inançsız olması gerekçesiyle yakılıp suya savrulması talebine karşılık, cenaze namazı kılınsın diye feryat eden kız kardeş.

 Köy imamının iman sahibi olmadığı söylenen birinin namazını kıldırmadaki gönülsüzlüğü, köydeki ahali arasında yaşanan karmaşa ve çıkan tartışmalar hikaye formunda ancak bu kadar güzel işlenebilirdi. Adı unutulup sadece Mao diye seslenilen müteveffanın ardından iyi vasıfları ön plana çıkarılır. 12 Eylül ihtilaline karşı dururken yaralanmış, emekli olup geldiği köyde kooperatif kurup köylünün ürününü en iyi şekilde değerlendirmesi için canla başla çalışmıştır.

Bir yandan akademik kariyer için çırpınan köy imamı, namaz sonrası okuduğu aşırların mealini de vermek istediğinde aldığı serzenişler var ki öteden beri geniş bir mesele: “İmam efendi biz anlamayız bu işlerden, kafamızı karıştırma, tam Kur’an dinleyip maneviyatımız yükselmişken.”  

En etkileyici olanlardan biri de “Bu Sabah” hikâyesi. Birlikte hepimizin bildiği bir gerçekliğin-Mecidiyeköy’deki gökdelen inşaatında özensizce yapıldığı için düşen bir asansörde hayatını kaybeden taşeron işçiler- bir edebiyatçının ruhundaki yansıması. Penceresini açtığında bodrum kattaki evinden yoldaki insanları sadece beline kadar gören, görüş alanını kaplayan duvarda filizlenen küçücük yeşillik için sevinen bir adamın, büyük şehir macerasının yere çakılarak son bulması. İçinde çalışırken bile nasıl inşa edilebildikleri hakkında işin içinden çıkamayan ustanın bu yapıları anlatacak kelimeleri yoktur.

Düşerken ruhu köyündeki çayırlarda keçilerle birliktedir bu yüzden. Gerçeğin neredeyse muhayyilenin oyununa dönüştüğü bir uzam. Tıpkı Baudrillard’ın Irak Savaşındaki rezaletler karşısında “Hayır, bu olmadı” dediği haldeki gibi bir simülasyon.       

“Mavi Trakt”ta bir cinayetin nasıl olup da karınca incitmeyecek insanlar arasında aniden gelişebileceğini gördükten sonra, hayatın kendisinin bizatihi cinayet olduğunu hissediyor insan. Virginia Woolf’un “bir gün bile yaşamak çok tehlikeli” dediği nokta gelip çatıyor. “Cevşen”, “Bana Joker Deyin”, hatta intihar için köprüye çıkan bir genci ve babasını anlatan “Son Dakika” ve diğerlerinden söz edemedim daha.   

Cemal Şakar okurken Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üstünde” romanı, Alejandro İnarritu’nun “Biutiful” filmi, Andrey Platonov’un “Dönüş”teki hikâyeleri, Akira Kurosawa’nın “Yume”deki kısa filmleri sökün etti. Dünya hayatı bir görünüp bir kayboldu sanki.    

Peki, kitabın adı neden Utanç? Bilemiyorum, dünyayı utanmak kurtaracak diye belki. 

*Bu yazı 02.12.2020 tarihli Karar gazetesinden alınmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek