Stefan Zweig ömrü iki savaşın ortasında geçmiş bir yazar. Bir ırka mensup olmanın acısını, ayrımcılığı ve insanların çizdikleri sınırların, savaşların saçmalığını anlatmayla geçmiş bir ömür onunki.
22 Şubat 1942’de Hitler’in elinden gelecek bir ölüm korkusuyla yaşamaktan yorulup intihar etmeyi tercih etmiş bir yazar. Ayşegül Uyar, Zweig’ın hayatındaki aydınlık ve karanlık yanları, korku ve buhranlarını, kitaplarındaki izleri Netyazı okurları için yazdı. Ve okura seslendi: Sevgili okur sence de Stefan Zweig yeniden okunmayı hak etmiyor mu?
Stefan Zweig Yahudi asıllı bir anne babanın evladı olarak 1881 yılında Viyana’da doğar. Babası zengin bir kumaş tüccarıdır, annesi de varlıklı bir ailenin kızıdır. Viyana’nın en ünlü caddesinde yer alan gösterişli bir apartmanda güzel bir çocukluk geçiren Zweig bu yıllarda içinde bulunduğu şartları değerlendirerek Latince, Fransızca, Yunanca ve İtalyanca öğrenir.
Lise eğitiminin ardından felsefe ve edebiyat alanlarında yükseköğrenim görür. Alman şair Rilke’ye hayran olur. Bir yandan da ilk şiirlerini dergilerde yayınlatıp edebiyatta iyi bir kalem olacağının işaretlerini verir.

1902’ye gelindiğinde Viyana’nın en ünlü gazetesinde Zweig’in ilk öyküsü yayınlanır. Ona inanan ve ondaki kabiliyeti gören bir gazeteci vardır şimdi hayatında: Theodor Herzl
1906’da ikinci öyküsü okurla buluşur. “Erika Ewald’ın Aşkı” dikkatleri bir kez daha bu genç beye yöneltir. Zweig’ın ilk gençlik yıllarında öğrendiği yabancı dillerle edebiyata olan merakı birleşince Paul Verlaine, Baudelaire ve Èmile Verhaeren’in yapıtlarını çevirir.
İLK SEYAHATLER
24 yaşındaki genç mezun Zweig İspanya’dan Hindistan’a uzanan 4 yıllık bir seyahate çıkar. 1910 – 1911 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’ne, Panama’ya, Küba’ya, Kanada’ya ve Meksika’ya ziyaretlerde bulunur. Bu yolculuklar sırasında değişik ülkelerden değişik sanatçılar ve edebiyatçılarla dost olur.
1914’ de birinci dünya savaşı başladığında gönüllü olarak orduya katılıp arşivde çalışır. Genç, ateşli ve heyecanlıdır. Ona göre her savaşta olduğu gibi bu savaşta da haklı ve haksız vardır. Fakat zaman geçtikçe Zweig için savaşın katlanılmaz yüzü ortaya çıkar. İlerleyen yıllarda onun dünya görüşünü ve kaleminin seyrini de değiştirecek fikirsel değişim burada patlak verir: Adil olmayan bir barış bile en haklı savaştan iyidir.
Bu yıllarda yazdığı Babil Kulesi ve Zorlama adlı eserleri savaş karşıtlığının izlerinin görüldüğü ilk eserler olur.

Savaş bittiğinde ve yıkıcı etkisi daha net görüldüğünde Zweig Salzburg’a dönerek sekiz yıldır tanıdığı Friderike von Winternitz ile evlenir. Çiftin ağaçlar arasında iki katlı şirin bir evleri vardır. Stefan Zweig 1920-1930 yılları arasında Alman dilinde en çok okunan genç bir yazar olur. Salzburg günleri onun edebiyatını zirveye taşıdığı çeşitli dostluklar edindiği, edebiyat çevrelerinde adını yekten duyurduğu günlerdir. Zweig savaşın kötü etkilerinden uzakta, yeni çevresinde mutludur.
O yıllarda Almanya birinci dünya savaşından çıkan diğer ülkeler gibi büyük bir ekonomik krizin içindedir ve bu buhran Nasyonal Sosyalistlerin iktidara yürüyüşünü kolaylaştırır. 1933’de Nazilerin büyük kıyımı başlar. Elbette Yahudi asıllı bir yazar olan Zweig’ın eserleri de bu kıyımdan nasibini alır. Yakılacak eserler arasında onun da kitapları vardır. Zweig kendi ülkesinde bir suçlu gibi görülmekte, evine baskınlar düzenlenmekte, kitapları tehlikeli görülmektedir. Zweig bir kez daha sınırlar aşarak Londra’ya taşınır. Bir süre sonra İngiliz vatandaşlığına müracaat eder fakat uzun süre beklediği onay gelmez. Artık ülkeler de başka hüviyetlere bürünmektedir.

NAZİLER BİR GÜN BURAYA GELECEK
2. Dünya savaşı boyunca yazarın yanında Lotte Altman vardır ve New York, Arjantin, Portekiz yazarın yeni ülkeleridir. Hitler’in hakim olduğu Almanya “yıldırım savaşı” taktiği ile ilerlemektedir. Zweig için nefes alınacak yer kalmaz. İçinde taşıdığı huzursuzluk nereye gitse, hangi toprağa adımını atsa onu rahat bırakmaz. O günlerde yazdığı bir mektupta “Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım,” der arkadaşına. “Mecburiyet” romanında ise bir savaştan diğerine kaçan, bir ülkeden diğer ülkeye geçen Zweig’ın buhranları net bir şekilde görünür. Yazar savaşın saçma ve anlamsız olduğunu, bireylerin nasıl ezildiğini anlatmak için çabalar.
Yazarın Brezilya’da yaşadığı günlerde yazdığı Satranç isimli kitabı, onun ismini zirveye taşır. 2.dünya savaşının gölgesinde yazılan bu eserde psikolojik tahliller ve kahramanın içe yolculuklarını barındırır. Brezilya’da büyük bir sevgi ile karşılansa da Zweig tüm dünyanın Yahudilere düşman olduğu fikrine kapılır. Nefretin sınırlar aşan hali ona da ulaşır, korku ve ümitsizlik Zweig’a hâkim olur.

Stefan Zweig hayatı boyunca yalnız hikâye değil deneme, inceleme, roman ve lirik şiirler de yazar. Biyografi türünde yazdığı eseri “Üç Büyük Usta: Balzac Dickens, Dostoyevski” onun gözünden edebiyata bir bakış olması açısından kıymetlidir.
KİTAPLARIN ÖMRÜ DİKTATÖRLERİN ÖMRÜNDEN UZUNDUR
“Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir,” der Goethe. Zweig’ın yaşadığı yıllardaysa dünya koca bir alev topudur. Bu alev topu üzerinde adım atılan her kara parçası yakar Zweig’ı. Ne yazdığı öyküler, ne makaleler Zweig’a ümit vermek için yeterlidir. Alman şair Kleis’in karısıyla kendini silahla vurarak intihar ettiğini öğrenince bir yol bulduğunu düşünür. Sodasına karıştırdığı zehirden birkaç yudum alarak eşine uzatır: Yanıma gelmek istiyor musun?
Zweig’in sevgisinden emin olan Lotte eşinin bu teklifine hayır demez. İkili son uykularına böylece dalar. Ertesi gün odaya gelen hizmetçiler masa üzerinde iki mektup bulurlar.

Zweig çare bulamadığı ümitsizliğine ölümle cevap vermek istemiş, kendisini bir gün bulacaklarına inandığı ss subaylarından önce ölüme kaçmıştır. Tuhaftır Zweig’ın ölümünden yalnız iki yıl sonra Hitler iktidarı sona erer. Dünyada rüzgârlar başka yönden eser.
Stefan Zweig’ın hayatında aydınlık ve parlak günler kadar karanlık ve soğuk taraflar da vardır. O, bu hikâyede bir ırka tabi olmanın bedelini istemese de omuzlamış ve bu ağırlığın altında kalmıştır.
Tüm bunlardan sonra onun eserleri de hayatı gibi yeniden okunmayı hak ediyor diyebiliriz. Sevgili okur, sence de onu sadece Satranç ile tanımak haksızlık değil midir?