Döneminin toplumsal olaylarını gerçekçi bir bakışla yansıtıp, siyasi konuları çekinmeden ele alan, karakter ve tip yaratmakta çok başarılı olan, içten ve sade anlatım sahibi Ömer Seyfettin’i rahmetle anıyoruz. Çocukluğundan vefatına kadar neler yaşadığını nasıl kadavra olarak kullanıldığını anlatan bu yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.
Zehra Yıldırım bizler için derledi.
Ömer Seyfettin 1884 yılında Balıkesir’in ilçesi Gönen’de doğdu. Babası Dağıstan göçmeni Yüzbaşı Ömer Şevki Bey, annesi Ankaralı Topçu Kaymakamı Mehmet Bey’in kızı Fatma Hanımdır. Ömer Seyfettin ailesinin ikinci çocuğudur. İki kardeşi bebek yaşta vefat etti. Belki de bu annesinin ona düşkün olmasının sebebiydi. Ömer Seyfettin öğrenimine Gönen’deki mahalle mektebinde başladı. Babasının görev yeri değişince önce İnebolu’ya sonra Ayancık’a taşındı. Bu yer değişikliklerinden yorulan Fatma Hanım oğlu Ömer ile İstanbul’a geldi ve babasının Kocamustafapaşa’daki konağına yerleşti.
Eğitimine “Eyüp Askerî Baytar Rüşdiyesi’nde (1893-1896) ve Edirne Askerî İdâdîsi’nde (1896-1900) devam etti. İlk hikâyesi olan Tenezzüh’ü 1902’de Sabah gazetesinde yayımladı. Türk okuyucusunu Maupassant tarzı diye bilinen olay üzerine kurulu, giriş gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan, mekân tasvirinin geride kaldığı hikâyelerle tanıştırdı.
Mekteb-i Harbiyye’de iken 2 Ağustos 1903’te Makedonya’da baş gösteren isyan hareketlerinden dolayı onun bulunduğu son sınıf o bölgede görevlendirilmek üzere on dokuz yaşında mezun edildi.
Meslek hayatına Kuşadası Piyâde Taburu’nda başladı. Ancak İzmir’e varmadan taburunun gönderildiği Selânik’te ve Manastır’a bağlı Pirlepe’de görev yaptı. Buradaki başarılardan dolayı iki liyakat madalyasıyla ödüllendirildi. İsyanın bastırılmasının ardından bağlı bulunduğu tabur 6 Eylül 1904’te Kuşadası’na döndü. 1906’da İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atandı. İzmir’de Fransızca öğrenimini hızlandırdı. Daha sade bir dille, Türkçe yazmak üzerine düşünce yapısı şekillendi.
1907 Temmuzu başlarında, İzmir’deki Aydın Vilâyeti Jandarma Alay Mektebi’nin kuruluşunda İtalyan subayı Miralay Tomas’a yardım etmek üzere bu okulun kavâid-i dîniyye hocalığına tayin edildi. Bir ara Köprülü’de Askerî Rüşdiye Mektebi beden eğitimi öğretmenliği görevinde bulunduysa da (1909) iki yıl süreyle Balkanlar’daki Velmefçe, Pirlepe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina, Demirhisar, Cum‘a-i Bâlâ, Razlık gibi sınır yerleşim yerlerinde çete takibiyle uğraştı. Serez mutasarrıflığı Menlik kazası Razlık kasabası yakınlarında bulunan Yakorit köyünde bölük kumandanlığı yaptı.”[1]
1909’da Selanik Üçüncü Ordu’da görevlendirildi. İttihat ve Terakki üyeleri ile tanıştı. Selanik’te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu’nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911’de Genç Kalemler dergisinde yazdığı Yeni Lisan yazısını imzasız bir şekilde yayımladı. -Bu yazı edebiyatımızda millileşmenin doğuşunu simgelemektedir.- Hem askerlik görevini sürdürüyor hem de yazıyordu. Yazmaya daha fazla vakit ayırması için Ziya Gökalp’in teşvikiyle ordudan ayrıldı. Verilmesi gereken tazminata gücü yetmedi, ödeme İttihat ve Terakkî tarafından yapıldı.
Balkan Savaşı başlayınca tekrardan orduya çağrıldı üsteğmen rütbesiyle 39. Alay’ın 3. Tabur’una katıldı. Savaş patlak verince Genç Kalemler dağılmak zorunda kaldı. 20 Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunanlılar’a esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında yaklaşık 1 yıl süren esareti boyunca okumayı ve yazmayı sürdürdü. 1913’te esareti bitince İstanbul’a döndü.
İkinci defa askerlikten istifa ederek 1914 yılında Kabataş Sultanisi’nde öğretmenlik görevine başladı.
Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı.
1915’te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlendi. Bu evlilikten bir kız çocuğu oldu, adını Fahire Güner koydu. Anlaşamadıkları için boşandılar. Kızı da annesi ile gitti. Ömer Seyfettin yalnız yaşamaya başladı. Câvid Paşa’nın Kalamış koyundaki yalısını kiraladı. “Münferit Yalı” adını verdiği bu evde tek başına yaşadı. Bütün gücünü ve emeğini yazmaya ayırdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan öğretmenlik yapmayı sürdürdü.
Ara ara hastalandı ve doktorlar ona romatizma tedavisi uyguladı. Bol portakal ve üzüm hoşafı tüketmesi önerildi. İyileşmedi ve çok zayıfladı. Yalnız yaşadığı evde kendine bakamıyordu. En yakın arkadaşı Ali Canip, Ömer Seyfettin ile ilgilendi, her gün ona yemek getirdi. Ömer Seyfettin toparlanamayınca Haydarpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gitti. Ona yine romatizma tedavisi uygulandı ve yine üzüm hoşafı içirildi. Hastanede kaldığı süre boyunca kızını sayıkladı. İki hafta sonra durumu daha da ağırlaştı. 6 Mart 1920 tarihinde vefat etti. Otopsi yapılanan kadar hastalığının şeker olduğu anlaşılamadı.
Naaşı morgda bir hafta bekledi, arayan soran, ona sahip çıkan yoktu. Kimsesiz zannedildiği için kadavra olarak kullanıldı. Hatta başı bile vücudundan ayrıldı. Kadavra olarak kullanılışı basına düşünce arkadaşları ve sevenleri hastaneye koştu ama olan olmuştu. Parçalanmış vücudu Kadıköy-Kuşdili Mahmutbaba Mezarlığı’na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya bölgeye araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı, 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledildi.
Ali Canip, vefatından sonra Ömer Seyfettin’in hikâyelerini toplayıp, kitap haline gelmesi için çabaladı. Bu sayede hikâyeleri kaybolup gitmedi. Ömer Seyfettin edebi çalışmalarına öykü ile değil şiirle başladı. Daha sonra öykünün ona verdiği imkân ve kaleminin yatkınlığı sebebiyle tamamen öyküye yöneldi. Türkçede sadeleşmenin savunucu olan yazar, öykülerinde kendine has bir üslup yarattı. Anlatımında imalar, alaylar, olay ve durum ironisi yoğundu. Öykülerinde her türlü konuya rastlamak mümkündü. Zaman zaman çocukluk anılarını yazdı, Zaman zaman da toplum içinde dejenere olmuş yozlaşmış tipleri.
Bazen milletin kahramanlık vatan millet duygularını şaha kaldırmak amacıyla kalemini oynattı, bazen de toplumun o gününe şahitlik etti. Hikâyelerinde mutlaka okuyucuya vermek istediği en az bir mesaj vardı. Kimi yazdığı öyküde öğretici unsurunu kullanmayı bile isteye tercih etti. Çoğunlukla topluma ayna tutup, hoşlanmadığı hal ve tutumları yermekten kaçınmadı.
Özellikle Türk milletinin kahramanlığı ve o günlerde çektiği sıkıntıları okuyucuya aktarmak için büyük çaba sarf etti. Hemen hemen her öyküsünde okurun dikkat ve heyecanını canlı tuttu ve onları çoğunlukla beklenmedik sürpriz bir sonla bitirdi. Yer yer menkıbe, efsane, destan, halk fıkraları ve tarihten yararlandı
Kimi öykü kahramanı çocuk olsa da ve maalesef bir dönem eserleri önce çocuklara okutulsa da o çocuklar için yazmadı. Çoğu öyküsü çocuklar için uygun değildir. Kimi öyküsünde de kadınlara güvenmeyi salık vermiş, kadınlara karşı tavırlı olduğunu hissettirmiştir. Bugün ve yarın Ömer Seyfettin yine okunacak iyilikle anılacaktır ama isteyenin istediği gibi Ömer Seyfettin’in öykülerini bir araya getirmesi, kısaltması, dilini ve anlatımını değiştirmesi dile bu kadar emek veren yazarı incitmek değil midir?
Kaynakça:
http://omerseyfettin.uzerine.com/
https://islamansiklopedisi.org.tr/omer-seyfeddin
https://www.biyografi.info/kisi/omer-seyfettin