Çocukluğumda evimizde televizyon yoktu. Televizyon ülkemize giriş yapmıştı; fakat annem ve babam almayı tercih etmemişti. O zamanlar, bu bana büyük bir yoksunluk ve yoksulluk gibi görünür, karşı binadaki komşunun televizyonundan hızla geçen görüntüleri, oturma odamızın alçak cam pervazına kollarımı dayayarak izler; babamın bu harikulade icadı evimize getireceği günü iple çekerdim. Bugün televizyonsuz çocukluğumun müspet yanlarını koca bir liste yapabilsem de o günlerde bu durumun tek olumlu tarafı annemin anlattığı masallar gibi görünürdü gözüme.
Akşamları kardeşimle oturur belki onlarca kez dinlediğimiz; kimisi annemin hayal ürünü kimisi de herkesin diline pelesenk masalları anlattırırdık anneme. Bundan sebep Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Hansel ile Gratel, Kırmızı Başlıklı Kız, Uyuyan Güzel ve daha pek çoklarını en ince ayrıntısı ile ezber etmiştim küçük yaşta. İlk çocukluk yıllarımda, annem bir masala başladığı vakit önümde hayali bir TV ekranı belirir ve kahramanları masalı canlandırmaya başlardı. Dalıp giderdim.
Şimdi o günlere tekrar döndüğümde bu masalların hayal dünyamın kapılarını aralarken duyumsadığım huzursuzluk verici, gıcırtılı tınıyı daha net anımsıyorum. O zamanlar huzursuzluğumun müsebbibi olarak görmesem de bu masum(!) masalları; yıllarca annem ölürse üvey anne bize kötü davranır diye korkmaktan tutun da ekmek kırıntılarını kuşlar yerse evi bulamam kaygısı ile sokaktan taş toplamaya kadar pek çok histerik davranışta bulundum. “Kızım yeter artık, mutfakta iş yaparken bari bırak eteğimi; kaçmıyorum ya!” diyen anneme, dinlediğim masallardan sebep “Ya bizi bırakıp gidersen” diyemedim; ama her defasında ya giderse korkusu ile o çiçekleri solmuş, kahverengi basma eteğe daha sıkı yapıştım.
Bahsettiğim masalları kaleme alan, masal dünyasının meşhur kalemleri Grimm Kardeşleri pek çoğunuz duymuşsunuzdur. Çocuklarımıza anlattığımız belki üç masaldan ikisinin sahibi, tüm dünyada okunan ve tekraren yazılan çocuk masalı yazarları Alman Grimm Kardeşler… Yazdıkları masallara şöyle bir göz atınca ilkin “Aaa, bu masalı da mı onlar yazmış” demekten kendini alamıyor insan. Fakat zihnini toparladıktan sonra herhangi bir masalı okuduğu vakit; “Bu masalı kesin Grimm Kardeşler yazmıştır” demeye başlıyor. Çoğunun ortak özelliği belki de masallarında; neredeyse karikatürize edilmiş derecede kötü, kötülük yapan yahut çirkin bir öğe barındırması. Sonunda iyileri kazandırıyorlar çoklukla; fakat iyiler kazanana kadar çocuk zihninde açılan onca gediği kapamaya, masal kahramanının zaferi yeterli gelmiyor ne yazık ki.
Bunlardan biri de meşhur Kurbağa Prens masalı. Masal özetle kendini beğenmiş güzel bir prenses ve onunla arkadaşlık etmek isteyen çirkin bir kurbağanın –ki kurbağanın da aslında yakışıklı bir prens olduğunu masalın sonunda görüyoruz- diyaloğu üzerine kurulmuş. Masalın Türkçe çevirilerinde iki versiyonu mevcut. Birinde ki bu en çok bilineni; kibirli prensesimiz masalın sonunda kurbağayı öpüyor ve kurbağa yakışıklı bir prense dönüşüyor. Diğerinde ise kurbağaya çok sinirlenen prenses; onu duvara fırlatıyor ve çarpmanın etkisi ile bayılan kurbağanın öldüğünü düşünerek pişmanlıktan kurbağayı öpüyor. Nihayetinde prensesin öpücüğü ile kurbağa yine yakışıklı bir prense dönüşüyor.
Masal her şeye sahip güzeller güzeli prensesin oyuncaklarından bıktığı için babasının ona çok değerli altın bir top hediye etmesi ile başlıyor. Masalın akışında üzerinde durmadığımız bu kısım çocuklara; “Her şeye sahip dahi olsan sıkılman çok normal ve sıkıldığın zaman ebeveynin sana daha iyi bir alternatifi daima bulacaktır” alt mesajını veriyor. Sıklıkla doyumsuz çocuklardan, küçüklüğümüzde havluyu bebek gibi katlayıp oynadığımız oyunlardan dem vururken; bir masalın girizgah kısmı ile tüm öğütlerimizi çürütmüş oluyoruz bizler belki de.
Masalın dikkat çeken diğer bir kısmı ise altın topu ile bahçeye çıkan prensesin yaşadıkları. Bahçede oynamaya başlayan prensesin karşısına çirkin bir kurbağa çıkıyor ve onunla arkadaş olmak istiyor. Fakat güzeller güzeli prensesimiz, dünya güzeli bir kız olduğunu ve böyle pis ve çirkin bir kurbağa ile oynamasının asla mümkün olmadığını belirtiyor. Burada bariz bir güzellik dayatması seriliyor önümüze. Yazarlarımız prensesin dilinden şöyle bir mesaj geçiyor sanki; “Güzel güzele layıktır. Makam, mevki, güzellik ve daha pek çok statü temsili unsuru hayatınızın merkezine alın ve asla size layık olmadığını düşündüğünüz kimselerle muhatap olmayın!”
Ardından prensesin kuyuya kaçan topunu çıkarmanın karşılığı olarak ondan; birlikte yeme, içme, uyuma ve oynama sözü alıyor kurbağa. Topu kuyudan çıkarıyor çıkarmasına; fakat prenses anında topunu alıp kaçıyor. Böylelikle isteğimiz gerçekleşene kadar her yolun mubah(!), yalan söyleyip karşımızdakini kandırmanın ise ufacık bir ayrıntı(!) olduğu gediği açılıveriyor zihnimizin gizli bir odasına. Durumu öğrenen kralın, prensese “Verdiğin sözü muhakkak tutmalısın” yönündeki öğüdü bu gediği nispeten kapatsa dahi tamamen yok etmiyor.
Nihayet masalın sonuna gelindiğinde bir sebeple (yukarıda bahsettiğim gibi iki farklı versiyonu mevcut) kurbağayı öpen prenses; kurbağanın prense dönüşmesi ile büyük bir şok yaşıyor. Şoku uzun sürmüyor olacak ki aslında prens olan kurbağanın acıklı hikayesine (bir büyü ile kurbağaya dönüşmesi) üzülürken diğer yandan da prense oracıkta aşık oluyor ve prens ile evlenip sonsuza dek mutlu yaşıyorlar. Kanaatimce masalın en patolojik kısmını finali oluşturuyor. Başta oyuncaklarından sıkılıp bir topun peşinden koşan çocuk prensesimiz, masalın sonunda bir prense aşık olup evleniyor. Yani pek çok masalda olduğu gibi mutluluğun yegâne yolunu küçük de olsan evlenmeye, bir prensin ya da prensesin varlığına bağlıyor.
Hâsılı masal incelendikçe patlayacak bir bombaya dönüşüyor. Fakat içerisinde alışılagelmiş tüm masallardan farklı bir durum da barındırıyor: Kurbağa prensi ötekilerinden ayıran, belki de en önemli özelliği, kadını pasivize etmiyor oluşu gibi duruyor. Tüm olay örgüsü eleştiriye çok açık olsa da masaldaki erkek, zavallı bir kurbağa kılığında; kurtarıcısı ise bir kadın olarak resmediliyor. Diğer masalların beyaz atlı prensleri aksine burada günü kurtaran kişi yolları gözlenen bir erkek değil; kadın olarak işleniyor.
…
Çocukluğumun ekrandan uzak, hayali ve oyunu bol zamanlarına döndüğümde çok geç tanıştığım “kurbağa prens” masalı için şükrederken buluyorum kendimi. Belki o zamanlar yeni bir masal; yeni renkler, yeni hayaller, yeni kapılar olarak açılacaktı zihnimde. Fakat çocukluk anılarımın başköşesine kurulu nice masalı ve onların bıraktığı yıkıcı izleri düşündükçe “İyi ki” diyorum, “İyi ki annem anlatmamış kurbağa prensi bize.” Zira bugünlerde, eskiye dair hesapları bir bir seriyorum önüme. Kâh “Siz ikiniz” diyorum; Hansel ve Gratel’e; “Siz ikiniz yüzünden babamın bizi bıraktığı ormandan eve dönme yolları aradım geceler boyu hayalimde.” Kâh Pamuk Prenses’e kızıyorum; annemden gayrı tüm kadınlara şüpheyle yaklaştım, seninle tanıştığım günden sonra annemin eteğine daha sıkı yapıştım diye. İşte tüm bunlardan sebep bir de “Kurbağa Prens” eklenseydi listeye, huysuz, doyumsuz, kendini beğenmiş biri olurdum belki de.
1 Comment