Melodramların, sulu komedinin, sertleşmeye başlayan avantürün sinemanın omurgasını oluşturmaya başladığı 1950’lerde bir kimlik problemiyle karşı karşıya olduğumuz belirgin hale gelmeye başlamıştı.
Perdedeki serüvenine sinema tarihinin başlangıcından on-onbeş yıl sonra başlayan Türk sineması, Cumhuriyet’in ilânıyla adeta tek parti yönetiminin sinemadaki yansıması olarak Muhsin Ertuğrul’un şahsında tek yönetmen hâkimiyetiyle 1950 başlarına kadar geldi. 1950’deki demokratikleşmeyle sinemamızda çok sayıda yönetmen ortaya çıktı ve sinemanın mahiyeti yeniden şekillenmeye başladı. Devletin opera, tiyatro ve müzik gibi sinemaya el atmamasıyla sinemamız bir halk sineması olarak gelişim gösterdi. Kendine model olarak Arap, Hint ve Amerikan B filmlerini alan sinemamız, bu sinemalardan meydana gelen ve bir ucu melodrama diğeri komediye dayanan sacayak üzerinde omurgasını oluşturmayı seçti. Olağan akışına bırakıldığı takdirde, gölge oyunumuz olan Karagöz’ün ibret perdesi mahiyeti, Divan edebiyatının üst bir düzlemden sembol ve mecazlarla örülü yapısının görsel tezahürü, destanlarımızın aşka dair metafizik izlekleri ve kahramansı ve ibretamiz olay örgüleri, geleneksel görüntüye dayalı sanatlarımız minyatür, ebru ve tezhibin estetik izdüşümleri ve orta oyunumuzun mizahla karışık hayattan enstantaneleriyle şekillenecek dramatik yapısıyla farklı bir yerde durabilecek sinemamız, yeni kültürel dönüşümle kökten kopuk ama ne yana döneceğini bilemeyen bir duruş arz etti.
1950’ler Türk sineması için prodüktörler, yeni stüdyolar, rejisörler, yıldızlaşmaya başlayan oyuncular ve sanayileşme-benzeri yapısıyla bir hareketlilik dönemi oldu. Ancak hikâye anlatımları toplum gerçeğinden biraz uzakta hatta onu görmek istediği şekilde, kimi zaman manipülasyonlarla örülü bir şekilde gelişmeye başladı. Melodramın, sulu komedinin, gitgide sertleşmeye başlayan avantürün sinemanın omurgasını oluşturmaya başladığı bu yıllarda, kültürel anlamda bir kimlik problemiyle karşı karşıya olduğumuz belirgin hale gelmeye başlamıştı. Ancak yine de belli bir geleneksel insiyakla geçmişin ruhunu masal havasında yansıtan çalışmalar da yapıldı. Aslında bu on yıl, Türk sinemasının iskeletini kuran, ona yön veren, ilerideki çatısının altyapısını oluşturan, dramatik yapısının ipuçlarını veren, sinema dilinin belirlenmesine yol açan bir dönem olarak yerini aldı. 1960’ların belirleyici karakteri, sinemada ideolojinin daha bir önplâna çıkmasıydı. Sinemamızda ilk akım sayılabilecek Toplumsal Gerçekçilik, toplum sorunlarını perdeye taşırken bunu biraz da çelişkileri sivrileştirerek, karamsarlığı başat hale getirerek gerçekleştirme yoluna gitti. Gerçekte Türkiye’nin siyasi ve içtimai ortamındaki hemen herşeyin keskin bir dille ifade edilmesinde olduğu gibi, sinemada da adeta keskince bir üslup kendini gösterdi ve Toplumsal Gerçekçilik’ten Ulusal Sinema’ya, Devrimci Sinema’ya ideolojinin getirdiği normlar kültürel dönüşümün bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Öte yandan ana gövde Türk sineması, yıldız sistemi ve melodram, komedi, aile, avantür, tarihi fantezi gibi daha çok bir tür sineması şeklinde gelişti ve kemikleşti. Bu ana gövdeyi biz bir halk sineması olarak görüyoruz ve senarist, yönetmen ve yapımcıların tahayyülatı kadar edebi ve sinemasal bir değer taşıdıklarını düşünüyoruz. Halk sineması belli bir münevverane tavırla hareket etmediğinden, daha çok vakit geçirmeye, gündelik gerçeklerden uzaklaşmaya, istismara dönük entrika ve açıklığa yönelerek belli bir zihniyet zaafı sergileme yoluna gitti. Bu ciddi akımlar, ana gövde sinemanın yanında nicelik olarak çok az sayıda kalmasına rağmen, düşünen insanlar arasında fazlaca ses çıkardı ama bir kimlik sorununun örneklemesi olarak kalmaya devam etti.
1970’ler, akımlar anlamında Devrimci Sinema ve Milli Sinema gibi önemli oluşumlarla bir çıkış sergilese de konvansiyonlarla örülü Türk sineması tekrarlara düşüyor veya şiddet ve açıklık dozunu artırarak bir şuursuzluk sarmalı içinde ticari kaygıların iyiden iyiye kıskacına giriyordu. Milli Sinema, diğer akımlardan ayrı olarak Yeşilçam alışkanlıklarıyla hareket etse de, karamsarlık düzleminde kalmıyor, bir medeniyet endişesiyle söylemini kurmaya çalışıyordu. Ne yazık ki her şey, 1950’lerdeki yapılanmanın değişik tezahürleri şeklinde cereyan ediyor, bu akımlar çeşitli problemlerine rağmen ana gövdeye nüfuz edemiyordu. Oysa Toplumsal Gerçekçilik de, Ulusal Sinema da entelektüel tartışmalarla sinemada bir alternatif oluşturma çabasındaydı; tartışmalarda büyük söylemler kuruluyor, ancak bunun görsel uygulaması aynı minvalde gerçekleşmiyordu. Problemler birkaç yönlüydü: Belli normlara alışmış seyirciye ancak o normlara göre yapılmış filmlerle ulaşılabileceğini düşünüyorlardı. Hâlbuki alternatif bir söylemin alternatif bir sinema dili de olması gerektiği hususu ortadayken, ticari kaygılar buna pek elvermiyordu ya da yönetmenlerin yeterliliği ancak bu aralıkta seyrediyordu. Halk sineması örneklerinde, mesela dini filmlere baktığımızda, yönetmenler gerçek bir şuurla hareket etmediklerinden, çok önemli insani durumları ticari ve istismari kaygılara kurban ediyorlardı. Aynı biçimde aile filmlerinde, çatılan hikâyelerde ailenin birarada seyredebileceğinin aksine oryantal, şiddete dayalı ve sokak beden dilinin hâkim olduğu bir anlayış belirmeye başladı. Komedi filmlerinde veya kimi dramlarda karikatür bir görsellik ve anlatım çizildi. Böyle olunca, sinemanın saygınlığı da o mesabede oldu ve özlediğimiz sinema da ancak belli anlarda perdeye yansıdı.
1980’ler, ana gövde sinemanın video tekniğiyle tanışmasına, ideoloji sinemasının dönüşüp kasaba ve kadın filmlerinin ortaya çıkmasına, eski tip yapım ilişkilerinin yerini farklı bağlantıların almasına, dolayısıyla Yeşilçam’ın artık farklı bir düzleme taşınmasına tanıklık etti. Milli Sinema, bu dönemde Beyaz Sinema diye de tanımlanarak yine fikre dayalı yürüyüşünü sürdürmeye çalıştı. Video formatında da olsa ticari kaygılarla hareket eden kitlesel sinema önceki normlarını yeni diyemeceğimiz yaklaşımlarla devam ettirdi.
1990’lı yıllar, hem 1970’lerdeki Yeni Türk Sineması’ndan farklı yeni yönetmenlerin çıkması hem de Yeşilçam’ın dizilerle televizyon kanallarına taşınmasıyla tanındı. Sinemanın neredeyse yok olmanın eşiğine gelmesi de bu onyılın ilk yarısına denk düştü. Ancak değişik mali girişimlerle bu mânia aşıldı fakat sinemamızın asli sorunsalı olan kimlik konusu, hem dil hem de içerik temelinde varlığını bugüne kadar sürdürdü.