“Bir şehre nereden girmek istersiniz? Ya da kasabaya? İlla mezarlığından yaklaşmayı severim.” diyor Leyla İpekçi. Kimi çarşıları sever, kimi camileri, kimiyse mezarları. Gittiği her şehirde mezarların izini süren ve bizi mezarlar hakkında düşünmeye sevk eden İpekçi’nin yazısına beraber bakalım.
Bir şehre nereden girmek istersiniz? Ya da kasabaya? İlla mezarlığından yaklaşmayı severim acizane. Ölülerini selamlayarak geldiğim beldeleri görmeden önce bir izlenim edinirim böylelikle. Macaristan’ın dağ köylerinden birinde trenle durduğumda ziyaret ettiğim mezarlarda bütün ölüler sanki az önce ölmüşler gibi taze çiçekler konmuştu vazolara. Cide’ye vardığımda ise sahil boyu devam eden kabristandaki ölüler Karadeniz’i selamlıyordu yattıkları yerden. Eğil’in kabristanı Elyasa, Zülküf ve Danyal (as) peygamberlerin müthiş bir konumda yer alan türbelerinin gerisinde, rüzgâr ve taşa ağıt yakıyordu tepelerde. Kuzey Ege dağ köylerinden birinde karlı bir gün kabristandan güneşin ta ilerde parıldadığı açık denize bakarken öylesine şenlikli bir ruh hali bütün tabiatı kuşatmıştı ki, sanki şapkadan tavşan çıkarırmış gibi, ölülerle kış gülleri sarmaş dolaş olmuş ölümün de hayata dâhil olduğunu muştuluyorlardı büyük bir coşkuyla. Anadolu’da dere tepe gezerken, tenha ve ıssız mezralarda, rüzgârlı bayırlarda, boz ovalarda, dumanlı dağlarda, ormanlık arazilerde dolaşırken en umulmadık bir anda üzeri pek okunmayan bir mezar taşı, meçhul bir türbe, isimsiz bir yatır bizi selamlar. Kuşaklardır orada oturmakta olanlar bile bu yatırların kime ait olduğunu bilmez çoğunlukla. Yine de efsaneler, kıssalar, çağlar içinde değişen söylenceler ile daima günceller buradaki ölüler kendilerini. O kadar ki, Anadolu’da aynı veliye ait pek çok makam / türbe vardır. El açıp dua eder geçip gidenler. Dedektiflik yapıp huzur kaçırmaz kimse. Çünkü âşıkların mekânı gönüllerdir. Makam, vesiledir onları anmaya. Bilirler. Ölüm her daim canlıdır bizim kültürümüzde. Anadolu’da nice yatır vardır ki tarihin bir döneminde azizlerin istirahat ettiğine inanıldığı için yerli Hıristiyanlar tarafından sahip çıkılırken bir başka döneminde buradaki Müslümanlar mübarek diye el açıp dua ederler aynı azizin ruhuna. Hangi inancın azizi olduğunun önemi yoktur artık. Tıpkı Aya Sofya’nın altında gömülü kimi Hıristiyan azizleriyle, avludaki padişah ailelerinin türbelerinin çağlar içerisinde iç içe geçmiş olması gibi.
Eskiler evimiz pazara ve mezara yakın olsun derlermiş. Kabristana oldukça yakın bir evde oturuyoruz ne zamandır. Türklerin Konstantiniye fethedilmeden önce gelip hisar yaptırarak namaz kıldıkları ve şehit düştükleri Anadolu Hisarı’nda. Evimizin hemen aşağısındaki tarihi mezarlık da o vakitten kalma. İstanbul kendine özgü şehirlerden oluşan bir külli vücud ne zamandır. Hiçbir mezarlığı şehre giriş niteliği taşımıyor. Çünkü şehir bitmiyor. Tarihi kabristanlar ise şehrin gelişigüzel pek çok noktasında bir anda karşımıza çıkabiliyor. Mesela bizim semtin az ilerisinde Kandilli’de de yolumuzun üzerine zamansız bir köşe mezarlığı çıkıverir. Eski süslü taşlarıyla yeşillikler içinde, vızır vızır taşıtların geçtiği caddede Boğaz’ı seyreden birkaç mezar. Hayatın o kadar içindedir ki mezarlıklar, bir köşe başında ansızın size “ölüm var ölüm” diye sesleniverirler, hayatın bütün koşuşturmasının ortasında. Zaten hangimiz ölüyüz, kimler ne kadar canlı, bu bitimsiz şehirde her şey iç içe girdiği gibi, zamanlar da üst üste yığılmıştır. Aynı anda fetih günlerinden bugüne ve bugünden geleceğe pek çok zaman kipini bir arada kucaklarız İstanbul’da. Ölümlerden dirimler çıkarırız.
Gelgelelim Anadolu’da pek çok köy mezarlığı müzmin ziyaretçilerini giderek yitirmekte. Kabristanlar artık giderek ıssızlaşan köylerin yegâne nöbetçisi olmaktalar. Ölülerini mezarlığa koymak için memlekete gelen ahali, cenazeyi kaldırdıktan sonra büyük şehirde devam ettirdiği hayatına dönüyor vakit geçirmeden. Köylerde kalan birkaç hane. Muhtar, emekli ihtiyarlar. Yazın sayfiye yeri olarak kullanılan köyüne ölmeye geliyor vakti dolanlar. Yaşayanından çok ölüsü var artık pek çok beldenin. Bir kuşak sonra kabristanlardaki ölüler belki iyice yalnızlaşacak. Metropol kabristanları ise giderek sığmıyor artık betona asfalta, gökdelene. Batı Şeria’da gördüğüm bir kabristanda ölüler bir raf sistemi dâhilinde üst üste gömülmüştü. Kahire’deki mezar kentte ise sözüm ona iki milyona yakın insan yaşıyordu ama ölülerden beter haldeydi sığınakları. Lübnan’ın Sayda şehrine giderken yol boyu dağlık arazide gördüğüm şehit makamlarını sokak panoları imliyordu. Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığının üzerinde uçan kuşlara bakakalmıştım. Mescid-i Nebevi’nin karşısında, Efendimiz’in (sav) zevceleri, evlatları ve sahabeden pek çok kişinin makamında ölümün bir son olmadığını, sonsuzlaşma gününün daimi olduğunu hissetmiştim. Ama asıl, Mogadişu’da iç savaştan kaçanların sığındığı kamplarda durmadan ölen bebeklerin, çocukların hemen oracıkta toprak kazılarak alelacele gömülmek zorunda kalışlarını görmek beni sarsmıştı. Hayatın bu kadar kalbinde atan ölüleri bir arada görmemiştim daha önce. Çanakkale savaşının başladığı Seddülbahir koyunda, imparatorluğun her köşesinden gelmiş gençlerin isimlerinden oluşan şehitliği ilk gördüğümde o kadar etkilenmiştim ki, ilk şiirimi o kumsalda yazmıştım. “Ah bu yurtsuz yarenler bu yaşlı kavaklar altında Anzak kemiklerini sızlatan bu son arzular Her açan gül başka bir top mermisi Kumsala çarpıp vurdu vücudumdan dalgalar.” * Meçhul asker anıtları, şehitlikler, yatırlar, mezarlar derken, her birimizin kalbinde apayrı yeri olan türbeler vardır. Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin türbesinde bir arefe günü ilk abdestimi almış ve makamında el açıp dua ederken müthiş bir ikramla karşılaşmıştım. İslam hakkında hiçbir şey bilmezken okuduğum bir kitabıyla gönlümü açan İbn Arabi hazretlerinin Şam’da türbesini ziyaret ettiğimde ise rüyada gibiydim, coşkudan tutunacak yer aramıştım.
Şiraz’da Hafız’ın türbesini ziyaret ederken etrafımızda o kadar dua eden ve şiir okuyan ahali vardı ki, her şeyi bırakıp sosyolojik gözlem yapmıştım. Bakü’de Yahya Şirvani hazretlerinin türbesine girerken kapalı olan havada bulutlar bir anda dağılmış ve tam türbenin tepesinde kocaman ve parlak bir güneş belirmişti. Türkistan’ın Çimkent’indeki Yesevi hazretlerinin türbesine doğru yürürken ıssız bozkırın ortasında çıkan fırtınaya dalmış ve adeta rüzgarın içinde uçarcasına makama ulaşarak huzurda bulmuştum kendimi. Dört buçuk yaşında annemin vefatıyla başladı mezarlıkla kurduğum ilişki. O zamanlar toprağın altında kemik yığını olduğunu ve ruhun ölümsüzlüğünü biliyordum. Kimseye sormamıştım. Ama belki çocuklar ölüme yakın olduğu için, belki de yaşamın perdeleriyle kat kat henüz örtünmemiş oldukları için yalın bir bilgiydi bu. Artık her birimizin ölmeden önce ölme marifetine ulaşana kadar bu dünyada kendi kabirlerimiz içinde gezinmekte olduğumuzu öğrendim. Ölmeden önce ölüp nefsini sır makamına erdirenlerin diri olduğunu ve türbelerine ziyarete gelenlerin dua ettiklerinde kalplerine inşirah indiğini defalarca tecrübe ettim. Evet, Yunus’un dediği gibi, “ölümden ne korkarsın korkma, ebedi varsın!”
*Bu yazı Düşünen Şehir Dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.
https://www.kayseri.bel.tr/uploads/edergiler/pdf/dusunen_sehir_05_web.pdf