Gözünü Aç Burnunu Tut: “Mon Cherie”/ Merve Güçlü

Sizi rahat koltuklarınızdan alıp uzak ülkelere götürmek istediğimiz bir yazıyla daha karşınızdayız. Merve Güçlü Paris’i yazdı ama bir uyarıyla: Burnunu Tut!

İsmini duyduğum zaman kalbimden kelebekler uçuran şehirler var.  Paris bu şehirlerden biri değil. Paris ismini duyduğumda içimden gelen his bir koltuğa yığılıp kalmak. Bir şey zorunluluk olunca keyif olmaktan çıkıyor malum. İş dolayısıyla sıkça gitmek durumunda kaldığım bu şehir, yıllar içinde benim için yorgunluk ifade eder oldu –keşke öyle olmasaydı, aramız daha iyi olabilirdi.

Yine de, üfleyip püflemeden gittiğim ve 7 gün kaldığım ilk ziyaretimdeki izlenimlerimden yola çıkarak dünyanın bu en gözde turistik yerinde, iki buçuk günde neler yapılabilir anlatmak isterim. Evet iki buçuk gün, zira ilk dört günüm fuarda, şehrin her yerinden görünen Eiffel’in tepesini bile göremeden geçti. Fuar bitiminde ise o kadar yorgun ama gezmeye de o kadar hevesliydim ki topukluları çıkarıp spor ayakkabıları giymek için oturduğum sandalyede uyuyakalsam “Şanzelize, Notre Dame” gibi kelimeler sayıklardım herhalde. Ama uyuyakalmadım ve cebimde notlarım ve haritamla, lise çıkışına sevgilisini almaya gelen delikanlı misali beni fuar çıkışına almaya gelen eşimin yanına koştum.

Bir yeri gezerken sonradan hayıflanmamak için notlarım önemlidir, ders çalışır gibi –hatta daha özenle – listeler yapar, notlar alırım; hangi müze ne gün kapalı, tavsiye edilen o restoranda ne yemeli, gezerken öncelik sıram ne olacak? Buna benzer bilgilere çalışmazsam gezerken kendimi uzay boşluğuna gibi hissederim. Bir de bunu destekleyen haritam varsa değmeyin keyfime. Normalde on yedi kere gittiğim yere on sekizinci kez giderken kafası karışan ben, nasıl oluyorsa yabancı şehirlerde telefon navigasyonundaki sese dönüşüyorum; “Şimdi 100 metre sonra metroya inip sarı hatta bineceğiz, 5 durak sonra iniyoruz, banliyö trenine aktarma yapıp 3 durak daha gideceğiz. Varış noktasına ulaştınız

Her şehirde olmasa da Paris’te o örümcek ağı misali metro haritasını çözmek, gezerken büyük kolaylık sağlayacaktır. Metro deyince aklınıza öyle modern, aydınlık, jilet gibi bir toplu taşıma sistemi gelmesin. Yürüyen merdiven hiç gelmesin. Patrick Süskind’in “Koku” romanında tasvir edilen Paris kokuları gelsin mesela. Şehir modernleşirken beğenmedikleri kokuları yer altına doldurmuşlar adeta. Öyle pis ve bakımsız. Ama şehrin üst yüzeyi için aynı şeyi söylemek zor.

Paris, gitmeden de çok maruz kalınan bir “obje şehir” olduğundan, zihnimizde çok fazla Paris klişesi ile gezmeye koyulduk. Louvre Müzesini gezmek üç gün sürüyormuş, Fransızlar İngilizce biliyormuş ama gıcık oldukları için konuşmuyorlarmış, Paris Dünya’nın en romantik şehriymiş gibi şeyler.

Önce görülecek yerler listemizin birinci sırasında olan Louvre’u anlatayım. Arkadaşlar, söylenenler doğru; hakkını vererek, her şeyi tek tek inceleyerek gezmek 2-3 gün alabilir, ama sonunda da perte çıkarsınız benden söylemesi. Bütün heykeller, resimler birbirinin aynısı gözükmeye başlar. O yüzden makul olanı, uzun kalınıyor ise 1 gün, kısa süreli kalınıyor ise yarım gün ayırıp seçerek gezmek. Normalde saat 6’da kapanan müze, haftanın bazı günleri 9’da kapanıyor. Biz bu geç kapandığı günlerden birinde öğleden sonra gittik, ama benim görmek istediğim resimlere heykellere dalınca eşimin görmek istediği Mısır eserlerini müze kapanmadan koşarak gezmek zorunda kaldık. Yapamadığımız her şey için dediğimiz gibi buna da “Neyse, bir dahaki gelişimize gezeriz” dedik (Gezemediler).

Şehrin sembollerinden bir diğeri olan Notre Dame Katedrali ise görkemi, zarafeti ve büyüklüğü ile bende beklemediğim bir kalp çarpıntısı yarattı.  Katedralin etrafındaki, küçük kafelerle, restoranlarla dolu o düzenli, temiz meydanda bir düğme olsa, zaman makinemin çarkları dönse istedim. 1400’lerde orada yaşayan insanlarda; çingenede, esnafta, göçmende, o devasa katedral ve üzerindeki gargoyleler nasıl bir his uyandırıyordu? Korku mu, huzur mu, baskı mı? Her hissini bir şarkıya veya filme bağlamaya çalışan zihnim, kafamı kaldırmış bunları düşünürken arka fonda hemen malum müzikali çalmaya başladı. Çalsın çalsın, iyi geliyor.

Kiliseler değil, klişeler diyordum demin aslında. Yiğidi öldürelim, hakkını yemeyelim. Her yerde “Bonjour!” diye lafa girsem de İngilizce bir şey sorup da cevap alamadığımız kimse olmadı. Söylenenler belli bir yaşın üstü için geçerli olabilir, ama yeni neslin İngilizce konuşmakla ilgili bir sıkıntısı yok. Pul kadar bir kurabiyenin 2 Euro olduğu, ama benim gitmemiz lazım diye tutturduğum, meşhur makaroncu Ladurée’nin nezih mekânında bile, üç kişi 3 makaron 1 çay sipariş etmemize rağmen, gayet nazik bir muamele gördük. Neden görmeyecekmişsiniz demeyin, şapkalı eldivenli teyzelere smokinli garsonlar servis yaparken kot-tshirtle ezikleneceğimizden emindim.

Gelelim “Paris Sendromu”na. Paris sendromu; Allah başka dert vermesin diyeceğiniz bir psikolojik rahatsızlık, Paris’e gitmeden şehri çok gözünde büyütüp sonra da beklediğini bulmadığında uğranan hayal kırıklığı. En çok Asyalılarda görülüyormuş. Esasında beklentileri düşük tutunca burayı sevmemek için bir sebep yok. Yine de tadınız kaçmasın diye, örneğin, Montemarte’deki Sacré-Cœur (Kutsal Kalp) kilisesinin hemen yan tarafındaki ressamlar tepesinde, ressamları izlerken gaza gelip portrenizi yaptırmaya kalkmayın, boşuna bu turist tuzağına düşmeyin. Ellerinde muhtelif boylarda Eyfel Kulesi anahtarlıkları ile size doğru “vanyuro vanyuro” diyerek gelen satıcı abilere elinizi kolunuzu kaptırmamaya dikkat edin, kalabalık yerlerde cüzdana çantaya dikkat edin. Fransızların kendiniz gibi pratik ve sıcakkanlı olacağını düşünmeyin. En önemlisi de mükemmel şehir diye bir şey olmadığını kabul edin.
Gezmeye başlamadan birkaç gün önce fuarda ufak bir kâğıda notlar aldığımı gören, bizim firmadaki Alman abiye yer tavsiyesi olup olmadığını sordum. Nereleri yazdığımı sorunca listemi gösterdim. En sonda “Cumartesi – Disneyland” yazısını görüce, “Dünyanın en romantik şehrini eşinle gezeceksin ve Disneyland’a mı gideceksin? Merve, bunu yaparsan seninle bir daha hiç konuşmam!” dedi şakayla karışık. Animasyon filmlerin temalı oyunları, hız trenleri, 3D gözlükler, bize Seine nehri üzerinde Titanic pozlarından daha romantik geliyor demek ki, n’apalım? Nitekim, yine olsa yine prensesler diyarı Disneyland’a giderim. Romantizm klişesi ile ilgili de yanıtım budur; insanın içinde olacak azizim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek