Anadolu sıcaklığı ve samimiyetini eserlerinde hissettiren, kitabın atmosferini her türlü olumsuzluğa rağmen iyimserlik üzerine kuran Mustafa Çiftçi, 1977 yılında Yozgat’ta doğdu. Çeşitli dergilerde yayımlanmış hikâyelerini Adem’in Kekliği ve Chopin adlı kitabında topladı.
İkinci kitabı Bozkırda Altmışaltı Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” seçildi. 2016 yılında da Necip Fazıl Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” aldı.
Elif Solmaz Çağlıyan Mustafa Çiftçi’ye eserlerini, yazma rutinini, eserlerinden ilham alınan “Gönül Dağı” dizisini, pandemiyi, Yozgat’ı ve daha nicesini sordu.
Keyifli okumalar…
“İnsan kendini gözlemleyene sırrını vermez. Kendi derdiyle dertlenene açar sırrını…”
Mustafa Çiftçi kendisini edebiyatımızda önemli yer tutan karakterlerden birine benzetse bu hangi karakter olurdu. Ya da kendisini hangi karaktere yakın hisseder? (Hayri İrdal, Mümtaz, Selim Işık, Kuyucaklı Yusuf, Feride… )
Roman kahramanları biraz kibirli olurlar. O sebepten pek birine benzemek istemem.
Belirli bir yazma rutininiz, yazmaya başlamadan önce bir hazırlık aşamanız var mı?
Sabahları yazabiliyorum. Diğer vakitler yazmam zor.
Bir yazar olarak sizin için en önemli şey nedir?
Daima okumak ve aheste aheste yazmak.
Bir yerde şöyle okumuştum “Bir öykücüye, ‘Neden başka tür değil de öykü?’ diye sormak, bir kemancıya, ‘Neden trampet değil de keman?’ diye sormak gibidir.” Bu açıdan bakılınca sorulması gereksiz gibi görülse de yazmaya hevesli gençler için gerekli olduğunu düşündüğüm için soracağım. “Neden şiir ya da roman değil de öykü? Neden yazarlar, çeşitli türlerde eser verebilecekken çoğunlukla bir türe yoğunlaşıyorlar. Hatta bir türle tanınmak istiyorlar?”
Ben şiir yazayım dediğimde de hikâye anlatıyordum. O sebepten şiirin yakasını bırakayım istedim. Romana gelince şükür daha ölmedim yazarım belki roman…
Profesyonel yazarlıkla, amatör yazarlığı tarif etseniz ne derdiniz ve bu tarifte kendinizi nasıl konumlandırırsınız?
Bu ayrımı doğru bulmuyorum. Sen yazarsın. Yazdıkların ne kadar okunur, para eder mi? Bunu zaman gösterecek. Önemli olan yazmaya devam etmek.
Okurken içinde dolaştığınız, size kendinize hatırlatan, yoğun duygular yaşatan başucu kitaplarınız var mı?
Açık söylemek lazım yoktur başucu kitabım…
Okurların beklentileri sizde nasıl karşılık buluyor. Üzerinizde olumlu ya da olumsuz anlamda bir baskı oluşturuyor mu?
Edebiyat okuru az ve fakat daha sahicidir. Sayıları azalınca kıymetleri de artıyor. O sebepten okurun sözüne itibar etmek lazım.
Kültürel etkinliklerin salgın döneminde dijital ortamda ilerlemesini nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu bağlamda edebiyatta taşra ve merkez kavramlarının değişime uğradığını düşünüyor musunuz?
Esasen dijital olsanız da gerçek olsanız da pek bir şey değişmiyor. Aynı okurlarla bu sefer sanal ortamda bir araya geliyorsunuz. Ama bu sanal buluşmalar merkeze olan uzaklığımızı buduyor, daha kabul edilebilir bir uzaklık kalıyor merkezle aramızda…
“Gitmemeyi tercih ettiğim şehir” dediğiniz Yozgat’ta roman toplantıları yaptığınızı biliyoruz. Sizin için bu tür edebî toplantılar ve edebiyat dostlukları ne anlam ifade ediyor?
Gönül muhabbet istiyor da roman da bahanesi oluyor. Arkadaş arkadaşın zehrini alırmış. Biz de dostumuza yaramızı gösterir gibi toplanıyoruz. Şimdi salgın sebebiyle yapamıyoruz ama bakalım nasip…
Sizin kitaplarınızla tanışmam 2017 yılında oldu. Julia Cortazar’ ın “Ötekinin Rüyası” adlı eserini okumak için kendimi adeta zorluyordum. O sırada ismi rahatlatıcı geldiği için, Âdem’in Kekliği ve Chopin’i elime aldım. Bitirmeden de bırakmadım. Ardından şöyle not almışım. “İnsanın karanlık ve kötü yönlerinin inciği boncuğuyla anlatıldığı öyküleri, hüznün bile gün ışığı kadar berrak olduğu Anadolu öyküleri kadar sevemeyeceğim” Şimdi Gönül dağı dizisine bakınca demek ki herkes benim gibi hissetmiş okuyunca diyorum. Bu durum sizde nasıl duygular uyandırıyor?
Hissiyat önemli. Ömer Seyfettin; “hissetmek ve hissettirmek önemli olan.” demiş. Sanatçı kısmını ayakta tutan kendi hissiyatının paylaşıldığını görmektir. Bu açıdan söylediklerinizi kendi saadet haneme yazıyorum.
Öykülerinizin omurgasını oluşturan iki kelime var. Nitekim siz de her ortamda bunu dile getiriyorsunuz. “Sevda ve Yoksulluk” Bu iki kavramın Mustafa Çiftçi öykülerini sonuna kadar taşıyacak güçte olduğuna inanıyor musunuz, bir süre sonra tekrara düşme korkusu yaşıyor musunuz?
Tekrara düşecek kadar çok yazmıyorum. Ama sevda ve yoksulluk benim gibi on tanesine yetecek kadar bereketlidir. O açıdan endişem yok.
Öykülerinizde yer alan zengin esnaf yelpazesine bakarak sizin çok gezen ve iyi gözlemleyen bir öykücü olduğunu söylenebilir mi? (Gül yağı satıcısı, sülükçü, oryantalist, köfteci, eczacı)
Gezmeye alerjim var. Oturma odasından mutfağa bile geçmeye üşenirim. Gözlem derseniz o başka bir şey. Gözlem, “yapıyorum” dediğinizde elinizden uçup gidecek bir ürkek kuştur. O sebepten gözler gibi değil de aynı yastığa baş koyar gibi hemhal olmak gibi düşünmelisiniz. İnsan kendini gözlemleyene sırrını vermez. Kendi derdiyle dertlenene açar sırrını…
Kitaplarınız da çokça rastladığımız, Yozgat’a özgü olduğunu düşündüğüm kelime ve deyimler mevcut. Siz günlük hayatta bunları kullanıyor musunuz? (Edebiyatta yöresel dil kullanımının avantaj, dezavantajları var mı?)
Kullanıyorum tabii. Kıvamında kullanırsanız yöresel dil tadından yenmez olur.
Tanıl Bora ile beraber derlediğimiz “Yengeler Cumhuriyeti” ve “Enişte Risalesi” projeleri nasıl ortaya çıktı?
Aklımda epeyce bir zaman “yenge” üzerine bir şey yapmak fikri vardı. Fikrimi Tanıl Hoca ile paylaştım. Olur dedi başladık. Sonra da yenge eniştesiz olmaz diyerek devamı geldi bakalım hayırlısı…
Adem’in Kekliği ve Chopin öykünüzdeki Adem’in sanata baktığı pencere ile bozkır insanının, yoksul anadolu insanının baktığı pencere aynıdır diyebilir miyiz?
İnce görmüşsünüz. Tamamıyla aynıdır diyemeyiz. Ama Adem’in baktığı yer bozkırın bakışından çok emareler taşır…
Öykülerinizden esinlenerek çekilen Gönül Dağı dizisindeki Selami karakterinin diliyle sormak istiyorum “Röportajlarınızı, söyleşilerinizi dinlerken birden bir hikâye anlatıyorsunuz. Hatta öykülerinizin içinde bile başka öykülere rastlayabiliyoruz. Adeta dikkat hikâye anlatıcısı çıkabilir dercesine?” Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ben de böyle bir delikanlıyım dermişim. Yani farkında değilim. Hikâye anlatayım diye bir gayretim de yok ama demek ki bu bize bir tarz olmuş…
Mustafa Çiftçi’yi dinleyip de anne ve dedesine daha doğrusu ceddine olan sevgi ve saygısını fark etmeyen yoktur. Edebiyat söyleşilerinde sürekli bu hususu vurgulamanızda salt sevgiyi ilan isteği mi var? Yoksa edebi kimliğinizin oluşumundaki etkilerine karşı bir vefa göstergesi de var mı? Bu bağlamda Mustafa çiftçinin gelenek aktarıcısı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Gelenek aktarıcısı olmak büyük iddiadır ezilirim o iddianın altında ben ama sadece sevdiğimi söylüyorum. Dedem ve annem olmasaydı başka bir insan olurdum diyorum. O ikisi büyük anlatıcılardı. Anlatarak yaşıyorlardı. Ben de onları dinleyerek yaşıyordum. Böyle yani.. Şimdi ikisi de yok. O kadar arıyorum ki anlatamam…
Öykülerinizde anne oğul ilişkisi ne kadar yumuşaksa, baba oğul ilişkisi de bir o kadar gergin ama yine de şefkatli bir gerginlik bu. Anne gül sarmaşığı gibi dolanır ama baba hep hafif açık olan kapının arkasındadır. Sizce bu tablo eski bir tablo mudur yoksa hala Anadolu’da aile ilişkileri bu şekilde mi ilerliyor?
Babalarla aramız kötü değil ama birazcık mesafeli. Olacak o kadar. Herkesin sevme usulü sevdiğini gösterme usulü farklıdır. Biz babaları başka severiz babalar da bizi yani evlatlarını başka türlü sever…
Okurlar genel olarak yazarın anlattıklarını, yazarın kendi hayatında arama eğilimde olurlar. Yeni yazmaya başlamış bir kimse için de bu oldukça yıpratıcı ve engelleyici olabiliyor. Siz yazmaya başladığınız zamanlarda bu konuda zorlandınız mı? Çünkü sizin eserlerinizde anne; gül sarmaşığına, gelin; tül perdeye, önceki sevgililer; serviye benzetilirken, evdeki hanım; uyduruk, aklı hafif, çenebaz bir ev hanımına benzetiliyor. Yine anne çok anlayışlı, şefkatliyken, babayı bir o kadar sert görebiliyoruz. Mesela bu konularda nasıl tepkiler aldınız?
İşin açıkçası tepkileri duyamayacak kadar uzakta yaşıyorum. Bana ulaşan tepkileri de anlayışla karşılıyorum. Ama bir ortalama tutturmuşuz ki çok sert tepki almadım hiç…
Son olarak, gerek öncesinde sizi kitaplarınızdan tanıyan, gerek Gönül Dağı dizisiyle adınızı duyan sevenlerinize neler söylemek istersiniz?
İki cihanda afiyet dilerim. Gönüller bir muhabbetimiz daim olsun…