Kelimeler, Mülteciler ve Edebiyat/ Vildan Kınalı

Dünya Mülteciler Gününde göç, mülteci, sığınmacı gibi kavramları, onların edebiyata yansımalarını düşünmeye ve okumaya ne dersiniz? Vildan Kınalı bu yazısında kavramların asıl manasını, düşülen yanlışları irdeliyor. Ayrıca bu konuyu işleyen eserleri bizlere tanıtıyor.

Yaptığı inceleme farkındalığı arttırıp, yol gösterecek.

“20 HAZİRAN DÜNYA MÜLTECİLER GÜNÜ TÜM DÜNYADA KUTLANIYOR” Haber sitelerinde yer aldığı haline yaraşır bir kutlamaya hazır mısınız? Bu özel günü en iyi şekilde kutlamak için bütün hazırlıklarımız tamam mı? Konfettiler, balonlar, üzerinde mültecilerin fotoğrafı olan devasa pasta…!

Böyle sevimsiz bir ironi yaptığım için üzgünüm. Fakat abarttığımı düşünmüyorum. Günümüz dünyasının “kutlama” ritüelleri böyle…

Mülteciler konusunda birbiriyle zıt pek çok şartlanmayla donatılmış vaziyetteyiz. “Mülteci” denildiğinde aklımıza yalnızca ülkemizdeki “Suriyeliler” in gelmesinden başlayan yanlışlıklar silsilesiyle içinde bu kavramı bilmekten son derece uzağız. Evini, yurdunu terk edip yeni vatan arayışında olan insanların dramı çok çok büyük. Bu konuda bütün “ama”ları bir yana bırakarak meseleye insan yanımızla yaklaşmakta “Dünya Mülteciler Günü” ne kadar etkili olur bilemiyoruz. Zira işin içine “kutlama” kelimesi girince önümüze o güne özel alışveriş listeleri sıralanıyor hemen.

Kelimeler düşünce biçimimizi yönlendiriyor ve sonrasında bu düşünceler yaşam tarzına, davranışlara dönüşüyor. Günümüz dünyasında “göç”, “mülteci” ve “sığınmacı” kavramlarına yüklediğimiz anlamlar git gide asıllarından uzaklaşıyor. Bu kelimeler, bazı ülke vatandaşlarının yaka iğnesi gibi taşıdıkları bir nişane haline geliyor.

Göçler ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel, iklimsel nedenlere bağlı olarak tarih boyunca gerçekleşmiş olağan hareketler. Ancak günümüzde itici gücün siyasi olması neticesinde kitlesel göçlerin artışından ve önüne geçilememesinden dolayı göçmen ve mültecilere “suçlu” gözüyle bakıldığına şahit oluyoruz. Bunun yanı sıra ülkemizde “mülteci” eşittir “Suriyeli” şeklinde oluşturulmuş talihsiz bir denklem söz konusu. Halbuki dünya üzerinde mültecilerin yaşamadığı çok az ülke var. Mülteci kampları ise ülkemiz dışında; Kenya, Sudan, Tanzanya, Ürdün, Myanmar, Kolombiya, Filistin, Suriye gibi birçok ülkede mevcut. On binden fazla mülteci barındıran ülke sayısı altmışa yakın. Kendi vatanında “mülteci” statüsünde yaşayan insanların sayısı hiç de az değil. Kendi vatandaşlarının sayısı topraklarında yaşayan mültecilerden daha az olan ülkeler bile mevcut.

O halde öncelikle kelimelere hakkını vermemiz gerekiyor…

MÜLTECİ: Günümüzde genişlemiş anlamıyla “yaygın şiddet, dış saldırı, iç çatışmalar, yaygın insan hakkı ihlalleri ya da kamu düzeninin ciddi olarak bozan diğer durumlardan dolayı hayatları, güvenlikleri ya da özgürlükleri tehdit altında olduğu için ülkelerini terk etmek zorunda kalan kişileri” temsil etmektedir. İltica ettikleri devletin kabul edip etmemesi 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olup olmamasıyla ilintilidir. Sözleşmede imzası bulunan ülkelerin 33. Madde uyarınca geri göndermeme ve mülteci başvurularını kabul etme sorumlulukları vardır.

SIĞINMACI: Esasen uluslararası göç literatüründe “iltica arayışında olan kişi” anlamına gelmektedir. Yani mültecilikle sıkı ilişkisi olan geçici bir statüdür. Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteciler için geçerli olan geri göndermeme hakkı sığınmacılar için de geçerlidir.

GÖÇMEN: Mülteci ve sığınmacı kavramlarını da içeren daha geniş bir anlama sahiptir. Göçmenler genellikle daha geniş imkanlara sahip olarak, daha konforlu bir yaşamı, daha özgür ve güvenli bir ortamda yaşamlarını sürdürmeyi hedefiyle hareket ederler. Göçmenlerle mülteciler ve sığınmacılar arasındaki en önemli fark, göçmenlerin, yaşadıkları ülkenin siyasi korumasından yararlanmaya devam etmeleridir.

KAYIT DIŞI YAŞAMLARIN KARA KUTUSU: EDEBİYAT

William Faulkner, Nobel Ödülünü almak için gittiği Stockholm’de yaptığı konuşmada, bir yazarın asıl işinin, acıma, şefkat, dayanıklılık, alçakgönüllülük ve gurur gibi evrensel ve ölümsüz değerleri insanlara hatırlatmak olduğunu söyleyerek yazarla sorumluluk yükler. Edebiyatın işlevi, olup biteni kayıt altına alması ve vicdanlara ulaşmasıdır. Hem bu misyon hem de Dünya Mülteciler Günü sebebiyle edebî eserlerle mülteciler, göç gibi kavramların ve yaşananların ne kadar işlendiği merak uyandırıyor.

Bu konuda bir yayınevinin Dünya Mülteciler Günü için hazırladığı liste mevcut. Fakat bu listedeki eserlerin neredeyse tamamında bir yere göç eden insanın başından geçen aşk hikayesi  ya da başından geçen kimi olayları anlatılıyor. Yani daha çok kişilerin bireysel yolculuklarının hikayeleri. Hiçbirinde, Kenya’da erzak almak için Birleşmiş Milletler Şubesine kadar kilometrelerce yol yürüyüp eli boş dönen, gece çocuğuna içilemez durumdaki su ile taş kaynatan annenin hikayesi yok. Ülkesindeki savaştan kaçarken yanına hiçbir şey alamayan annenin yolda tuvaletini üzerine yapmak zorunda kalan çocuğunu neredeyse hiçbir yetişkin kitabında göremiyoruz. Onlar birer şehir efsanesi hükmünde kulaktan kulağa yayılıyor. Oysa edebiyat, toplumsal hafızanın canlı kalmasını sağlayarak, sanatın diğer kollarına ve tarih bilimine de ışık tutan bir alan.

İşin enteresan tarafı zaman zaman bu konuda yazılmış çocuk kitaplarına rastlıyoruz. Bu, birçok ciddi meselede böyle. Gelecek nesillere anlatmaya çalıştığımız konuları kendi kuşağımızın sorumluluğunda görmüyor olabilir miyiz?

Fatma Barbarosoğlu “Gözlem ile tasvir arasındaki mesafenin uzun” olduğunu söylüyor. Henüz yaşanan dramı anlatan yeterli sayıda eser yoksa bile, ilerleyen günlerde olacağına dair bir ümit var.

İşte konuyla ilgili eserlerden bazıları:

 Kaplumbağa Gölgesi- Güzide Ertürk- Şule Yayınevi: Kurmaca öyküleriyle tanıdığımız Güzide Ertürk günümüz mültecilerinin öyküsünü gerçeğe en yakın biçimde yazan iyi bir kalem. Edebiyatın hakkını verirken kurmacanın gücüyle vicdanları yargılamadan yokluyor. Mülteci çocukların dünyasını es geçmeyerek aradığımız kaynağın ta kendisinin olduğunu ispatlıyor.

Harp zamanıydı. Yer yerinden oynamış, sınırlar değişmişti. Gözle görünmeyen sınırlar o kadar keskindi ki, elini değdiren sağ kurtulamıyordu. Çocuk fidanıyla vedalaştı. Karşı kıyıya taşınma vakti gelmişti. Sis bulutunun örttüğü uzak diyarlar yaklaşacak hayalleri gerçeğe karışacaktı. Boyundan büyük eşyalarla ve hüzünlü bir kalabalıkla birlikte gemiye bindi. Yolcular karşı kıyıya varana dek sürecek olan bir telaş içindeydi. Çocuk gözlerini denize çevirmiş tanıdık dalgalara bakıyordu. Kıyıya yaklaşmakta olan gemiyle kıyıdan ayılmak üzere olan gemi neredeyse birbirinin aynısıydı. Kadın erkek çoluk çocukla birlikte karşı kıyının yükünü çekiyordu kaptan. Yük ağırdı. Gemi dalgalara gömülmüş zor ilerliyor belki de gerisin geri dönmek istiyordu. Çocuk eşyaların üstüne çıkıp diğer gemiyi seyre koyuldu…”

Ayak Sesleri- İbtisam Şakuş- Cantaş Yayıncılık: İbtisam Şakuş biri hikâye dördü roman olmak üzere beş eseriyle çeşitli edebiyat ödüllerine layık görülmüş Suriye’li yazar ve aktivist. Toplamda yayınlanmış yirmi eseri var. 2012 yılında ülkesinden ayrılan yazar önce Hatay’a daha sonra Mısır’a gitmiş daha sonra Türkiye’ye geri gelerek Ceylanpınar’daki kamplarda bir kültür merkezi açmış ve eğitim faaliyetlerine devam etmiş.

Türkçe’ye çevrilen kitabı “Ayak Sesleri” Türkiye’ye geliş macerasını anlatan otobiyografik bir roman. Anlatmaya dayalı üslubu ve kurgudan tamamen uzak olması romanı hatırat türüne yakın kılmış. Kitabın çevirmeni Abdussamet Güneş önsözünde mültecilere atıfta bulunarak: “Gerçek hayattan alıntıdır” demek yerine “Günümüz modern dünyasında yaşanan milyonlarca gerçek hikâyeden yalnızca bir tanesi” demenin daha uygun düşeceğini söylüyor.

Yazar bu kitabıyla kendisi gibi Suriye’den göçen insanların yaşadıklarını duyurmak istemiş. Kitap aynı baskıda hem Arapça hem Türkçe olmak suretiyle iki dilde yayınlanmış. Yazar, Gerçek Hayat Dergisi’ne verdiği röportajda şöyle söylüyor: “Türkler iyi bir millet. Yaradılışları itibariyle mü’minler. Çalışmayı seven, ülkelerini seven insanlar. Suriyelilerin Türk dostlarından öğrenecekleri güzel hasletler bunlar. İnşallah içimizden bazı aptalların yaptıkları nedeniyle hepimizi aynı kefeye koymazlar. Türk halkına bizim için yaptıklarından dolayı teşekkür ederim. Bize gösterdiği kolaylıktan dolayı Türk hükümetine de şükranlarımı sunarım. Bizler Osmanlı zamanında aynı bayrak altında yaşayan insanlardık. Despot yönetimler ve uyduruk tarih müfredatı bizi ayırmaya çalıştıysa da bakın yine birlikteyiz. Umarım Türk halkı ve İslam ümmeti layık olduğu mevkiye gelir.”

Alman Göçmenlerin Sohbetleri- Johann Wolfgang Von Goethe- İş Bankası Yayınevi: Kitap her ne kadar literatürde göçmen kitabı olarak geçebilecekse de göçmenlerin yaşadıklarıyla ilgili kısım bir iki sayfayı geçmiyor. Yaşanan Koalisyon Savaşı’ndan dolayı Alman soyluları evlerini terk edip gene kendi ülkelerinin sınırları içerisinde bir bölgeye gitmek için yola çıkıyorlar. Göç eden insanlar birbirlerine masal ve öyküler anlatmaya başlıyorlar yola çıkmalarıyla beraber. Eserde asıl dikkati çeken kısım, sınıf farklılıklarının göçmenlik üzerindeki etkisi. Ayrıca günümüz mültecilik şartlarıyla, kitabın yazıldığı dönem mukayese edildiğinde (1795) şu anda daha çetin bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Gidiyor, Gitti, Gitmiş- Jenny Erpenbeck- Can Yayınları: Berlin’deki emekli bir profesörün ve Afrika’lı göçmenlerin hikayesi… Profesör televizyonda Afrikal’lı göçmenlerin “Bizi görün” pankartı açmalarının haberini izlerken, o gün, o caddeden geçmiş olmasına rağmen nasıl onları fark etmediğine şaşırmıştır. Dramatize etmeden ama okuyucuya empati duygusunu aşılayarak ilerleyen kurgu göçmenlerin zorluklarını gözler önüne serer.

İç Bir Ses- Ayşegül Genç- İz Yayıncılık: Kitap esasen doğrudan mültecilerle alakalı olmasa da savaş yüzünden evsiz ve yurtsuz kalmış insanlar karşısında sanatçının sorumluluğunu anlatması bakımından listemize uygun düşüyor. Yazar kurgu boyunca sanatçıya özeleştiri yaptırıyor.

“Başkasının mülkünü mülk edinmek, edinilen mülkü başkasına bırakmak, savaşın yazılmamış kanunuydu. Önemli olan mülkü terk etmek değil, mülkü nasıl terk ettiğindi. Emekleyerek, koşarak, bayılarak, dikenli çalıdan sökülür gibi, ağlayarak, delikleri yamayarak, kırılmışı onararak…Yahut kırılmamışı kırıp, yırtılmamışı yırtarak…Herkesin vazgeçişi kendine özgüdür. Ben çatıdan damlayan o sular gibi damla damla kaybolarak terk ettim bodrumu. Nesneleri, sesleri ve sessizliği kaybederek…”

Kaynaklar: Dünden Bugüne Uluslararası Göç- Kuram, Algı ve Siyasa- Orhan Battır

Gayriresmi Hayatlar- Abdulgani Bozkurt

www.academia.com/ İbtisam Şakuş’un Hayatı, Edebi Kişiliği ve Eserleri- Sultan Şimşek

http://www.gercekhayat.com.tr/gurbette-basari-hikayeleri/despot-yonetimler-ve-uyduruk-mufredat-bizi-ayiramadi/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek