Yapmak istemediğiniz işler için kolayca “Hayır!” diyebiliyor musunuz? Cevabınız ‘Maalesef hayır.’ ise bu kısa öykü size göre olabilir.
Duygularımızı rahatça dile getirdiğimiz, farkındalığı yüksek, insanlarla birlikte olmak umuduyla.
Keyifli okumalar….
Biraz dinlenmek için elimdeki alışveriş poşetlerini Memduh Dayının dairesinin önüne koydum. Kalan iki kat merdivene içimden söylenirken, Memduh Dayı kapısını açıverdi. Gereksiz merhabalar uzayınca anladım ki maruzatı var.
-Köye şöyle ufak bir bağ evi yaptıracağım yeğen. Kışın sıkılıyoruz buralarda yengenle. Sen mimarsın, hemen çiziktiriverirsin.
Öyle ya, iki dakikalık iş! İçimdeki ses, ne büyük dinledi, ne dayı. Şimdi kırk yılın başı, neyse. Boğazıma doğru kuduran kelimeler, ağzımdan çıkarken “Tabi” diyen cılız bir sese dönüştü. “Bir ara geçerken alırsın.”
Eyvallah yeğenim, dedi dayı sırıtarak. Poşete girmeden önceki son hareketi bu oldu. Ne oluyor, İmdaaat! Hanııım! diye boğazı yırtılırcasına bağırıyordu. Yaşına göre iriyarı sayılabilecek bu adamın en son bacaklarını güçlükle poşete sokabildim. Direnirken cebinden düşürdüğü paraları da yerden toplayıp alelacele içine attım. Poşetin ağzını sıkıca dürdüm. Memduh Dayı, Çıkarın beni! diyerek poşetin içinden bağırmaya devam ediyordu. Ne çok konuşuyordu şu adam. Neyse ki sesi boğuk bir hal almıştı artık. Yine de kol çantamdan telefonumu çıkardım, biriyle konuşuyormuş gibi yaptım. Şunun şurasında iki kat daha kaldı, havasızlıktan ölmez nasılsa. Kimse görmeden eve çıkmam gerektiğinden, diğer poşeti de kaptığım gibi nefessiz daireme koştum. Kulağımda telefon varken, poşeti de bırakamıyordum. Çantamdan anahtarı zor da olsa çıkardım.
Ellerim ve dilim uzamaya başlıyor, gözbebeklerim dikine sivriliyordu. İçime vahşi hayvan kaçmış gibiydim. Yüzümü göstermeden, gizlice etrafı süzüyordum. Göğsüme kadar kıyafetimin yakasını sündürdüm. Aldığım nefes, nemli burnumdan girip beynimi çatlatacak kadar başımı ağrıtıyordu. Anahtarı güçlükle çevirdim.
Poşetten önce Memduh dayıyı çıkardım. Fazla ezilmemişti. Gözleri içine fincan kaçmış gibi açılmış, konuşması ise kesilmişti. Korkudan öylece ölmesine göz yumacak değildim. İlgisini dağıtmalıydım. Hala elimdeyken –sanırım ellerimdi- odama gittim, dolabın kapağının önünde durdum. Kapağı açmadım. Onları böyle korku içinde bekletmek bana keyif veriyordu, çoktan hak etmişlerdi. Ayaklarımı gövdemin altına alıp beklemeye başladım. Ayaklarım diyorum, aslında dördü birden ellerim de olabilir. Göz bebeklerim dikine ince bir çizgi halini almış, Memduh’a bakıyor, kulaklarım ise dolap tarafına dönük içeriyi dinliyordu. Ağzımdan akan damlalar, sinir bozucu yavaşlıkta sünerek halıyı ıslatırken, elimi uzattım ve kapağı açtım.
Raflarda dizili iki yüz yetmiş bir tane kavanoz. Her birinin içinde “Hayır Diyemediklerim” Cüsselerine uygun kavanozlara konulmuş iki yüz yetmiş tane Memduh ve benzeri. “Geçerken bana da şunu alır mısın? Benim işleri de sen yapar mısın? Bir zahmet gözünü yumar mısın?”
Şimdilik bunlardan her bir rafta doksanar tane. Bazen, beni ne kadar aptal yerine koyduklarına göre dizerim onları, bazen renklerine göre. Kavanoz büyüklüklerine göre dizdiğim de oldu ama onu sevmedim.
Memduh’u şöyle bir sarstım. Aptal herif! Cüssesine uygun olmayan bir kavanoza sıkıştırdım onu. Şöyle bir salladım. Orta raftaki kırmızı kapaklıların yanına koydum. Nefesim de vücudum gibi normale dönüyordu. Yine geleceğimi hepimiz biliyorduk. Sırtımı dayayıp üzerlerine kapağı kapattım. Biri kapımı tıklatıyordu.
Ellerim ve ayaklarıma baktım. Neredeyse eski boyutlarına ulaşmışlardı. Yalpalayarak odanın kapısına yaklaştım. Derin bir nefesle damarlarımdan çekilmekte olan gücü yatıştırmaya çalıştım. Sertçe kapıyı açtım.