Netyazı’nın kurucusu yazar şair Ayşe Sevim’in gözünden Saraybosna’yı okumak ister misiniz?
27 Ağustos 2017, sayılı gün çabuk geçti. İzin bitti. Türkiye’ye veda edip Berlin’e doğru yola çıktık. Çocuklar bizi bekleyen uzun yol için pek memnun olmasalar da yolculuk boyunca konaklayacağımız şehirler hakkında konuşuyorlar. Ben ilk durağımız olan Üsküp’e hayran kalsam da Saraybosna’dan bahsedeceğim. Yol arkadaşımız olan diğer aile ile birlikte sabah erkenden Üsküp’ten ayrılıp Saraybosna’ya doğru yola çıkıyoruz, heyecanlıyız. Yol boyunca sağlı sollu yerleşim yerleri nehirle birlikte etrafımızdan dolanıyor. Bazen bir cami bazen de bir kilise kimliklerini ilan ediyor köylerin. Biz de onunla birlikte gâh kıvrılıyor, gâh inip çıkıyor, bir görünüp bir kayboluyoruz vadinin ortasında. Kosova’da Priştine levhaları bizi kendine çekse de onları görmezden gelip Pirizren’e, oradan da Kosova-Karadağ sınırına doğru ilerliyoruz. Her şey öyle tanıdık öyle alışıldık ki, dağ köyleri, akarsu kenarına sıralanmış küçüklü büyüklü evler, ormanlar ve yaşlı insanlar… Kendinizi Anadolu’da hissetmemeniz için hiçbir sebep yok.
Montenegro’nun namı diğer Karadağ’ın yaylalarına vardığımızda harika bir manzara karşılıyor bizi. Öğlen sonrası güneşiyle sessizliğe bürünen düzlüğü uzaklardaki ormanlar taç gibi sarmış, çocuklar ve keçiler evlerin yolunu tutmak üzere… İkinci dünya savaşından kalma askeri kamyonlara benzeyen bir itfaiye aracının peşine takılıyoruz. Soluk kırmızı rengiyle öyle eski görünüyor ki… O önde biz arkada ikindi ışıklarıyla mora ve kızıla bürünen bu çayırdan ülkede sınıra doğru sürüyoruz. Arabada Enya’nın “Only Time” şarkısı usul usul nefes alıyor.
Karadağ’ı çıktıktan sonra inişe geçiyoruz. Kayın, çam, gürgen ve kestane ağaçları, yolun sonu Bosna-Hersek sınırı. Foça ormanlarını geçerken aklıma Bosna Savaşı geliyor. Buraya gelmeye niyetlendiğimizden beri, hatta “Bosna” adı anıldığında bile hatırlara düşen savaşın korkunç yüzü bu ormanlarda daha bir belirginleşiyor.

Güneş batmak üzereyken sınıra ulaşıyoruz. Arabada Bosna milli marşı, daha 4-5 saatlik yolumuz var Saraybosna’ya. Sınır köyleri Sırp bayraklarıyla dolu, ara ara Hırvat bayrakları da var. Sınır köylerini geçip bir kasabaya ulaşıyoruz. Restore edilen bir cami dikkatimizi çekiyor. Yaşlı erkekler akşam serinine tahta tabureler atmış gelip geçen yolcuları izliyorlar. Biraz dinlenmek için, Üsküp’ten beri yarenlik ettiğimiz nehirlerden birinin kıyısına çekiyoruz arabayı. Meraklı bakışlara acemice karşılık verip bir banka oturuyoruz. Çocuklar kapanmak üzere olan bir dükkâna girip lavaboyu kullanmak istediklerini anlatmaya çalışıyorlar. Dükkân sahibi “buraya nasıl düştüğümüzü sorar gibi” bakıyor, oldukça sıcakkanlı. 15-20 dakika dinlendikten sonra Saraybosna’ya ulaşmak için bir başka dağı tırmanmaya başlıyoruz. Akşam on bire doğru oteldeyiz. Duş alıp yatıyoruz.
Sabah ilk işim şehri gündüz gözüyle görmek için otelin penceresinden dışarı bakmak oluyor. Kahvaltıdan sonra çıkıyoruz. Saraybosna’nın bize anlatacağı hikâyeleri dinlemeye şehre iniyoruz. Şehir bir vadiye kurulmuş, etrafı dağlarla çevrili. Dağların yamaçlarında şehrin dört mevsim karla kaplı olduğu hissini uyandıran şehitlikler var. Biz de oraya doğru sürüyoruz. Yollar çok dar ve dik. Arabayı bulabildiğimiz küçücük bir düzlüğe park ediyoruz, derken karşı evden yaşlı bir adam saldırmaya hazır histerik ruh haliyle oraya park edemeyeceğimize dair bin bir bahane sıralayıp duruyor. Bizim niyetimizin onun da derdinin ne olduğu belli. Oradan ayrılıp merkeze iniyoruz. Şehitliğe yürüyerek çıkacağız. Hava bulutlu, yağdı yağacak. Nüfusun yarısının Boşnak diğer yarısının Hırvat ve Sırp olduğu bu şehirde acının ve hıncın pusuya yatmış bir sis gibi kalplere sindiğini hissediyorum. Ters bir rüzgârın sisi vadiden yükseltip dağlara sarması işten bile değil.
Bir Boşnak pazarına uğruyoruz. Beyaz tülbendine bürünmüş bir nine tazecik incirleri tezgâha dizmiş bekliyor, yaklaşıp selam veriyorum gülümsüyor. Bir kilo incir tartıyor bana, parmak uçları elime değiyor, gözlerinin içine yeterince uzun bakarsam çok da derinlere gömemediği acısını görme ihtimaliyle sızlıyor burnum, ağlamak geliyor içimden. Kardeşini, evladını, anneni, babanı, sevdiklerini katletmiş, tüm damarlarını kesmiş insanlarla aynı yolları ve meydanları, aynı yağmuru ve güneşi, aynı baharı ve kışı paylaşmanın ne demek olduğunu biz nereden bileceğiz… Nereden bileceğiz fidanları budanmış çınarların yaraları geceden sabaha nasıl kabuk bağlar, nasıl kanar yaralar yeniden ve yeniden bir kapı, bir sokak, bir ev, bir pencere gördüğünde. Aralarında komşu olamayacak kadar büyük bir acı duvarı, uzak olamayacak kadar yakın mesafe olan bu insanlar aynı şehri paylaşıyorlar. Böyle bir mecburiyetin, vadiyi boğan çığ gibi onları da soluksuz bırakıp bırakmadığını biz nereden bileceğiz…
Pazar yerinden ayrılıp” İsa’nın Kalbi” katedraline doğru yollanıyoruz. Katedral tüm heybetiyle yükseliyor meydanda, Gördüğüm diğer katedraller gibi büyük ve şaşaalı. Devasa pencerelerindeki renkli vitraylardan sızan ışık eski oturaklarda ve gotik mimarinin giriftli ayrıntılarında oynaşıyor, yaşlı mabet kokusu ve yanan mumlar sarıyor ziyaretçileri. Kapı kollarından, vitraylardan ve üzgün bakışlı heykellerden birkaç fotoğraf alıp çıkıyoruz. Yönümüz Saraybosna’nın kalbine doğru.” Brusa Bezistan” çarşısının olduğu sokaktan yürüyüp Gazi Hüsrev Bey Bedesteni ’ne giriyoruz. Bedesteni gezdikten sonra Osmanlının Balkanlardaki en önemli eserlerinden biri olan Gazi Hüsrev Bey Camiinin/Külliyesinin de bulunduğu meydana çıkıyoruz. Hamamı, aşevi, kütüphanesi ve muvakkithanesiyle hayatın nabzında atıyor külliye. Mimarisinin sadeliği bir o kadar sıcak. Avluya giriyoruz caminin taç kapısı göz kamaştırıyor turkuazın ve yeşilin ruhu, hat sanatının uysal kıvrımları sağ taraftan selamlıyor bizi, soldaki şadırvanın ahşap tavanı suyun ahengine nasıl da yakışmış. Avlunun ortasına doğru yürüyüp arkamı dönüyorum, tam karşımda yüzyıllardır zamanı ete kemiğe bürüyen, ay takvimine göre işlediği için dünyada bir eşi daha olmayan saat kulesini görüyorum. Mevsim ne olursa olsun saat on ikiyi gösterdiğinde güneş batmış, gün sona ermiş, ramazansa iftar sofralara inmiş oluyor. Boşnakların “Saat Kula” veya “Ala Turka” diye adlandırdıkları bu ay takvimli saat kulesi, çaprazındaki muvakkithane ile birlikte zamanı ölçmüş, su gibi akıtmış, zamanı dondurmuş, onu bir girdaba, bazen bitmek bilmeyen bir geceye, kışa, bahara ve yaza çevirmiş, yaralara merhem, güne vakit olmuş… Gazi Hüsrev Bey’i rahmetle anıp sol taraftaki kapıdan çıkıyoruz.
Pembe taş döşeli dar sokaklardan geçiyoruz, ışıklı avlulara ve ahşap kapılara hayranlıkla bakıyorum. Bakırcıların mekânına, sanat ve zanaatın ellerine, Başçarşı’ya varıyoruz. Saraybosna’nın sembolü olan Sebil Çeşmesi meydanında dinlenme vakti. Daha sonra bakırcılar çarşısından bir iki küçük hatıra alıp çıkalım derken lavanta keseleri baygın kokusuyla cezbediyor beni. İki lavanta kesesiyle Başçarşıy’ı arkamızda bırakıp I. Dünya Savaşının başlamasına sebep gösterilen, Prusya prensi ve eşinin suikaste uğradığı Latin köprüsüne doğru yürüyoruz, sol tarafta hakkında farklı hikâyeler anlatılan “İnat Kuca” adında şimdilerde restoran olarak hizmet veren ufak bir ev. Köprüyü karşıya geçip “Hünkâr Camii” namı diğer “Fatih Camii’nin avlusuna giriyoruz. Avluda masalar ve sandalyeler, çiçeklerle süslü kemerler, her yer pırıl pırıl. Masalardan birine yaklaşıp birer sandalye çekiyoruz. Biraz sonra kalkıyorum, son cemaat yerini geçip camiye girmek istiyorum fakat bir genç camide temizlik yapıyor. Kapıda durup içeriyi inceliyorum, ne büyük ne küçük, sade ve ferah, sol tarafta minareye çıkan ufak bir kapı…
Son cemaat yerinin solunda eski bir mezarlık var, o tarafa doğru yürüyorum. Osmanlıca kitabe oldukça iyi durumda, mezar taşlarındaki motifler sahipleri hakkında küçük ipuçları veriyor. Sarıkların, mevlevi serpuşlarının ve hanım başlıklarının gölgesi öğlene doğru düzelen havanın güneşiyle uzuyor, kısalıyor, kaybolup beliriyor ve her şey tek gerçeğin etrafında dönüyor; “Hüve’l- Baki…” Kabristan duvarı ile camii duvarı arasındaki dar yoldan arka tarafa doğru yürüyorum. Yeni kesilmiş çayır kokuyor burası. Meyve ağaçları ve güller bu sessiz dünyaya ayak uydurmuşlar, yaprak kıpırdamıyor. Cami duvarına yaslı bir bank ve üzerinde şu satırlar; “Opcina Stari Grad, Osmangazi Belediyesi /Bursa- Turska” ömrünün birkaç dakikasını gel de bu bakın üzerine bırakma.
Hünkâr Camii’ni, avluyu, kafesli son cemaat yerini, kabristanı, meyve ağaçlarını, gülleri ve çayır kokusunu sahibine emanet edip ayrılıyoruz oradan. Şadırvanda öğlen namazı hazırlıkları… At meydanı diye anılan bir parka doğru yürüyoruz, müzik evini geçip nehrin diğer tarafına, bir restorana yöneliyoruz. Yemekten sonra ara sokaklarda yürümeye devam. Küçük bir kilise, duvarları taştan değil de çiçekten sanki. Bahçesine girip etrafa bakıyorum, ufak bir kulübede saksılar, çiçek soğanları ve fideler arasından bir adam bakıyor bana, yolumu kaybettim diye düşünüyor olmalı. Soluk mavi gözleri camları açık kalmış boş bir eve benziyor. İşini bırakıp ben bahçeden çıkana kadar ardımdan bakıyor.
Kiliseden çıkıp karşı sokağından aşağı doğru yürüyoruz, sokak bizi Sebil meydanına çıkarıyor, biz sağa dönüp Saraybosna’da Osmanlı döneminden ayakta kalmış tek han olan Morica Han’a gidiyoruz. Geniş kapıyı geçip avluya giriyoruz. Büyük bir kayın ağacının gölgesi altındaki avluda; şadırvana eşlik eden kısık sesli Boşnak müziği ve kahvelerini yudumlayan, sohbet eden insanlar. Biz de masalardan birine oturuyoruz, kulpsuz fincan ve lokum eşliğinde geliyor kahvelerimiz. Bakır cezvedeki kahveyi fincana boşaltırken eşyanın hafızasının varlığına olan inancım katlanıyor. Hanın avluya bakan pencerelerinde yüzyıllar önce buraya konup göçen yolcuların ve bezirgânların, seyyahların ve tüccarların, dervişlerin ve keşişlerin, hastaların ve tabiplerin siluetlerinin hala orada olduğu hissinin uyanmasının başka açıklaması var mı? Avlunun tabanı diğer sokaklar gibi pembe-somon taşlarla döşeli, üzerlerinde biteviye gezip dolanan adımların altında cilalanmış, parlamış, aşınmış birer inci gibi parıldıyorlar. Masadan ayrılıp girişin sağındaki kapıdan giriyorum, yukarı çıkan merdivenleri takip edip hanın üst katına çıkıyorum. Kulağı okşayan müziğin peşine takılıp geniş bir sahanlığa vardığımda tam karşıda “Mladi Muslimani” yazısını görüyorum. Burası genç Müslümanların bir araya geldiği, merhum Aliya’nın kurduğu bir vakıf. İlerleyip sola dönüyorum bir hat sergisi var. Hanın derin pencerelerinden içeri süzülen öğlen sonrası güneşi hat levhalarının üzerine düşüyor, avluya bakan pencerelerden kahve ve muhabbet kokusu içeriye doluyor. Bir pencerenin geniş denizliğine oturuyorum. Gazi Hüsrev Bey vakfına ait bu 16.yy hanında koridorun sol duvarına yaslanmış hüsnü hat eserine ilişiyor gözüm.” Er-Rahman, küllü men aleyha fan / 55.26”. Hattın yakınına gelip sanatçının adını arıyorum sağ köşeye “Smajovic Mirzad 2017” imzası düşülmüş…

Saat ikindiye yaklaşıyor, biz ona yukarıdan bakmak, siluetini hafızamıza boyamak için şehri çevreleyen dağlardan birine, kalenin durduğu tepeye doğru yol alıyoruz. Hava yine bulutlandı, yağdı yağacak. Daracık sokakları, koyun koyuna evleri, bir zaman makinesi gibi görünen bakkal dükkânlarını geçip kaleye varıyoruz. Kalenin bir yüzü şehre diğer yüzü ona ulaşan dağ yollarına bakıyor. Saraybosna’ya tepeden bakarken hislerim de gökyüzü gibi gâh bulutlanıp gâh ışıldıyor, yerden birkaç pembe-somon taş alıyorum. Yağmur yağıyor Bosna’nın dağlarına, damlalar Miljacka nehrine karışıp oradan da Tuna’ya doğru yol alıyor, biz de kaleden ayrılıp şehre doğru yürüyoruz. Modern çağın en uzun süreli kuşatmasına tanıklık eden bu şehirde 1992-1995 yılları arasında üç buçuk yıl boyunca 1600’ü çocuk yaklaşık 12.000 can, medeni insanın gözleri önünde katledildi. Dağların eteklerini kar gibi örten mezar taşlarının çoğunda aynı tarih var 1992-1995… Kimini okuyor, kimine dokunuyor, kimine yalnızca bakabiliyoruz… Gençler, yaşlılar, bebek ve çocuklar… Tepeye tırmanırken yanından geçtiğimiz küçük bir mescit ve çeşme gelip geçenlere mihmandarlık ediyor. Kaleden inerken gözlerimin içine bakıp bana selam veren ve çocukların başını okşayan genç kadının sesindeki muhabbetle ben de ” Es-selamü aleyküm” diyorum dağların eteklerindeki hiç erimeyecek, asla nehre karışmayacak bu kar çiçeklerine…
Şehre dönerken bir erik ağacına rastlıyoruz, mürdüm moru, lezzetli. Akşam oldu, tüm ışıklar yanıyor, tırmandığımız merdivenleri inip İnat Kuca’nın yanından Latin Köprüsüne oradan da Sebil Meydanına dönüyoruz. Buregdzinica’da Boşnak böreği yiyoruz, mekân çok kalabalık, klasik lezzetini korumuş. Daha sonra nispeten sakin bir çay bahçesine oturuyoruz. Ezan ve çan sesleri duvarlara çarpıp göğe yükseliyor, kalkıyoruz, Gazi Hüsrev Beye, Aliya’ya, Bosna’nın şehitlerine veda edip, savaşın çirkin yüzünü unutmamak adına onarılmamış binalar arasından yürüyüp otele dönüyoruz. Yorgunuz ve yarın Viyana’ya doğru yolculuk var.
Allaha emanet olasın Saraybosna, Rahman sana rahmet etsin Aliya…
Tuna’ya akmayan nehir
hudutlara yakın ayaklarım
uzaklık
rüzgarın taşıdığı lavinya
yani yakın.
yani senin olanı yitirmiş gibi,
her köşede ansızın,
her yüzde biteviye
sarılıyor bileklerine.
keskin hatlarında yürüyorum
yalın ayak
acıyı toprağa karan coğrafyanın
bilmiyorum
dinmeyen yağmurlar
merhem olur mu
mavi kanatlarına.
türküleri zümrüdi
avluları pembe taş
zamanı süzüyor kapılar
Saraybosnada
dağların avuçlarında yatıyor
en güzel baharlar…
Selma BALCI