Heyecan dolu bir gezi yazısıyla daha sizlerleyiz. Bu sefer uzak diyarlara Afrika’ya uzanacağız. Rehberimizse Hayriye Mahmutoğlu…
Gece yarısı Nairobi havaalanında yorgun ve uykusuz bir halde uçaktan inip rehberin getirdiği otele yerleştiğimizde önümüzdeki günlere dair beklentim yüksek değildi. Dünyanın bir ucunda hiç ilgimi çekmeyen bu coğrafyaya bayram haftasında sadece eşimi yalnız bırakmamak için gelmek zahmetine katlanmıştım. Sağ salim evime dönmek dışında bir isteğim yoktu. Gelmeden önce zorunlu olarak yaptırdığımız aşılar, kullanmamız gereken ilaçlar, bavuldaki sinek kovucu ve sıtma önleyici tabletler belli etmesem de gözümü korkutmuştu. Uyandığımızda ilk işim pencereden dışarı bakmak oldu. Uzaktaki gökdelenlerin arasında görünen yüksek ve geniş yapraklı ağaçların dallarına tünemiş devasa kuşlar sıra dışı gezimizin habercileriydi. Her akşam iki tertip vahşi hayat belgeseli izlemezse uyuyamayan sevgili eşim bunların dev leylekler olduğunu ve sadece Afrika anakarasında bulunduğunu heyecanla açıkladı. Hazırlanıp otelden çıktığımızda direksiyonu sağda, askeri ciplere benzeyen ve gerekirse üstü açılabilen iki araç küçük kafilemizi bekliyordu. Yol arkadaşlarımız neşeli, kibar ve uyumlu insanlardı.

Başkent Nairobi’den ülkenin içlerine Nakuru ve Masai Mara Milli parklarına doğru yola çıktık. Şehrin merkezinden ve İstanbul’dan beter trafik keşmekeşinden uzaklaştıkça göz alıcı bir yeşillik ve yürek burkan bir sefalet ile yüz yüze geldik. Dümdüz uzayıp giden tek şeritli asfaltın iki tarafında toprak zemin üzerine tenekeden ya da tahtadan yapılmış tek pencereli barakalar birbirine dayanmış sıralanıyordu. Yol boyunca derme çatma tezgahlarda muz, patates, soğan satmaya çalışan yerlilerin, sırtlarında bebeklerini, başlarında yüklerini taşıyan rengarenk kıyafetli kadınların, döküntü arabaların, kapısında cafe, barber shop, pub yazan küçük kulübelerin önünden geçtik. Bazen ağaçların arasından maymun grupları asfalta çıkıyor ve araçtaki sesler heyecanla yükseliyordu.
Öğlene doğru Nakuru Gölü milli parkı içerisinde bulunan bölgenin ekolojik yapısına uygun, bungalov tarzı odaları olan ve lodge denilen otelimize ulaştık. Bungalovda yatakların üzerindeki cibinlikler sivrisineklerden korunmamız için hazırdı ama yerden bir metre yükseklikteki balkonda babun saldırısına biz hiç hazır değildik. Heyecanla içeri girip kendimizi kurtardık ama çakmağımızı götürdü. Eşim gruptaki arkadaşlarımıza babunların hırsızlık yapmayı sevdiklerini ve saldırgan olduklarını söyledi.
Otel yöneticisi açık alanlarda gezmek istersek bir görevlinin bize eşlik etmesi konusunda ısrarcıydı. Sebebini gece karanlığında yirmi metre ilerde dolaşan devasa hipopotamları görünce anladık. Akşam dışarı çıkma planlarımız böylece suya düştü. Ailelerimizden uzak geçen bayram sabahında bavuldan çıkardığımız lokumlar ve sıcak bayramlaşmamız grubun samimiyetini pekiştirdi. Yemeğimizi hep birlikte otelin önündeki küçük gölette su içen zebraları izleyerek yedik.Sonra araçların üzeri açıldı ve dürbünlerimiz, fotoğraf makinelerimiz, güneş gözlüklerimizle ilk safarimize başladık. Rehberimiz ve şoförümüz Raşit hiç bir şartta araçtan inmememiz,alçak sesle konuşmamız, uzun kollu ve mat renklerde giyinmemiz konusunda uyarılarda bulundu.

Güneş inmiş göz alabildiğine uzanan arazide ufuk çizgisi kızarmaya başlamıştı. Toprakta araçların açtığı patikada ilerliyorduk. Geniş yaprakları şemsiye gibi açılmış Afrika akasyaları savanada seyrekçe dağılmıştı. Bizimkine benzeyen bir kaç tur aracı daha görünüyordu. Rehberler telsizle Swahili dilinde ne tarafa gideceklerine dair haberleştiler. Konuşmada Simba kelimesi kulağımıza geldi ve bir kaç dakika içinde Aslan Kral filmindeki kral kayalıklarına benzeyen bir yuvaya ulaştık. Uzun siyah yeleli erkek aslan, eşleri ve yavrularından oluşan bir familyaydı. Erkek aslan kayalıkların üzerinde olanca heybeti ile uzanmış küçük kükreyişler ve homurtular arasında akşam yemeğini bekliyordu. Dişi aslanlar araziye yayılmış av peşindeydiler. Nefesimizi tutup onları rahatsız etmeden uyumlu hareketlerini, yavru aslanların oyunlarını hayranlıkla seyrettik. Aslan ailesi bizi umursamadı bile. Eşim onların araçlarımızı bir kaya yahut taş benzeri kütle olarak gördüğünü ve bizleri av olarak algılamadıkları için şanslı olduğumuzu gruba mutlulukla açıkladı. Sonraki günlerde sabah erken ve öğleden sonra olmak üzere günde iki safari turu yaptık. Bu turlarda aslanların özel hayatlarına bütünüyle şahit olduk. Beş büyük vahşi hayvan kabul edilen aslan, gergedan, fil, bufalo ve leoparları yakından gördük. Ceylanlar, gnu denilen öküz başlı antiloplar, zebralar, çeşitli maymun türleri, sırtlanlar, çakallar, firavun fareleri ve akbabalar her yerdeydi bol bol fotoğraflarını çektik. Gölde hipopotamların etrafında gezerken bindiğimiz tekne devrilmesin diye dua ettik.

Öğlene doğru Nakuru Gölü milli parkı içerisinde bulunan bölgenin ekolojik yapısına uygun, bungalov tarzı odaları olan ve lodge denilen otelimize ulaştık. Bungalovda yatakların üzerindeki cibinlikler sivrisineklerden korunmamız için hazırdı ama yerden bir metre yükseklikteki balkonda babun saldırısına biz hiç hazır değildik. Heyecanla içeri girip kendimizi kurtardık ama çakmağımızı götürdü. Eşim gruptaki arkadaşlarımıza babunların hırsızlık yapmayı sevdiklerini ve saldırgan olduklarını söyledi.
Otel yöneticisi açık alanlarda gezmek istersek bir görevlinin bize eşlik etmesi konusunda ısrarcıydı. Sebebini gece karanlığında yirmi metre ilerde dolaşan devasa hipopotamları görünce anladık. Akşam dışarı çıkma planlarımız böylece suya düştü. Ailelerimizden uzak geçen bayram sabahında bavuldan çıkardığımız lokumlar ve sıcak bayramlaşmamız grubun samimiyetini pekiştirdi. Yemeğimizi hep birlikte otelin önündeki küçük gölette su içen zebraları izleyerek yedik.Sonra araçların üzeri açıldı ve dürbünlerimiz, fotoğraf makinelerimiz, güneş gözlüklerimizle ilk safarimize başladık. Rehberimiz ve şoförümüz Raşit hiç bir şartta araçtan inmememiz,alçak sesle konuşmamız, uzun kollu ve mat renklerde giyinmemiz konusunda uyarılarda bulundu.
Güneş inmiş göz alabildiğine uzanan arazide ufuk çizgisi kızarmaya başlamıştı. Toprakta araçların açtığı patikada ilerliyorduk. Geniş yaprakları şemsiye gibi açılmış Afrika akasyaları savanada seyrekçe dağılmıştı. Bizimkine benzeyen bir kaç tur aracı daha görünüyordu.Rehberler telsizle Swahili dilinde ne tarafa gideceklerine dair haberleştiler.Konuşmada Simba kelimesi kulağımıza geldi ve bir kaç dakika içinde Aslan Kral filmindeki kral kayalıklarına benzeyen bir yuvaya ulaştık. Uzun siyah yeleli erkek aslan, eşleri ve yavrularından oluşan bir familyaydı. Erkek aslan kayalıkların üzerinde olanca heybeti ile uzanmış küçük kükreyişler ve homurtular arasında akşam yemeğini bekliyordu. Dişi aslanlar araziye yayılmış av peşindeydiler. Nefesimizi tutup onları rahatsız etmeden uyumlu hareketlerini, yavru aslanların oyunlarını hayranlıkla seyrettik. Aslan ailesi bizi umursamadı bile. Eşim onların araçlarımızı bir kaya yahut taş benzeri kütle olarak gördüğünü ve bizleri av olarak algılamadıkları için şanslı olduğumuzu gruba mutlulukla açıkladı. Sonraki günlerde sabah erken ve öğleden sonra olmak üzere günde iki safari turu yaptık. Bu turlarda aslanların özel hayatlarına bütünüyle şahit olduk. Beş büyük vahşi hayvan kabul edilen aslan,gergedan, fil, bufalo ve leoparları yakından gördük. Ceylanlar, gnu denilen öküz başlı antiloplar,zebralar, çeşitli maymun türleri, sırtlanlar, çakallar, firavun fareleri ve akbabalar her yerdeydi bol bol fotoğraflarını çektik. Gölde hipopotamların etrafında gezerken bindiğimiz tekne devrilmesin diye dua ettik.
Güneş doğduktan hemen sonra yola çıkmaya her birinde parmak izi gibi farklı olduğunu öğrendiğimiz çizgileriyle zebraları, ürkek bakışlı ceylanları görmeye alıştık. Aslanların menüsü zebra olan sabah kahvaltısını nefessiz seyrettik. Sevgili eşim hayvanlara dair yıllardır biriktirdiği enteresan bilgileri ballandırarak anlatmanın tadını çıkardı. Nispeten sakin ve beklenmeyen bir anda genç bir leoparın buz gibi bakışlarıyla göz göze gelip dilim tutulunca onu eşime ve arkadaşlarıma sadece bir iç çekişi ve parmakla işaret etmenin ve Kim önce görecek yarışmasını kazanıp günün kahramanı olmanın keyfi güzeldi.
Ama hiç bir şey bana sabahın pembe sarı aydınlığında ve savananın sessizliğinde onlarca zürafayı, uzun bacaklarını sakince atarak ağaçların üst yapraklarına uzanıp yerken seyretmenin heyecanını vermedi.
O kadar görkemli ve o kadar zariflerdi ki nefesimi tuttum. Güzellikleri karşısında nabzım hızlandı, soluğum kesildi gözlerim yaşardı. Dünyayı bizim için böyle güzel yaratana karşı sonsuz şükran kalbimi doldurdu. Zarafet ile zürafanın aynı kökten gelmesinin sebebi anlam kazandı.

Her yıl temmuz ağustos aylarında kuraklıktan kurtulmak için Mara nehrini geçip yeşil topraklara giden ve bunu yaparken pek çoğunun timsahlara yem olduğu milyonlarca öküz başlı antilobun ve zebranın büyük göçü gözlerimizin önünde vuku buldu. Nehrin içindeki timsahı hissedip bir anda geri çekilen zebra sürüsünün iç haberleşmesi aklımı başımdan aldı. Vahşi hayvanların içgüdüyle yaptıklarını düşündüğümüz pek çok hareketin sebebini ve o güdüyü içlerine kimin koyduğunu hayret ve hayranlıkla tefekkür ettim. Biz insanlarda doğuştan bir içgüdünün bulunmayışı yüzünden hata yaptığımızı, akıl ve zekanın yanlışa engel olamadığını hatırladım.
Mavi gökyüzünde elini uzatsan tutacak kadar yakın görünen bembeyaz bulutların altında ve güneşin kendi rengine bürüyüp sapsarı bir denize çevirdiği sonsuz düzlüklerde Raşit’in itina ile seçtiği ağaç gölgesinde sükunetle öğlen yemeğimizi yerken iki adım ötemizde eşimin gözünden kaçmayan yeni sıyırılmış hayvan kemikleri ve uzakta görünen bizon sürüleri yüreğimizi ağzımıza getirdi.
Yemekten kalanları merhametle doğadaki hayvanlara bırakmaya hazırlanırken rehberimiz Raşit tabiatın dengesi ve hayvanların hazıra alışmaması temalı bir konuşma yaptı. Haklıydı. Ardından Raşit neşeyle ve doğal bir tavırla uzun sarı otların iki yanını göstererek bir tarafın hanımlar diğer tarafının beyler için uygun olduğunu söylediğinde hayretle birbirimize baktık. Ne demek istediğini önce kimse anlamasa da yemek içmek dışında ertelenemeyecek ihtiyaçlarımız için otele dönmemiz söz konusu değildi. Uysallıkla tabiatın çağrısına karşılık verdik. Raşit’in sorun çıktığında söylediği Hakuna Matata / Problem yok cümlesi artık dilimizden düşmez oldu. Bize Jambo/ Merhaba, Sava sava / Haydi gibi yerel dilden kelimeler ezberleten Raşit’e biz de Canım, nasılsın, günaydın demeyi öğrettik.
Masai Mara Milli Parkına giderken Raşit’in bıyık altından gülerek vaat ettiği African massage /Afrika masajı ise sırtımıza ve belimize pek iyi gelmedi. Çünkü anayoldan ayrılıp engebeli bir patikada hoplaya zıplaya giden bir cipin içinde iki saat oturmak yol arkadaşlarımızın keyifli sohbetine rağmen beklediğimiz masajdan farklıydı.

Masai Mara’nın sakinleri sadece vahşi hayvanlar değildi. Binlerce yıldır her türlü sömürgeciliğe ve misyonerlik faaliyetlerine direnen Masai halkı da bölgede hayat mücadelesi veriyordu. Köylerine giderken bize eşlik eden kabile şefi vücuduna doladığı kırmızı ekoseli battaniye, boynunda ve belindeki süslü takıları ile ilk bakışta modern dünyadan uzak görünse de akıcı İngilizcesi ve köy ziyareti için ödemeyi peşin peşin toplayan profesyonel hareketleri ile bölgedeki turizm etkisinin canlı örneğiydi. Kısa yürüyüş esnasında ağaçların yapraklarından tırnak törpüsü, sinek kovucu, mide ilacı yapmayı öğrendik. Köyde bizi karşılayan tören kıyafetleri içinde genç savaşçıların dansı etkileyiciydi. Uzun boyları düzgün kemik yapıları ile Afrika’nın en güzel kabilesi olarak nam salmışlardı. Gruptaki beyleri kendileri ile birlikte mızrak atma ve zıplama yarışmasına davet ettiler. Tabii ki eşim zevkle katıldı. Mızrağı atışı ve zıplayışı Masailerin hayret nidalarına sebeb oldu. Meğer en yükseğe zıplayan savaşçı istediği kadınla evlenme hakkını kazanırmış. Ardından şef onu tebrik etti ve beni gösterip eşim olmayı hakettiğini söyledi. Sanırım bu bir iltifattı. Masai şefinden de gelse hoşuma gitti.
Hepi topu altı yedi metrekare kadar küçük ve bir adam boyu yüksekliğinde olan, suyu elektriği olmayan toprak evlerine bizi kabul edip geleneksel göçebe yaşantılarını anlattılar. Şef bir erkeğin evlenebilmek için aslan avlaması ya da kız tarafına on sığır vermesi gerektiğini,sığırın statü kazandırdığını söyledi. İki üç yılda bir göç ederken evlerini ateşe verdiklerini anlattı.Her yerde olduğu gibi burada da hayatın yükü kadınların üzerindeydi. Evlerin çamur ve tezekle yapılmasından, hayvan ve çocukların bakımından,satışa çıkacak ürünlerin yapımından kadınlar sorumluydu. Karşılama töreninde şarkı söyleyen kadınların zorla getirilmiş görünmelerinin sebebini belliydi.
Erkekler köyü korumak ve avlanmakla yükümlüydü. Onca yoksulluğun içinde yarı çıplak, kirli, elleri yüzleri sinekle dolu bir sürü sevimli çocuk her yerdeydi.Köyde bizimle dolaşıp bol bol poz verdiler. Hediye ettiğimiz kalemlere sevindiler.
Afrika’da güzellik sembolü sayılan büyütülmüş kulak deliklerine sayısız küpe takmış ve kendilerince süslenmiş yaşlılar para almadan fotoğraf çekmemize izin vermediler.
Bizim için küçük bir pazar kuruldu. Kendi ürettikleri takılar, ahşap süs eşyaları, hayvan kemikleri, ekose battaniyeler satışa sunuldu. İçimizi acıtan yoksulluk için tek yapabileceğimiz pazarlık etmeden alışveriş yapmaktı. Ama aldığım ahşap tabağın son anda değiştirildiğini eve gelince fark ettim. Aslında öz benliğini korumak için binlerce yıldır direnen bir halkın günümüzde ayakta kalmak için turistlerden medet umduğunu ve böyle bir kandırmacanın kötülüğünü bilmediklerini düşünüp onlar için üzüldüm.
Geri dönerken eşim yıllardır hayalini kurduğu gibi Afrika’da safari yaptığı, babunları eli ile beslediği, aslan kralla selfie çektiği ve kendi belgeselini yaptığı için mutluydu. Ben de doğanın baş döndürücü güzelliğine bir kez daha vuruldum, hayretim, hayranlığım arttı. Vahşi hayatın içinde yaşayan insanların onca zorluğa karşın gülmeyi elden bırakmayışlarına ve geleneklerine bağlılıklarına saygı duydum. Hayatlarından ibret alıp lütfettiği her nimet için Allah’a şükrettim.
Sevgili eşim her akşam belgesel izlemeye devam ediyor. Ben ise artık bu konuda söylenmiyorum.