ZAĞRA MÜFTÜSÜNÜN HATIRALARI/ TARİHÇE-İ VAK’A-İ ZAĞRA
93 Harbi diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde yaşanmış dehşet verici hadiselerle yüzleşmeye hazır mısınız? Merhum Muallim Naci “Memleketin dertlerinden bahis açınca dostlarım sıkıldı, uykuları geldi. Kendi sözlerimizin tesiriyle yine kendim ağladım[1]” demiş. Gelin biz ecdadımız için beraber ağlayalım. Sonra silkelenip, düşünelim. Biz ne yapabiliriz?
M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilen ve özenli dipnotlar eklenerek “Zağra Müftüsünün Hatıraları/ Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” ismiyle yayımlanan kitabı okurken sarsıldım. Zağra müftüsü Hüseyin Raci Efendi tarafından neşredilen bu eseri okurken gözümün önündeki kirli camların tuzla buz olduğunu hissettim. Kin tutmayan temiz yüreklerimizin, iyi niyeti “ahmaklık” düzeyine getirdiğini düşünmeye başladım. Düzdağ’ın da dipnotlarında işaret ettiği dönemin bir diğer kıymetli eseri “Başımıza Gelenler” ‘in ön sözünde Mehmet Arif’in de hislerimi şu satırlarla desteklediğini gördüm:
“ Zannederim bizde de adet haine gelen kendini küçük görme, şefkat dilenme gibi pısırıklıklar, bir şahsın edep ve terbiyesinin delili sayılmakta. Bu sebeple iş erleri saydığımız zincirsiz aslanlar karşısında o kadar küçülmüşüz ki tarih değil yakında hayat kaynağımız olan imanımızı da buhara çevirerek bütün bütün yok olacağız. “
Yüzleşmekten korktuğumuz şeyler her an tekrar başımıza gelebilecekken, içine düştüğümüz gafletin büyüklüğünden utandım. Sayfa sayfa durdum, yutkundum. Yahya Kemal, Hüseyin Raci Efendi’nin Tarihçe-i Vak’a-i Zağra adlı kitabı için “ Bu kitap Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheseridir” diyor. Ardından şu içimizi acıtan detayı ekliyor “Onun için de okunmaz!” 1921’de Yahya Kemal’in tespitiyle bugünkü durum maalesef farklı değil. İnsan kendini etten, kemikten ve “an” dan müteşekkil sanır. Fakat hem bireysel hem toplumsal hafızanın yükünü omuzlarında taşımaktadır. Bu sebeple, büyümekte olan öfkesinin muhatabını bulamamakta, ortak hatıralarını ve milletine olan aidiyetini yitirmektedir. Bu da ne yazık ki üflesen dağılacak korkak, kalpleri titrek, dayanaksız bir toplum üretmektedir. Eric Hoffer, Kesin İnançlar adlı kült eserinde şöyle bir tespite yer verir:
“… bir kişinin, işkenceyle veya yok edilmeyle karşı karşıya kaldığında kişisel gücüne güvenmesi imkansızdır. Onun tek kaynağı kendi kendisi olmak değil, güçlü, görkemli ve yıkılmaz bir grubun parçası olmaktır.” Hoffer yazısının devamında “din, ırk, siyasi parti veya aile” olarak ortak inanç ve umut ile hayatta kalma kuvvetimizin arttığını söylüyor. Bu cümleler bana şu soruları sorduruyor:
Tarihini bilmeyen bir topluluk ortak bir umuda sahip olabilir mi? Ortak umuda sahip olmayan bir grup millet olma ihtisasına ulaşabilir mi? Millet olmayı beceremeyen, ortak acılarını kucaklayamayan insanların hayatta kalması mümkün mü? Bilinçaltımız bize bu soruların cevabını ürpertiyle hissettiriyor. Yüz çevirmeye devam etsek de tarih damarlarımızda akıyor.
Mehmet Arif, tarih öğretmenlerine “cesaretin babası” denmesi gerektiğini söyler. Çünkü gençler bu öğretmenler sayesinde kendiyle yüzleşir, huzursuzluklarının o dehşetli sebeplerini keşfeder ve aynı döngünün yaşanmaması için yüksek bir şuur kazanırlar. Tabiiki günümüzün müfredatı için bu geçerli olmasa da her şeye rağmen “cesaretin babası” niteliğinde öğretmenlerimizin var olduğuna ben de inanıyorum.
Zağra Müftüsünün Anıları “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” kitabı birçok açıdan kıymetli. Ecdadımızdan bizlere yazılmış bir şikâyet ve uyarı olan eser, yapılan hataları, savaşın yıkıcılığını, vatandan ayrılmanın perişanlığı anlatmakta. Bugün “medeni” olarak kabul ettiğimiz, hatta öykündüğümüz milletlerin maskelerini indirip, kanlı dişlerini göstermekte. Bu kitabın bir hatırat olması, gerçeği inkâra mahal bırakmayan sertliğiyle önümüze sermesini sağlar. Bu tarihi bilgiler, atalarımızın kemiklerini dişlerine kürdan yapan bu canilerin bütün illüzyonlarını silip atar. Bu açıdan eser, sosyolojik ve tarihi bir dayanak, taze bir hafıza vazifesi görür.
Gayri beşerden bize imdad yok
Gerçi muhacirlere isnad çok
Eylese her nerde fenalık zuhur
Hep o muhacir adına okunur[1]
[1] Artık insanlardan fayda yok. Çünkü muhacirlerin aleyhinde çok şey söyleniyor. Nerde bir fenalık olsa, şimdi hep göçmenlerden biliniyor. ( Tarihçe-i Vak’a- i Zağra. İz Yayıncılık. s. 279 )
Rumeli’den göç etmeyi başaranların İstanbul’da ve Anadolu’da yaşadıkları hatırlanması gereken müstesna vakalardır. Kitabın bu son bölüme kadar gelebilen, şahit olduğu vahşetle yüzleşmekten vazgeçmeyip ilerlemeyi başaran okuyucu, ister istemez o günleri bugün ile kıyaslayacak ve daha engin bir ufukla bugünü yorumlayabilecektir.
Kitap Rumeli Türklerinin 93 harbinde yaşadıklarının sadece küçük bir bölümünü anlatıyor. Beş yüz yıldır yaşadıkları topraktan kaçmak zorunda kalan, yollarda telef olan, düşmana yakalanan ve ahlaksız işkencelere maruz kalan insanların gerçek hayat hikâyeleri bunlar. Osmanlı topraklarında yabancı şirkete ait olan tren işletmesinin keyfiyetiyle heba olan canlar, iş bilmez komutanlar, medyanın gerçekleri çarpıtma gücü gibi birçok başlığı barındırıyor.
M. Ertuğrul Düzdağ kitabın ön sözünde “ Otuz yıldır beni ağlatan bu destan, acaba yeni nesillerden, henüz katılaşmamış bazı gönülleri de titretecek, bazı iradeleri harekete geçirebilecek mi?” diyor. Ne ulvi bir endişe! Aynı hislerle bu eserin elden ele yayılmasını temenni ediyorum. Bin bir türlü cefayla şehit olmuş atalarımız hatırlanmayı, ruhlarıysa içten bir “Fatiha” bekliyor.
Büşra TÜMKAYA