“Ortadoğu’nun Balzac’ı” olarak anılan yazdığı romanlarla dönemin Mısır’ını her yönüyle anlatan Necip Mahfuz ile daha yakından tanışmaya ne dersiniz? Ayşenur Okan yazara ilham olanları, eserlerin nasıl ortaya çıktığını ve yazarın Nobel konuşmasını sizler için hazırladı.
Keyifli okumalar.
Mısır, çöl kumlarının ardına saklanan kadim geleneklerin ülkesidir. İnsanlar Mısır’a bakınca piramitleri, Nil Nehrini, çölleri, Firavunları görür. Kulaklar karmaşayı, kalabalığı, oryantalist ezgileri duyar. Ama bir yazar kalemiyle geleneği örten çöl kumlarını süpürür. Kelimeleriyle görülmesi gereken Mısır’ı sayfalara döker. Necip Mahfuz, üslubunu sarsılmaz bir gerçeklikle inşa eder.
Avrupalılar tarafından sömürülen ülkelerde çift başlı yozlaşma hareketleri görülür. Yozlaşma hareketinin ilkine Avrupai tarzda eğitim gördükten sonra ülkesine yabancılaşan oryantalist aydınlarda rastlarız. Bu grup ülkesini beğenmeyen, kendi ülkesini bir yabancının gözüyle gören ve cellâdına âşık bir güruhtur. Yozlaşma hareketinin ikinci grubunu yükselme heveslisi memurlar, dini gruplara üye olup dini duyguları sömürenler, dar gelirli ama vicdani melekelerini kaybetmiş yoksul insanlar oluşturur. İşte Necip Mahfuz, “Ortadoğu’nun Balzac’ı” lakabının da hakkını vererek, ülkesinin realitesini fasih bir dille resmeder.
Romanlarında Fasih Arapçayı, Arap dünyasını birleştiren bir unsur olarak kullanır. Ayrıca Mısır konumu itibariyle Asya ve Afrika’da sömürü sonrası dönemin özeti niteliğinde bir ülkedir. Yıkılan ekonomiler, boşa giden emekler, kitlesel yozlaşmalar, gelenek ve gelecek çatışması Mahfuz’un güçlü kalemiyle okuyucuya ışık tutar.
Necip Mahfuz, kalemi velut bir yazardır. Yazılarının kaynağını Mısır toplumu olduğu için, ilham konusunda hiç zorluk yaşamamıştır. Bu nedenle ellinin üzerinde roman ve hikâyesi bulunur. Okuduğum eserleri arasında Kahire Üçlemesini oluşturan Saray Gezisi, Şevk Sarayı, Şeker Sokağı isimli romanları akıcı diliyle beni romanın yazıldığı döneme götürmeyi başarmıştır. Bu üç romanı okurken Tüccar Ahmed Abdülcevad’ın evinde misafirlik edersiniz. Kadınların günlük telaşlarına yardım ederken erkeklerin dış dünyalarının “mahrem” kısımlarına sırdaş olursunuz. Böylece 1. Dünya savaşından 1952’ye kadar geçen yaklaşık yarım asırlık sürede Necip Mahfuz’un kalemiyle zaman yolculuğu yaparsınız.
Yağmurda Aşk yazarın kaleminden olgunlaşmadan çıkmış roman görünümünde olsa da “Bu gidiş nereye?” sorusunu ustaca kurgular. Yozlaşan gençleri, insanların ihtiraslarını, aldatmanın adının aşk konmasını, fuhşun yaygınlaşmasını, kırsaldan kentlere göç problemlerini okurken kendi ülkemizden örneklere rastlayıp, dünyanın nereye gittiğini sorgularsınız. Ayrıca Altı Gün Savaşlarının ruh karartıcı atmosferine tanık olur, necip Mahfuzla beraber bunalırsınız.
Muhterem Efendim isimli romanına gelince Mahfuz okuyucusuna “toplum mühendisliği neymiş gelin beraber toplum fotoğrafı çekelim” der. Bu gün git yarın gel bürokrasisini, kurumları çürüten torpili, kallavi haram rüşveti tüm çürümüşlüğü ile sergiler. Serginin kokusu çürümüşlük tadında olsa da, Mahfuz’un “Gelin bu gidişata son verelim” diyen sesine kayıtsız kalamazsınız.
Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, dini hassasiyetleri olan insanlar için gerilim romanı olsa da din felsefesi açısından modern bir Habil ve Kabil romanıdır. Dinler tarihini ve insanı kuşatan kötülük felsefesini ustaca anlatır. Bu romanı okurken dil ve edebiyat açısından ayrı din ve felsefe açısından ayrı düşünürsünüz.
Kısaca Necip Mahfuz’un romanı Nil nehrine benzer. Bazen coşkun bazen durağan ama hep verimlidir. Kendisi ise Edward SAİD’in tanımıyla “Bin Bir Gece Masalları’ndan çıkmış bir masalcı. Ulusunun ruhu, Arap romanının babası’dır.” Kaynağınız Nil’se yolculuğunuz Nobel’dir. Nobel ödüllerinin çıkış noktası tartışmaya açıktır ama Nobel ödülünü alan yazarın kaleminin kudreti tartışmaya kapalı bir gerçekliktir. Yazar olarak Dünya üzerinde kabul gördüğünüzün resmi nişanesidir. Her ne kadar Enver SEDAT’a İsrail ile yapılan anlaşmalarda destek verdiği için Arap dünyasında bir dönem yasaklı olsa da Necip MAHFUZ’un derdi İsrail’i tanımak değildir. Onun çabası Mısır halkının omuzlarına yüklenen savaş giderlerinin azalması ve Filistinli insanları yaşadığı problemlerin çözülmesi içindir. Bu fikirlerini de en net biçimde Nobel Edebiyat Ödülü için gönderdiği konuşmasında görürüz. Çünkü kendisi çok sevdiği Kahire’den Nobel’i almak için dahi çıkmamıştır. Konuşması ise şöyledir;
“Ben, borçlarını ödeyebilmek için insanların açlık sınırında yaşamak zorunda kaldığı bir dünyadan geliyorum. İnsan hakları çağında, insan haklarından yoksun bırakılıp, ayrımcılığa uğratılarak perişan edilen Güney Afrika’daki milyonlar sanki insandan sayılmıyor. Kendi topraklarında, babalarının, dedelerinin topraklarında yaşamalarına rağmen Batı Yakası ve Gazze’de kaybolmuş insanlar var. İlkel insanın elde ettiği ilk hakkı talep ediyorlar; onlara ait olduğu başkaları tarafından da kabul edilen kendi yerlerine, kendi topraklarına sahip olmak istiyorlar.
Bu cesur ve soylu hareketlerinin karşılığını -kadın, erkek, genç, yaşlı demeden- kemikleri kırılarak, kurşunlanarak, evleri başlarına yıkılıp dolduruldukları hapishanelerde ve toplama kamplarında işkenceden geçirilerek alıyorlar. Etraflarını saran 150 milyon Arap, olan biteni üzüntü ve öfkeyle izliyor. Bu durum bölgeyi bir felakete doğru sürüklüyor ki, böylesi bir felaket ancak adil, kapsamlı bir barış için uğraşanların çabaları ve bilgeliğiyle önlenebilir. Evet, Üçüncü Dünya’dan gelen bu adam hikâyeler yazmak için iç huzurunu nasıl bulabildi? Bereket versin, sanat cömert ve anlayışlıdır. Mutlu olanın hayatını zenginleştirdiği gibi çaresizin de hayatını çoraklaştırmaz. İçlerinde birikenleri dışa vurmaları, ifade etmeleri için ikisine de uygun araçları sağlar.”