Saray Bahçelerinden Fesleğene/ Ayşegül Uyar

Divan-ı Lügatit Türk’de geçen yüzlerce çiçek isminden sonra geldiğimiz nokta nedir? Fesleğen ve naneyi bile karıştıran bir nesil mi? Ayşegül Uyar bizleri düşündürecek bir deneme ile sizlerle…

Aylar sonra cesaret bulup çarşıya çıkıyorum. İstanbul Ankara gibi büyükşehirlerde yaşayanlar bilmezler Anadolu şehirlerinde bir çarşı kültürü vardır. Şehir ne kadar gelişip her semti bir çarşı hüviyeti de kazansa, yaşayanlar çoğu zaman gündelik ihtiyaçlarını kendi mahallerinden temin eder hale de gelseler çarşı kavramı hayatiyetini korumaya devam eder. Söz gelimi çarşıda buluşmak, çarşıya gitmek, çarşıdan gelmek gibi kullanımlar günceldir ve çarşı denilince herkesin aklına aynı merkez gelir. Ben de bir nebze rahatlayan ortamın tesiriyle ufaklığı da alıp aylardır gitmediğim çarşıya gidiyorum. Mevlana Hazretlerinin türbesine yakın bir yere arabayı park edip şehitlik boyu ana oğul yürüyor, Üçler Mezarlığı önünden geçerken orada metfun büyüklere dualarımızı gönderiyor, hazretin huzuruna giremesek de selam edip uzaklaşıyoruz.

Temmuz sıcağı; küçük çocuğun yavaş hareketleri ve minik adımları ile birleşince bir mola şart oluyor. İki katlı ahşap yapının sundurması altındaki serin gölgelik, masaları donatan fesleğen saksıları bizi çekip bir köşeye oturtuyor. Bakır bardaklarda yayık ayranı yanında etli ekmek namı diğer Konya Pidesi söylüyorum. Böyle iyi hoş da az sonra karşı masaya oturan ailenin beş- altı yaşlarındaki kızının merakı tüm dikkatimi dağıtıyor. Masaya yerleştirilmiş fesleğen saksısına eğilip merak ediyor ufaklık. “Bu ağaç ne güzelmiş, eve götürsek.” diyor babasına.  Genç adam ilgiyle çocuğa yönelip “O bir ağaç değil nane çiçeği kızım diyor.” Nane çiçeği? Yarım pide, birer bardak ayran bitene kadar defalarca duyuyorum nane çiçeğini. Ne çocuğun annesi olan hanım ne de servis yapan garson ses ediyor. Hesabı ödeyip bu şirin bahçeli lokantadan ayrılırken arkama dönüp “Afedersiniz beyefendi, o minik saksıdaki fesleğen, elinizi üzerinde hafifçe gezdirirseniz keskin kokusunu alırsınız” diyorum gayri ihtiyari.

Şimdi sevgili okur diyeceksin ki bize ne senin etli ekmeğinden, yayık ayranından. Haklısın fakat dikkatini çekmek istediğim yer orası değil az aşağısı. Otuz beşini devirmiş bir yetişkinin pek çok akşam salatasında iştahla kaşığına doldurduğu yeşilliklerin başında gelen nane ile fesleğeni tanıyamaması beni üzdü.

Bir vakitler tüm cihanda saray bahçeleri ile meşhur olmuş, yabancı devletlerin elçileri aracılığıyla tohumlar temin edip, İstanbul bahçelerinden feyz alarak bahçe yapmaya başladığı günlerden bu günlere gelişimiz… Aradaki bu uçurumun derinliği ürkütücüdür. “Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikâye yazamaz.” Demiş Sait Faik. Beşir Ayvazoğlu kıymetli bir yazısında çiçek isimleri yanına artık kullanmayı unuttuğumuz renk isimlerini ve hatta Türkçeyi de eklememizi salık veriyor. Haklı ya, tirşeyi, zümrüdü, yavruağzını, leylak ve firuzeyi hepten unutmadık mı? Çiçekler de keza öyle, bize öğretildiği kadarını bilip ötesini merak etmiyoruz. Oysa atalarımız Orta Asya’dan yola çıkıp, İran’dan geçerek oradan Anadolu’ya ve İstanbul’a gelip laleyi getirmişler. Böylece lale yabani bir çiçek olmaktan çıkıp bahçelere, evlerin en güzel köşelerine, geleneksel el sanatlarımıza ve edebiyatımıza yerleşmiştir.[1]


Çok zaman oldu güzel sanatların neredeyse her alanında kendine yer bulan çiçeklerle bağımızı kopardık. Ebruda, minyatürde, çinide, tezhipte hatta kakmacılık da bile çiçek deseni illa olur, sanatkâr aşkın olana iştiyakını, onun güzel olup güzel sevmesinden ilhamla nakş ederdi elinin altındaki malzemeye. Laleyi, sümbülü, nergisi en çok da gülü orada görürdük. Şair gezip dolaştığı, kokusunu ciğerine çektiği bahçelerden ilham alır, sevgilinin benzi gül, boyu servi, kokusu yasemen, dudağı erguvan, saçları ise çoğu zaman sümbül olurdu.

Padişahlar özel fermanlarla saray bahçelerini, şehir meydanlarını çiçek tarhlarına çevirirken halkta da yukardan aşağıya bir sanatsal bakış ve duyuşla çiçeğe sevgi var olur, her çiçeğe ayrı anlam yüklenirdi. Portakal çiçeği umudu, kadife çiçeği umutsuzluğu simgeler, evinde hastası olan penceresine sarı bir çiçek kondurup eş dosta sessiz bir ilanda bulunurdu. Çoluk çocuk kırda bayırda hudayinabit çiçek avına çıkar, kah karahindiba üfler kah horoz ibiği çiçeğinden burnuna alnına bir yaprak yapıştırıp oyun türetirdi.  Mahallelere akşamın kızıllığı çökerken açan akşamsefalarına eğilip koklamak, köklerinin dibine düşen siyak tohumlarını toplamak da bir çocuk işiydi o vakitler. Akşamsefaları böylece fütursuz oyuna dalan çocuklara bir çağrıda bulunur, ezanla beraber çocuklar usulca evlerine koyulurdu. Çiçek hem gündelik hayatın hem ulvi zevklerin olduğu ortamlarda kendini gösterirdi.

Şimdi ne bahçeleri, duvarları süsleyen begonviller, ne pencere önüne konulan hanım cama dayandılar var. Evin beyinin adıyla anılan parlak mustafalar, avluyu dolduran kadifeler, kedi tırnakları da hayatımızdan çıkalı çok oldu.  Sadece bir evde bulunan çiçeklerden bir kaçının adını bile saysak yitirdiğimiz çiçek kültürü hakkında fikrimiz olur.

Akşamsefası, şebboy, ortanca, gülhatmi, begonya, şakayık, leylak, sıklamen, kedi tırnağı, yaprağı güzel, kadife, camgüzeli, küpeli, filbahriden kaçını anımsadınız? En azından nane ile fesleğeni ayırt edebilecek bir seviyede olmayı ümit edelim ne dersiniz?


[1] http://istanbul.gov.tr/lale

1 Comment

  1. Akşam sefalarının ve leylakların kaybolduğu bir zamanda hiç değilse fesleyene sahip çıkalım değil mi? tebrikler güzel yazı için

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek