Kanunî Bekir Reha Sağbaş Röportajı/ Rahşan Tekşen*

“Türkçe’nin güzel kullanılmadığı bir müzik,

Türk olmaktan çıkar.”

Bekir Rehâ Sağbaş 1954 yılında, Ankara’da doğdu. On yaşlarına geldiğinde mandolin ve akordeon çalmayı öğrendi kendi kendine. Oğlundaki istidadı fark eden babasının İstanbul’dan getirttiği kanun, küçük bir çocuğun ellerine bırakılmış sihirli lamba oldu. Lambanın içindeki sihirli güç aslında kendi yeteneğiydi ve o günden sonra ne kadar büyük ve güzel işler yapabileceğini gösterdi herkese.

Otuz küsur ülke dolaştı kanunuyla. Yurt içi ve yurt dışındaki üniversitelerde ve muhtelif kurumlarda dersler verdi. Sazıyla ve sanatıyla klasik Türk musikimizi; asil, nazik, vakur duruşu ve şahsiyetiyle de geleneğimizi temsil etti. Kanununu eline her aldığında, tene değen güneş gibi ısıttı etrafındaki insanların içini. “Bu olsa olsa cennetin musikisidir.” dedirtti dinleyicilerine. İğneyle kuyu kazar gibi çalışarak ve her defasında zoru seçerek eserler kaleme aldı. Nice öğrenciler yetiştirdi bugüne kadar ve hâlâ da yetiştirmeye devam ediyor.

Cinuçen Tanrıkorur ve Selma Sağbaş başta olmak üzere, Necdet Yaşar, Kani Karaca, Alaeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin gibi kıymetli sanatkârlarla çalıştı. TRT’de kanun sanatçılığının yanı sıra program yapımcılığı, nota ressamlığı, repertuar denetleme kurulu üyeliği gibi görevlerde bulundu. Lalezar Türk Müziği Topluluğu’nu kurdu ve ABD’de konserler verdi. Bu konserler 2002 yılında Best of Worl Music ödülünü aldı ve Kültür A.Ş. tarafından prestij eser olarak yayınlandı.

2004 yılında UNESCO’ya sunduğu bir rapor, Mevlevî ayinlerini insanlık mirası olarak dünyaya kabul ettirdi. Hem bir musikişinas hem de bir baba olarak en büyük mutluluğu ve kıvancını, ilk oğlu Alaeddin Emre Sağbaş’ın genç bir flüt virtüözü olmasıyla yaşadı.

Ömrünü musikiye adamış Reha Sağbaş’la bunları konuştuk evinde. Konuşamadıklarımız çok daha fazlaydı ve içimizde birer ukde olarak kaldı. Seher Hanım’ın nazik ev sahipliği ve Küçük Giray’ın zaman zaman eşlik etmesiyle gerçekleşen sohbetimizin sadece besmelesini arz edebildik burada. Tabiî evinin duvarlarına kendi fırçasıyla çizdiği resimleri, içinden eski bir şarkıyı mırıldanan makara bantı, zahmelerini yanına yatırmış iki kudümü, ciltlenmiş binlerce sayfalık notaları, kitapları, “havvil hâlena ilâ ahseni’l-hâl” diyerek beş vakit evdekilerin ruhunu sıvazlayan levhanın tesirini ve sohbetimizin sonunda hüseynî bir eserle bizi âbâd eden kanunun sesini paylaşamadık…

Reha Bey, müziğe olan kabiliyetinizi kuvveden fiile çıkaran şey, on yaşlarınızdayken babanızın size mandolin ve akordeon hediye etmesi olmuş. Nasıl bir aile ortamında yetiştiniz ki musiki tohumu sizde yeşerdi ve bugün görkemli bir ağaca döndü?

Sizi ve camianızı tanıdığım için ve bazı hayırlara vesile olur ümidiyle röportajınızı severek kabul ettim. Sorduğunuz suale gelirsek, bir yaş günümde babamın aldığı mandolin benim için çok önemlidir. Daha doğrusu eve bir çalgı girmesi bakımından çok önemlidir. Bir çocuğun bir çalgıyla uğraşması çok güzel, çok kıymetli bir şey. O gün için bundan ne kadar zevk aldığımı hâlâ hatırlıyorum. Mandolini kendi kendime öğrenirken babam da biraz öğretmiş olmalı. Ondan notaların yerlerini filan öğrendiğimi hatırlıyorum. Çünkü babam kendi tahsil döneminde mandolin çalmayı öğrenmiş.

Sonra benim bunda başarılı olduğumu görünce, bir başka yaş günümde, yine o dönemde moda olan akordeonu hediye etti. Bu da cazip bir çalgıydı. Artık çalgıya alışmıştım, çalgı nedir biliyordum. Bir zaman sonra insan o çalgıyı konuşturmaya başlıyor. Ne yapsanız bir ses çıkıyor. Akordeonu da kendi kendime iyi çaldığımı hatırlıyorum. Hatta Isparta Şarkikaraağaç’ta bir bando müzisyeninden akordeonla ilgili birazcık ders aldım. Ama onu sürdüremedim. Çünkü sol taraftaki akor seslerini basacak düğmeler oldukça zor bir mesele.

Kanun ne zaman girdi hayatınıza?

Şöyle… Her iki çalgıyla da benim tanıdığım müziklerin çalınamadığını gördüm. Ne Türk halk müziği ne de Türk sanat musikisi denen müziklerin hiçbirisi çıkmıyordu bu çalgılardan. Çaldığınız şeyler onlara benzemiyordu. İlk defa, Isparta Karaağaç’ta kanun yapıp çalan yaşlı bir amcamızda gördüm kanunu. Görür görmez hayran oldum. On altı yaşlarındaydım. Babam benim müziğe kabiliyetimi hissetmiş olmalı ki çok sevdiğim bu sazı da bir sene sonra hediye etti. O zamanlar amcam askerliği sebebiyle İstanbul’daydı. Babam ona para göndererek ilk kanunumu yine kendisi hediye etmiş oldu. Geliş bu geliş… Artık radyolardan dinlediğim müzikler bu çalgıyla çalınabiliyordu. Sonradan öğrendim ki bu saz, klasik Türk çalgılarından biriymiş. Bunları bilerek seçmiş, tercih etmiş değildim. Dolayısıyla kanuna başlamam böyle oldu.

Nota okumayı ve kanun çalmayı kendi kendinize öğrendiniz. Nazarî ciheti zor olmakla birlikte amelî ciheti çok daha zor olmalı. O süreçten bahsetsek.

Tabiî kanun almak yetmiyor. Bir öğretmen bulmak lazım. Hiç tanımadığınız bir sazı kendi kendinize öğrenmeniz imkânsız bir şey. Birkaç hoca arama girişimimiz başarısız oldu. O dönemde ne bunu öğreten kitaplar ne hazır notalar ne de öğretmen, hiçbir şey bulmak mümkün değildi. Söylediğim dönem fotokopi makinesinin Türkiye’de olmadığı zamanlar. Dolayısıyla ben hoca ararken geçen zamanı zayi etmedim. Kanunu kendi kendime kurcalayarak, akort ederek, seslerin bozuk olduğunu görerek, o bozuklukları yine kendi kendime düzelterek artık bildik müzikleri çıkarmaya başladım. Artık bunun ismine çalmak değil çıkarmak diyelim.

Bu meşakkatli süreç üç sene sürdü. Bu üç sene zarfında ben bulduğum notaları birebir resmederek, bildiğim şarkıları bu notalardan teyit ederek ve bildiğim şarkının notasını yazarken “Aaa bu demekmiş!” diyerek notayı da kendi kendime öğrenmiş oldum. Sadece nota değil makam, usul meselelerini kendi kendime keşfetmeye çalışırken ailemizin en büyük amcası Yahya Aydıntuğ kendi kütüphanesinde bulunan Dr. Suphi Ezgi’nin Nazarî ve Amelî Türk Musikisi adlı beş ciltlik ansiklopedisini bana hediye etti. Yine o günlerde, eski bir basım olan ve Darü’l-Elhan’ın Klasik Türk Musikisi Eserleri’ni hediye etti.

Ben de Millî Eğitim Bakanlığı Yayınevi’nde Türk Musikisi Ansiklopedisi’nin birinci cildini gördüm ve satın aldım. İkinci cildi henüz çıkmamıştı. Ne zaman yayınlanacağı belli değil, ara sıra uğrayıp bakın, dediler bana. Gün aşırı yayınevine gidip sormaya başladım, ikinci cilt çıktı mı diye. Ta ki alana kadar… Benim esas bilgi edindiğim eserlerden en önemlisi, Yılmaz Öztuna’nın hazırladığı bu ansiklopedi oldu. Çünkü burada güncel Türkçe yazıyordu. Dr. Suphi Ezgi’nin beş ciltlik Amelî ve Nazarî Türk Musikisi adlı kitabı eski dilde olduğu için onu çözmem imkânsızdı. Bu kitapları bulunca bir hazine gibi gördüm her birini. Fakat çok zor bir işin içine girdiğimi de anlamış oldum. Zaten amcamın bana söylediği de musikinin sadece çalıp söylemekten ibaret olmadığı, bilakis bir ilim olduğu ve bir an önce bu ilmi öğrenmem gerektiğiydi. Takdir edersiniz ki yaşlı ve gün görmüş bir adamın genç bir çocuğa, musikinin bir ilim olduğunu ve bu ilmi bir an evvel öğrenmesi gerektiğini söylemesi oldukça tesirlidir.

Sizin serüveninizin tersine, bir hocanın rahle-i tedrisinden geçmesine rağmen hâlâ başarılı olamayan, bir türlü yol kat edemeyen talebe sorunu nerede aramalı?

Musikiye kabiliyetli olduğunu düşündüğümüz herhangi birinin başarılı olabilmesi için -tabiî kabiliyetin asla yetmeyeceğini peşinen kabul etmekle birlikte- Türk musikisini âşık olacak kadar seviyor olması lazım. Çünkü büyük bir emek sarf edecek. Bu emeğe değer mi? Türk musikisini o kadar seviyor mu? Gerçekten başarılı olmak istiyor mu? Daha doğrusu şöyle söyleyebiliriz; nasiplenme miktarını öğrencinin kendisi belirler. Neye bağlı bu? Aşkına ve harcayacağı emeğe bağlı. Hocanın ehemmiyeti bundan sonra geliyor.

Ben genç yaşıma ve hoca bulamamama rağmen başarılı olduysam, bu, Türk musikisine olan aşkım ve çalışma azmimden kaynaklanmış olsa gerek. Doğrusu 18-19 yaşında bir gencin üç senelik kanuncuyken radyoya girmesi de bize bunu gösteriyor. Bir büyüğüm olan Gültekin Aydoğdu gıyabımda “Çok iyi çalıyor, ama benden ders alsaydı daha iyi olurdu.” demiş. Doğru, ama ben çok koştum peşlerinden. Hadi ben hoca bulamadım ama bulabilseydim de asıl mesele ne iyi bir hocadır ne de benim kabiliyetim. Tam tersi bu işe olan sevgim ve harcayacağım emektir ki bu herkes için böyledir.

Radyo demişken… 74 yılında Ankara Radyosu’nda istisna sözleşmesi ile emisyonlara katıldınız ve 80 yılında yetişmiş sanatçı unvanıyla TRT’de görev aldınız.

Evet. Nasıl olduysa… Demek epey iyi çalmışım ve yeteri kadar da nota biliyormuşum. Ankara Radyosu’nda açılan akitli saz sanatçısı sınavına girdim ve kazandım. Yani ihtiyaç olduğunda kullanılmak üzere… Burası da ilginç, üç dört senelik kanuncu, radyoda çalabilecek seviyeye gelebilmiş. Tamam, buna bir ustalık diyemeyiz ama radyo emisyonlarına katılacak kadar olgun bulmuşlar demek çalışımı. Esas mesele buradan sonra başlıyor. Türk musikisine dair ne nota ne nazariyat ne usul ne makam, hiçbir şey bilmezken az evvel bahsettiğim iki kitapla bunları kendi kendime öğrenerek geldim.

Kendi emeğiniz ve gayretinizle, bir hocanız olmadan bu başarıları elde ettiniz. Peki manen üstat kabul ettiğiniz, ideal manada bir hocanız oldu mu?

Oldu tabiî. Radyoya girdiğimde şube müdürü olarak Cinuçen Tanrıkorur diye biriyle tanıştım. İstikbal vaat ettiğimize inanmış olsa gerek ki ben ve benim gibi birkaç arkadaşı sık sık odasına davet ederdi. Tanburî Tevfik Soyata, Neyzen Mahmut Bilki, kendisinin ud talebelerinden Âsım Ağabey gibi genç isimler… Türk musikisinin ne olduğunu, müziğimizi nasıl görmemiz gerektiğini anlatan küçük konferanslar verirdi bize. Musikinin gerçekten ciddi bir şey olduğunu, sadece çalıp söylemekten ibaret olmadığını, önemli birikimler kazanmamız, hatta iyi derecede nota yazmamız gerektiğini -nota ressamlığından söz ediyorum- anlatır ve bu konularda bizi daima teşvik ederdi. Cinuçen Bey her ne kadar kanun çalmıyor ise de ilk hocam diyebileceğim, hayatımdaki en yüksek müzisyendi. Sadece ben değil, ben ve bütün akranlarım Cinuçen Tanrıkorur’u çok iyi bir hoca, hatta görebildiğimiz en iyi hoca olarak biliriz.

Ciddi bir musiki eğitimi almışsınız Cinuçen Bey’den. Peki Türk musikisi devlet konservatuarlarının açılması musiki eğitimi açısından, hocayla öğrenciyi buluşturması açısından hayra vesile olmuş mudur?

Hayra vesile olmuş mudur yoksa olmamış mıdır bilemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Türk musikisinin bugün yaşadığı bütün sıkıntılar bu konservatuarların açılmasından kaynaklanır. Türk musikisine dair bir okul açılması konusundaki ısrarlar yüzünden -aslında politik sebeplerle- böyle bir okul açılmıştır. Bu sevindirici bir haber gibi görünüyor, fakat okulun açılış serencamına iyi bakmak lazım. Buraya giren öğrencinin dört yıl içerisinde hem Türk musikisini hem de Batı müziğini öğrenmesi planlandı. Bu, böyle bir şey değil! Bugün dört senelik bir aşçılık okulundan bile mezun olsanız, ancak çırak olabilirsiniz. Küçük bir sertifikanız olur. Eh bu işten biraz anlıyor, denir hakkınızda. Hâlbuki bu dört senede ne Batı müziğini öğrenebilirsiniz ne de Türk musikisinin inceliklerini… Kabaca öğrenirsiniz, onu kabul ediyorum. Bunun adına da konservatuar dersiniz.

Ama şunu bilin, Batı’da konservatuar denen oturmuş kurum, hiç de böyle çalışmıyor. Oradaki konservatuarlar ciddi okullardır ve buralara çok küçük yaşlardan itibaren öğrenci alınır. Öğrenci müzik eğitimine ta ilkokulda başlar ve üniversitesini okur; onların konservatuar dedikleri budur. Batı müziği devlet konservatuarları fonksiyonlarını tam olarak yerine getiriyor. Hoca kalitesine bağlı olmaksızın… Çünkü müfredatları doğru ve güzel.

Bizde ilk önce İstanbul’da kurulan, sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bağlanan Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın müfredatı bile henüz oluşmuş değil. Türkiye’de belki kırka yakın konservatuar var, tam olarak saymadım, bilmiyorum. Ama hepsi birbirinden kopuk ve henüz müfredatları oluşmamış; hangi kitabın okutulacağı, hangi ses sisteminin ve hangi nazariyatın öğretileceği hususunda bile ortak bir müfredatları yok. Dolayısıyla konservatuar mezunu öğrencilerden çok yüksek şeyler beklemek fazla iyi niyetten kaynaklanıyor. Az da olsa buralardan da iyi müzisyenler çıkmıştır. Onlar da benim gibi çocuk yaşlarda müziğe başlamış, hatta müzikte epeyce mesafe kat ettikten sonra, üniversite tahsili yapmış olmak için konservatuara girmiş sanatçılar ki onlar konservatuara girmeseler de çok başarılı müzisyenler olurlardı. Tabiî konservatuar tahsilini tamamen yadsıyıp bir kenara bırakmıyorum. Burada bahsetmeye çalıştığım şey, en başta da söylediğim gibi konservatuarlarda gerçek bir musiki eğitiminin verilmediğidir. Bu söylediğim şeyler istisna değil, çoğunluktur. Ayrıca bu yalnız benim tespitim değil, değerli büyüğümüz Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça’dan duyduğum teyitlerdir. Bugün sadece Türk musikisini icra eden sanatkârlar bile ciddi bir müzik disiplininden geçmemiş insanlardır ki buna TRT’de çalışan sanatkârlar da dâhildir.

TRT’nin fonksiyonunu yitirdiğini, millî olmaktan uzak bir kurum haline geldiğini söyleyebilir miyiz?

Elbette. TRT fonksiyonunu çoktan yitirmiş, millî olmaktan oldukça uzaklaşmış bir kurumdur. Hatta bu inkırazın, bu düşüşün 20-30 senedir hızla devam ettiğini söyleyebiliriz. TRT bahsi çok önemli. Önceleri Türkiye radyoları olarak işe başlayan bu radyolar çok eski döneme dayanır. Bir radyoda neler olması gerekiyorsa, halka neler verilmesi gerekiyorsa; haberler başta olmak üzere çeşitli eğitim programları, hatta çiftçi ve köylüyü aydınlatan programlar yapılırdı. Daha çok dinleyici kazanmak için radyo tiyatrosu dediğimiz edebî eserler seslendirilirdi ki radyonun çok ciddi bir fonksiyonu vardı ve en büyük hizmeti Türk musikisine yapıyordu. Çünkü sadece konuşmayla dinleyiciyi sabah sekizden akşam sekize kadar tutmanız çok zor. İşte burada musikiciler giriyordu devreye. Mesut Cemil Bey bunların başında gelir. Cemil Bey’in oğlu ve etrafındaki ciddi müzisyenler, yarımşar saatlik, bir nevi küçük konserler verirlerdi. Klasik Türk musikisinin, Türk halk musikisinin ve yöresel sanatçıların radyolardan duyulması, halkı millet haline getirmesi bakımından doğrusu çok önemli bir rol oynar.

Safiye Ayla’dan şarkılar, Neriman Altındağ Tüfekçi’den türküler, Aşık Veysel gibi yöresel sanatçılardan türküler dinletilirdi. Sonra bunlar ekolleştirilip istihdam edilerek sanatçılar toplandı. Bu sefer klasik koro, beraber solo şarkılar, yurttan sesler korosu gibi fonksiyonlar görmek üzere halkı radyoya âşık etmişlerdi. Her türlü haber radyodan alınırdı. Siyasî olayları, seçimleri radyolar anlatırdı. Parti başkanlarının nutukları yine radyodan dinlenirdi. Bu bakımdan radyo, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir fonksiyon işlemiştir. Fakat ne zamanki Türkiye radyoları, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu haline geldi; tüfek icat edilmiş oldu. Yani mertlik bozuldu.

Bakmak ile görmek arasındaki fark, duymakla dinlemek arasında da var. Bu durumda televizyon neyi kaldırdı ortadan?

Müzik dinlemenin sihrini… TRT’nin kurulduğu ilk yıllardan; daha birinci kanaldan bahsediyorum. Çok uzun sürmeden ikinci kanal açıldı ki TRT’nin ilk programlarında ben de vardım. Sonra üçüncü, dördüncü, beşinci kanallar açıldı. Bu kanallar arttıkça söylediğim gerçek hiç değişmedi. Hakikaten musiki dinlemenin büyüsü; onu dinleyenlerin zihnindeki tahayyüller ortadan kalktı. İşin içine görsellik karışınca bu sihir bozuldu. Çünkü musiki, ağızdan çıkan ve kulakla dinlenen bir şey. Çok iyi bir müzik dinleyecek olsak, hatta konsere gitsek; işin içine göz dâhil olduğu zaman nasiplenme oranı çok azalır. Çünkü devreye konser salonu gibi bir mekân unsuru girer. Keza seyircilerin çokluğu, kalabalıklığı da sair bir unsurdur. Yalnızca dinlenmesi gereken, semaî olan bu sanatın büyüsü görsellikle tamamen bozulmuştur. Sanatçı sahneye çıktığı zaman onun ne okuyacağı, nasıl okuyacağı hiçbir zaman düşünülmez. Üzerine hangi kıyafeti giydiği çok daha öne geçer; saçı nasıl, kaşı nasıl, boyu nasıl, endamı nasıl, davranışları nasıl… Bundan sonra musiki bir gösteri sanatına dönüşür.

Aslına bakarsanız, ciddi müziğin hakikaten ortadan yok olmaya başladığı dönemi, bu dönem sayabiliriz. Daha önce bizim takdirle dinlediğimiz, bugünle kıyas edilemeyecek kadar iyi bulduğumuz müzikler, bizim eskiye duyduğumuz hayranlıktan kaynaklanmıyor. Udî Yorgo Bacanos, kemanî Sadi Işılay, Mesut Cemil Bey, Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla… O dönemde kim varsa hepsi için söylüyorum ki bugünle ölçülemeyecek kadar yüksek müzisyenlerdi. Neden? Çünkü onlar müziği müzik olsun diye yapıyorlardı.

Hulasa, televizyon unsuruyla beraber müziğimiz çok fena bir kırılma yaşamış, bugün itibariyle de çakılma seviyesine gelmiştir. Türk musikisine sahip çıkıyoruz, Türk musikisinin okullarını açtık, konservatuarları birden otuza çıkardık, artık Cemal Reşit Rey’de Türk musikisi konserleri verilebiliyor diyerek kendimizi Türk musikisine sahip çıkıyor gibi göstermekten de hiç vazgeçmiyoruz. Bunların hiçbirisi bizi sevindirecek meseleler değil.

Mesela Cemal Reşit Rey’e Türk musikisinin girmesi ne kadar sevinilecek bir hadise, değil mi? Hayır, hâlbuki öyle değil! Hakikat, Türk musikisi açısından hiç de böyle olmadı. Güya Türk musikisine büyük bir hizmet yapıldı ve İstanbul gibi büyük bir metropolde, tek ciddi musiki salonunda Türk musikisine yer verildi. Hâlbuki musikimiz son otuz seneden dolayı o kadar perişan hale gelmişti ki çok iyi hazırlanmış kuartetler, kentetler, oda orkestralarının yanında zavallı duruma düştü. Dünya çapında insanlar geliyordu Cemal Reşit Rey’e ve orada bilmem ne musiki derneği, bilmem ne musiki korosu gibi senede sadece bir iki konser yapan insanlar temsil ediyordu Türk musikisini. Bakın bu sevindirici haber, Türk musikisini nasıl bir hale koydu! Türk musikisini nasıl zavallı bir duruma düşürdü!

Söylemek istediğim şey şu: İyi müzik yapın. Sonra CRR’de yayınlansın, değil mi? Hayır! Maalesef iyi müzik yapma ortamı kalktı. Neden? Çünkü iyi müziğin yerini ucuz müzik, ticarî müzik, piyasa müziği; arabesk, hafif müzik, melez müzik, dolmuş müziği gibi bir sürü müzik aldı. Hepsi de ticarî müziklerdi. Hiçbir kurala bağlı olmayan, ne söylerseniz hemen alıcı bulan müziklerdi. Kabaca arabesk diyoruz buna. Vaktiyle karşı çıktığımız bu müziği halk o kadar benimsedi ki artık karşı çıkacak durumda bile değiliz. Çünkü halk benimseyince, akan sular duruyor. Hâlbuki bu tam bir popülizmdir. Popülizm, halk dalkavukluğu demektir. Tabiî halkın sevdiğini, istediğini vermeye çalışacağız. Ama onun beğenmesi için tercihler yapabilmesi için alternatif üretmemiz lazım. İyi müzik üretmemiz lazım ki halk o ucuz müzikleri alıp dinlemesin. Hatta bırakın ucuza vermeyi, ücretsiz verelim ama daha iyisini verelim.

TRT’nin maksadı buydu; repertuar kurullarının oluşması, televizyonda kurulların oluşması… Fakat bu işi hiçbir zaman başaramadı. Ticarî müzik piyasası ne yapıyorsa, biz de aynısını yapalım ki tutulalım, zihniyetine kapıldılar ve bu hep böyle oldu. Bir zamanlar televizyonlara asla çıkarmayacağımız isimleri, artık her gün biz davet eder olduk. Hatta özel televizyonlar kurulmaya başladığında TRT’nin hükmü tamamen ortadan kalktı.

TRT, on beş bin kişilik personeliyle iki yüz kişilik bir televizyon stüdyosunun yaptığını yapamaz haldedir. Ne kadar iyi bir şey yapmak isterse istesin başarılı olamıyor. Çünkü kötü mal, iyi malı her zaman kovar. Her kötü şey daha caziptir. Sağlıkta da böyle; en zararlı yiyecekler, en lezzetli şeylerdir. Hazır yiyecekler, özellikle içine katılmış iştah arttırıcılarla daha fazla tercih edilir ama insanlığın başına bir beladır. Kötü müzik de böyle… Önüyle sonuyla milletimizin başına bela olmuştur. Bütün popüler müzikler için bunu konuşabiliriz. Neden? Çünkü onlar müziği sadece müzik yapmak için değil, kendi isimlerini ve maddî ihtiyaçlarını karşılamak ya da şöhrete ulaşmışlarsa onu korumak için yaparlar ve bu kısır döngü bir türlü bitmez. Belki bugün Türk sanat müziği dinleyicisi inanılmaz derecede çoğalmıştır ama artık o Türk sanat müziği dediğimiz şey, ne Türk’tür ne sanattır ne de müziktir. Allah için bu böyledir.

Türkçe’nin güzel kullanılmadığı bir müzik?

Türkçe’nin güzel kullanılmadığı bir müzik, Türk olmaktan çıkar. Mesela “Mihrabım diyerek sana yüz vurdum.” Türkler bin yıl boyunca böyle bir şey söylemediler. Mihraba yüz vurulmaz, yüz sürülür. En basit bir misal verdim. Binlerce, on binlerce söyleyebilirim. Bir de Cinuçen Bey’in verdiği misallerden birini vereyim. Çok ünlü bir pop şarkıcısının çok ünlü bir şarkısı varmış. Billahi bugüne kadar dinlemiş değilim: “Kıl oldum abi.” Hâlbuki klasik âsarda buna benzer bir şarkı vardır: “Kul oldum bir cefâkâre.” Aradaki nefaseti, nezaketi, nezaheti ölçmeye gerek bile yok! Ölçülemez. Biri Türkçe’yse diğeri olsa olsa argodur. “Yakalarsam öperim.” gibi bir şey, mahallede genç delikanlıların birbirine ettiği küfürdür. İşte size söylediğim bela tam da budur. Bu bir kanser hücresidir. Bir bünyeye herhangi bir virüsü attığınız zaman orada çoğalacaktır. Bütün mesele ektiğiniz tohumda.

Türk musikisinin bir dönem yasaklandığı doğru mu?

Doğrudur. Dokuz ay kadar Türk musikisinin radyolarda yasaklandığı söylenmiştir. Buna dair M. Kemal Atatürk’ün en ufak bir emri olmamıştır. Adam Cihan Savaşı’yla uğraşıyor, haberi yok. Kurtuluş Savaşı’yla uğraşıyor. Yeni inkılâplar yapmaya çalışıyor. Siyasî polemik yapmayacağım ama size anlattığım karamsar tablo, M. Kemal Atatürk zamanında da mevcuttu. Nasıl mevcuttu? Çeşitli vesilelerle çok iyi sanatkârlarla beraber oluyordu. Misafir ettiği önemli bir devlet başkanıyla birlikte büyük bir heyete, önce Batı müziği sonra Türk musikisinden birer örnek verilmesini istemiş. Gelen yabancılar bu musikiyi de tanısınlar diye. Türk musikisi icra edileceği zaman, o zamanlar tanınmış bir fasıl heyeti çıkar; çalıp söylerler. Başta Atatürk beğenmez bu müziği. “Bu musiki, millî müziğimiz olmaktan oldukça uzaktır.” gibi bir sözü var. O söz buradan çıkmıştır, çünkü icra edilen müzik yüz ağartıcı olmaktan uzaktır. Nasıl haklıdır biliyor musunuz? Atatürk o sözü söyledikten sonra, o zamanlar radyo neşriyatı ne idiyse, Türk musikisini kaldırıvermişler. Yani Türk musikisini yasaklamışlar. Sonraları Batı müziği, tangolar vs. şeklinde devam etmiş.

Halk müziğinin çalınıp çalınmadığını bilmiyorum. Halk müziği diye bir müzik yoktu o zaman. Ama sonra Atatürk “Münir Bey’i özledik.” diyor. “Safiye Hanım’lar neredeler? Niye biz duymuyoruz onları radyoda?” “Efendim, biz onları yasakladık.” filan denir denmez, “O nereden çıktı?” diyor. Hemen haber salıyorlar Tanburacı Osman Pehlivan’a; plaklar yapmış, Rumelili. Müthiş bir adam. Onunla birlikte başlıyor ve o günden sonra Türk musikisi de devam ediyor. Yani art niyet yok. İyi niyet var sadece. İyi niyet nedir? Kötü bir icrayla Türk musikisini kimseye dinletmemeliyiz. Türk halkına da dinletmemeliyiz.

Bu hususa tarihin derinliklerinden bugüne işaret edilmiştir. Prens Dimitri Kantemir, kendi devrinde, hem de Enderun’da bu güzel müziğin çok kötü icra edildiğini kaydediyor. Her müzisyenin ustalarından duyduğu bir söz vardır, artık bu klişeleşmiştir: “Bu müzik bitti.” Önemli bir müzik adamı Mesut Cemil Bey, kendisine sorulan bir soruya “Artık musiki bestelemiyorum.” diyecektir. İşte Atatürk’ün hassasiyet gösterdiği şey tam da buydu.

Allah için benim elimde aynı yetki olsa Türk sanat musikisi denen müziği bugün yasaklarım. Neden? Çünkü arşivde daha iyi müzikler var. TRT’nin arşivi dünya çapında bir arşivdir. Her gün o arşivdeki eserler dinletilse elli sene idare eder. Elli sene idare edecek kadar zengin bir arşivi var TRT’nin.

Sanatçı için şöhret nedir?

 “Şöhret felakettir.” der Hz. Peygamber. Bu çok değerli bir söz. Eski Hint felsefesi de şöhreti bir akarsuya benzetir. Akarsu, yalnızca boş şeyler taşır üzerinde; içi dolu hiçbir şey suyun üzerinde durmaz. Bu düşünce bütün şöhretler için geçerlidir. Şöhret hak edilmiş bile olsa, onu sürdürmek için yapılan hatalar göz ardı edilemez. Mesela Zeki Müren o şöhreti sürdürebilmek için etek bile giymiştir. Başka ne söyleyeyim? Ticarî piyasa okuma yazma bilmeyen başka birini şöhret sahibi yapmış, o da yirmi sene Türkiye’nin gündeminden düşmemiştir. Ama sanatıyla değil, hep gayr-ı meşru işleriyle. Bu tür insanlar şöhretlerini kaybetmemek için her türlü ahlâk dışı, gayr-i tabiî, insaf dışı, insanlık dışı işlere bulaşıyorlar. Şöhret onların üzerinde yapışıp kaldığı için de gençlere kötü örnek oluyorlar. Okuyucularımız son otuz, kırk seneyi bile düşünseler, onlarca örnek bulabilirler. Ki ben bu şöhretli insanları tanımıyorum. Birkaç tanesiyle tanıştım, çeşitli vesilelerle görüştüm, sohbet ettim, çoklarının ismini bile bilmiyorum. Çok ünlüymüş, diyorlar. Ne iş yapıyormuş, diyorum. Nasıl bilmezsin, diyorlar. Bilmiyorum canım! Ben işimle meşgul bir adamım. Radyo, televizyon dinlemiyorum. Arşivimle meşgul olmak bana yetiyor. Benim işim de bu, aşkım da…

Eski zamanlarda teravih namazına geciken biri, okunan makamdan kaçıncı rekâta yetiştiğini anlarmış. Bu da bize o günün insanının sahip olduğu musiki seviyesini gösteriyor. Halkın bu kadar yüksek bir dereceden böyle bir derekeye düşüşü neyin kaybı?

Evet, bunlar hep anlatılan hatıralardır. Fakat bu sıradan bir vatandaşın yapabileceği bir şey değil. Ama biraz musikiye aşina olan birisi makamların ismini bilmese bile kaçıncı rekâtta olduğunu anlayacak kadar yapabilir. Musikiden nasip almamışsa zor tabiî dediğiniz. Doğrudur, Enderun’da bir kaide oluşmuştur. Enderun’u takliden bu gelenek büyük selâtin camilerde canlandırılmaya çalışılıyor. Bu geleneği sonradan tekrar uydurdular. Yani elden ele gelmedi. Biz de olanla idare ediyoruz. Zaten Türk musikisi geleneği semaîdir. Bugün, Abdülkadir Meragi’nindir, dediğimiz eserlerin ona ait olmadığı söylense ve nesilden nesile aktarılırken bozulmuş olsa da aslında Meragi’nindir. Zira bu eserleri kendisine atfedebileceğimiz başka bestekâr yoktur. Bu anlattığınız şey güzel bir hatıra. Ama aynen vaki değil.

Tabiî müzik Enderun’da teşvik görüyordu. Sadece musikişinaslar değil bütün değerli bilim adamları, değerli sanat adamları, değerli zanaatkârlar, aklıma gelen gelmeyen bir sürü insan oralarda neşet ediyordu. Hatta Enderun’da dersler veriyorlardı. Fakat bunlar sürekli orada değillerdi ki! Dışarıya çıkıyor, bir medresede hoca oluyor. Esas Türk musikisi aşkı ve zevki, mehterle ve çeşitli loncalarla halkın içinde yaşadı. Enderun’da yaşayana halkın müziği diyemeyiz. O yüksek müzik. Orada büyük sanatkârlar teşvik gördüler sadece.

Hacettepe Üniversitesi’nde, Ankara Üniversitesi’nde “Türk Müziği Tarihi ve Teorisi” dersleri verdiniz. Yurt dışındaki bazı üniversitelerden veya sanat kurumlarından ders teklifleri aldınız. Bu tekliflerden hangilerini değerlendirdiniz?

Ben Ankara’da tahsil yaparken ve Ankara Radyosu’ndayken, henüz konservatuarlar da bu kadar yaygın değilken YÖK fakültelere spor, sanat gibi dersler koydu. İşte bu sıralarda ben Ankara Üniversitesi’nde, Eczacılık Fakültesi bünyesinde ve Hacettepe Üniversitesi’nde, branşı müzik olmayan öğrencilere ders verdim. Hatta bu dersler sınavlı, sınıf geçmeli derslerdi. Tali de olsa bu dersleri alırlardı. Türk musikisi devlet konservatuarlarının hiçbirisinde ne kadrolu ne de kadrosuz ders verdim. Sadece Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde yakın öğrencilerimden biri vasıtasıyla üst üste seminerler verdim.

Yurt dışındaki üniversitelerden yalnızca Amerika’da, pek çok eyalette ve üniversitede; iki defa olmak üzere de İsrail’de bu dersleri verdim. İsrail’deki üniversite değildi, bir kültür kurumuydu. İsrail sonradan oluşturulmuş bir devlet. Her şeyleri varsa da kültür ve sanatları oluşmuş değil. Çünkü Museviler, dünyanın birçok coğrafyasından derlenip toparlanıp orada bir millet oluşturmaya çalışıyor. Bunlarda düşünce, bilgi, eğitim, akıl, para, güç, her şey var ama ortak bir kültürleri yok. İspanya Yahudisi ile Polonya Yahudisinin bir yerde buluşabilmesi için ortak kültürlerinin olması lazım. Sadece din ve iman kurtarmıyor onları. İnsan olarak hepimiz için geçerli bu. Sadece din bağımızın olması, bizi birbirimize bağlamaz. Ondan çok daha önemli, esas büyük çatı olan kültür ve sanat bunlarda oluşmamış. Yani ortak bir sanatları yok, ortak bir kültürleri yok. Malum bir Aşkenaz Yahudisiyle bir Rus Yahudisinin, bir İran Yahudisiyle bir Özbek Yahudisinin anlaşmaları mümkün değil. Yani kederde, sevinçte, kıvançta birleştiğiniz gibi zevkte de birleşeceksiniz. Bunları oluşturan şey de dil. Bir defa dillerinde homojen değiller. Dolayısıyla bizi bu bağlamda davet etmişlerdi. Çünkü orada Türk Yahudileri de vardı.

Orada kimler vardı? Musevi besteciler, düşünce adamları ya da sanat düşüncesi üreten kimseler… İsrail’de Türk musikisinin örneklerini verdik. Türkiye’den oralara götürülmüş, farz-ı muhal Kâtibim türküsü onlarda İbranice okunan, hatta bir çeşit ilahi gibi sinagoglarda okunan bir eserdir. Bu acayip bir şey değil mi? Çok ilginç! Sadece onlar değil, mesela Rum Ortodoksları da bunu bir şekilde çalıp söylüyorlar. Hatta esasının onlara ait olduğunu iddia ediyorlar. Normal böyle iddialar. Amerika meselesi benim konserlerimden sonra gelişti. Cinuçen Tanrıkorur’la Maryland, New England Konservatuarı ve New York Üniversitesi’nde dersler verdik. Selma Sağbaş’la New England Konservatuarı, Harvard Üniversitesi Müzik Bölümü, The Eda Kuhn Locb Library, Learning From Performer’s Program, The Office For The Arts At Harvards And Radckliffe Üniversitesi, The Cent For Middle Eastern Studies, New York Üniversitesi, College of William And Mary Williamsburg, Jerusalem And The Mediterrenaen Musical Dialogue gibi birçok sanat merkezinde dersler verdik.

Derslerin evsafı neydi, örnek verecek olsanız?

Virginia Danialson isimli bir yönetici beni ve eşimi Harvard Üniversitesi’ne davet etti. Buradaki derslerin evsafı, yaşayan ustalardan doğrudan müzik öğrenmekti. Yani sadece Türk musikisine alakaları var değildi, her ülkeden usta bir müzisyen getiriyorlardı. Türk musikisi, İran musikisi, Hint musikisinin yaşayan ustalarını davet ederler, orada 10-20 günlük bir ders süresi ayırırlar ve bunlar sadece müzik öğretir. Çeşitli dalları, bölümleri var. Ben tarih bölümünde, hatta teoloji kürsüsünde bile ders verdiğimi hatırlıyorum.

Yani bizatihi Türk musikisi değil bütün dünya müziklerinin orijinallerini, asıllarını orada incelerler. Etnomüzikolog olmak için şarttır bu. Bir gamelan müziği, Malezya müziği öğrenmek zorundasınız. Osmanlı musikisini öğrenmek zorundasınız. Walter Feldman gibi biraz Türkçe’si iyi olanlar, o konuda yükselerek profesör oluyorlar. Sadece bizlerden öğrendikleri musikiyle. Cüz’î miktarda müzik biliyor ama müzik tarihini okuyor. Mukayeseli okuyor. Diğer milletlerin müziğiyle, tarihiyle birlikte okuyor. Etnomüzikoloji böyle çalışıyor.

Kanununuzla neredeyse otuza yakın ülke dolaştınız ve oralarda bizim musikimizi icra ettiniz. Türk müziği nasıl karşılanıyor, nasıl ağırlanıyor dışarıda?

İnanın şu sözü defalarca duyduk: “Bu olsa olsa cennetin musikisidir.” Başka bir şekilde tarif edemiyorlar. Çünkü makam musikisine çok yabancılar. Bu onları çok celbediyor. Çok ilginç bir müzik ve tabiî böyle hissetmelerinin sebebi bizatihi biz değiliz. Musikinin iyi icra ediliyor olması ayrı mesele, ama musikinin asliyetinden, orijinalliğinden haberdarlar. Siz oraya gidince bir Saadettin Kaynak şarkısı dinletemezsiniz hiçbir yabancıya, hiçbir Avrupalıya. Ama III. Selim dinletirsiniz. Bu acayip! Türkiye’de bunu çalsak umurlarında olmaz. Türkler anlamaz musikiden. Neden? Anlamaz hale getirilmişler çünkü. Bu kadar açık konuşuyorum: Türkler musikiden anlamaz! Daha doğrusu anlamaz hale gelmiş!

Tam da Yahya Kemal’in “Eski musikimizden anlamayan bir şey anlamaz bizden.” dediği gibi… Sizce Garp bizim musikimizden ne anlıyor, bizi ne kadar anlıyor? Ya da biz kendi musikimizden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız?

Yahya Kemal onu o zaman da hissetmiş. Bundan bir şey anlamıyorsan bizden bir şey anlamazsın, diyor. Çünkü orada bir tarih var, dil örgüsü, dil sentaksı, müzik örgüsü, müziğin akışkanlığı, müziğin asaleti, makamların sihri, usullerin inanılmaz çarpıcı özelliği bizim müziğimizi müzik kılıyor. Bütün şark âlemindeki makam müziklerinin en üst seviyesinde Türk musikisi vardır. İran, Pakistan, Hindistan, bütün Arap ve Yunan’a kadar düşünelim; bunların atalarının müziğidir Türk musikisi. Hatta tanrılarının müziğidir. Tanrı’yı genel manada kullanıyorum. Mesela Yunanistan’da ben bayağı ünlü birisiyim. Türkiye’de beni sizden başka üç beş kişi ya tanır ya tanımaz. Müzisyen camiası hariç… Araplar kendileri söylediler: Türkler, musikide hocalarımızdır. İranlıların yüz elli seneden önce bir klasik müzikleri yoktu. Hâlâ yok. Onlar geleneksel folklor müziği kullanır. Daha başka ne söyleyeyim bunun üzerine?

Genel bir istatistik yapılacak bile olsa dünyada en yaygın ses sistemi, pek tabiî olarak Hristiyan medeniyetinin müziği olan Batı müziği ve versiyonlarıdır. Klasiğinden tutun, barokundan tutun, romantik, çağdaş, günümüz müzikleri; pop müzikler, hafif müzikler… Her an bir şey arttırıyorlar; rock diyorlar, caz diyorlar, hip hop diyorlar… Artık müziğin de dışına çıktılar. Ama ondan sonraki en yaygın ses sistemi, Türk musikisi ses sistemidir. Azerbaycan başta olmak üzere Türk cumhuriyetlerinin tamamında, Arap coğrafyası, Kuzey Afrika, Romanya, Bulgaristan dâhil, eski Yugoslavya, Yunanistan bütün şark âlemi Türk musikisinden etkilenmiştir. Türk musikisi ses sistemi ve makamları bu coğrafyaya hâkimdir. Şark müziği kitabını da, teorisini de, nazariyatını da bizden gördü. Dolayısıyla Çin sınırına kadar Uygurların yaptığı müzikle bile Türkiye’deki müzikler arasında çok ciddi bir akrabalık bağı var. Çalgılar aynıdır. Şarkı söyleme biçimleri aynıdır. Asya’daki bütün Türk cumhuriyetlerinin müzikleri aşağı yukarı birbirlerinden uzak yaşayan akrabalardır. Biri amca, biri dayı, biri hala gibi birbirileriyle akraba müziklerdir. Çalgılarının renkleri bizim çok hoşumuza gider. Bakın bu kadar seneden sonra bir Dombıra, Türkiye’de tekrar meşhur olabiliyor. İnanılmaz güzel bir çalgı. Dutar öyle… Setar öyle… Kanun, Çin Uygur’unda kullanıldı. Oralarda kullanılan aletler buralara gelmemiş ama burada ud şeklinde, lavta şeklinde tezahür etmiş ve biz asırlardır onları kullanıyoruz. Türkçe gibi Türk musikisi alfabesi de Türklerin şahikalara çıkardığı, zirvelere çıkardığı bir musiki geçmişini ve tarihini bize miras bıraktı.

Tanpınar “Ben Garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi bulamadım.” diyor. Kendini bulmanın yollarından biri de eski musikimizi tanımak değil mi?

Doğru. Çok doğru. Yahya Kemal ve öğrencisi Tanpınar, ne kadar büyük firaset sahipleri ki bütün değerli musikişinaslardan daha iyi kavramışlar musikimizin değerini. Her ikisi de musikiyi ve musikişinasları anlatırken o kadar hassas davranıyorlar ki şunu kavramışlar; Türk dilinden sonra Türk kültürünü yaşatacak en etkin saha, kültürümüz ve sanatımızdır.

Sanattan kastım da müzik. Müzik yaşayan bir şey. Yaşayan bir varlık; doğuyor, ölüyor, tekrar doğurarak ölüyor… Yani süreklilik arz ediyor. Mimarî taşa yansımış şeklidir sanatın, orada durup duruyor. Sadece on dakika bakarak, içinde gezerek o sihirli, efsunlu havaya girebilirsiniz, atmosferinden istifade edebilirsiniz ama çıktıktan sonra onu göremezsiniz artık. Sadece bir efsane olarak zihninizde kalır sizin. Ama müzik öyle değil. Sokakta, komşunun evinde, bağda bahçede, düğünde, ölümde, pehlivan güreşlerinde, seyrettiğiniz filmlerde, hiçbir yerde müziksiz yapamazsınız. Müzik en etkilisi, onlar bunu çok iyi kavramışlar.

Peki dil nerede? Dil, bunların hepsinin üzerinde olmakla birlikte milleti millet yapan özelliklerin sırasında, musikiden sonra geliyor bana göre. Kimlik kazanmada hepsinden önde dinden sonra. Çünkü Türkiye’deki herhangi bir Müslümanın ya da dünyadaki Müslümanların derdini hissetmek için bir şeyler okumamız lazım. Birileri bize o Türkçe’yle hitap etmeli. Bizim içimizdeki ateşi o Türkçe yakacak çünkü. Eğer o ateş doğru dürüst yakılamazsa ezilen, fakr u zaruret çeken bir Müslümanın derdini anlayamayız. Mesela tarih öğrenmemiz gerekiyor. Tarihi neyle öğreneceğiz? Doğru bir dille, etkili bir dille… Bu musikiyi neyle seveceğiz? Yine etkili bir dille. Yani dil iyiyse müziğe yardımcı olur. Dil kurgusu yanlışsa ve dil bozuksa, müziği de bozuktur. Doğru müzik çıkmaz oradan. Dolayısıyla din her şeyin üzerindeyse de milletleri millet yapan dilleri ve kültürleridir.

Amerika’da konserler de verdiniz. Bu konserler Crossroads firması tarafından basıldı ve bu cd 2002 yılında Best of Worl Music ödülünü aldı. Osmanlı’nın kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle Kültür A.Ş. bu çalışmayı prestij eser olarak bastı. Konserlerin içeriğinden, ödülle taçlandırılmasından ve buradaki yankısından bahsetsek…

Ben o konserleri burada daha önce de veriyordum. Eski TRT genel müdürü Şenol Demiröz, Kültür A.Ş.’nin başındaydı. Recep Tayyip Erdoğan, Şenol Demiröz bize Cemal Reşit Rey’in kapılarını açan, Kültür A.Ş. ile hizmetler vermemizi sağlayan iki insandır. Sonra Cengiz Özdemir geldi. Burada, biraz önce anlattığım saiklerle iyi Türk müziği örnekleri verebilmek için Lalezar Türk Müziği Topluluğu adıyla on kişilik bir heyet oluşturdum. İyi okuyan üç kişi seçtim; iki hanım, bir erkek olmak üzere. Çünkü iki hanım, iki erkek bir topluluk oluşturmaz, hanımlar daha çok ses çıkarırlar. Denge iyi olsun diye, güçlü iki erkeğin arasına Selma gibi ses koydum.

Ayrıca Türkiye’nin en değerli sanatkârlarıyla, Türk musikisinin az bilinen ama en değerli eserlerini; klasik Osmanlı fasıllarını, Osmanlı’nın çeşitli dönemlerdeki sanatkâr padişahlarının bizzat bestelediği eserleri icra ediyorduk. Osmanlı’da tebaamız olarak yaşayan Ermeni, Rum ve Musevîlerden büyük bestekârların bestelerinden konserler veriyorduk. Türklere hocalık etmiş çok değerli isimler bunlar: Zaharya, İlya, Andon, kemanî Tatyos, tanburî İzak, kemanî George gibi… Tabiî Türk musikisi çerçevesinde, adını da “Rum, Ermeni, Musevi Bestecilerimiz” koymuştum. Bu şekilde Cemal Reşit Rey’de çeşitli konserler verirken Amerika’dan özel bir davet aldık.

Bu konserleri vermek üzere zaten dört beş repertuarım hazırdı. Anadolu’da Türk folklorundan esinlenmiş büyük bestekârların bestelediği eserler; ne şarkı ne de türkü bunlar. Okumuş yazmış şarkı bestekârlarının halk müziğinden esinlendiği eserler. Semaî kahvelerinde de bunları takip ederlerdi. Itrî, Dede Efendi, Dellalzade, Tanburî Cemil Bey ve daha nice büyük bestekâr, halk müziğinin sihrinden kaçamamıştır. Mesela Itrî’nin binden fazla türküsü olduğu söylenir. Elimizde yok bunlar.

Tabiî bu arada şunu da zikretmeliyim: O konserleri verdikten sonra Sivaslı bir Ermeni ailenin çocuğu ve bir Batı kemancısı olan Harold Hagopian’la tanıştım. Bu kıymetli insan, tanburî plak kazandırdı. Türk musikisinin en büyük bestecisinin Türkiye’de henüz cd’si yokken, Türk musikisi hayranı bir Ermeni, iyi bir müzisyen, kökleri Anadolu olduğu için Türkiye’ye böyle bir hizmette bulunmuştur. Bu, dünyayı algılama biçimiyle alakalı. Onları sadece teşekkürle değil, şükranla anmak lazım. Şayet tanburî Cemil Bey’i kaydetmemiş olsaydı, bugün Türk kültürü çok şey kaybetmiş olacaktı.

Taş plak denen şey icat olduğunda, Tanburacı Osman Pehlivan ve tanburî Cemil başta olmak üzere dönemin en iyi sanatkârlarını gelip soruyorlar: Türkiye’de en iyi sanatkâr kimdir? Kimin, ne özelliği vardır? Çok iyi çalıp söyleyenler var; Rum, Ermeni… Ama Türkçe bir şarkıyı Rum’dan, Ermeni’den dinlemek istemiyorlar. Orijinalite sahibi insanlar. Türkçe’nin iyi kullanılmasını istiyorlar. Türk sanatkârı istiyorlar. Bu düşünce sistemine saygı duymak gerekir. “Siz çok büyük bir milletsiniz, çok büyük bir musikiniz var. İşte bu da büyük bir sanatkârınız.” diyerek bize hediye edip gittiler. Olmasaydı, böyle bir şey olmayacaktı. Radyo dönemi değil, plak kaydı dönemi değil…

Harold Hagopian’ı Tanburî Cemil Bey’e hizmetinden, Türklere hizmetinden dolayı çok sevdim. Değerli bir müzisyen ve bir arkadaş. Amerika’da, her öğleden sonra stüdyoya girerek bu dört plağı yaptım. Sonra Harold Hagopian, bunları American Federation İndependent Music adlı kuruluşa gönderiyorum Reha’cım, dedi. Peki, dedim. Çünkü Amerika’da yapılan bütün world müzikler oraya gider. Değerlendirme yapıldıktan sonra 2004 yılında bu cd’ler Best of Worl Music ödülünü aldı. Dünya müzikleri sahasında en iyi plaklar ödülü… İyi tamam, bu sevindirici ve iyi bir şey. Burada bize düşen bir pay yok. Bütün sanatkârlar çok iyiydi. Ben sadece yönetmeniydim. Repertuarları ben yaptım falan. Esas burada değerli bulunan, Türk musikisinin kendisidir. Bunu söylemiş olayım.

Türkiye’ye geldikten sonra bunu duyanlar oldu. Çok kimse röportaj yapmak istedi, ben röportaj vermek istemedim. Şunu yaptım, bunu yaptım demeyi âdet edinmiş birisi değilim. Alınan ödülün de bir değeri yok. Çünkü ben, yaptığım müzikle Türk milletinden değer bulmak isterim. Asıl Türk musikisinin değer kazanması önemli, benim değer kazanmam değil. Sanatkârlığımın bilinmesi, bilinmemesi de beni ilgilendirmiyor. Çünkü ben hâlâ kendimi bir amatör olarak görüyorum, başladığım gün gibi… Hiçbir zaman profesyonel düşünceyle müzik yapmadım ama hep profesyonelce düşündüm.

RÖPORTAJIMIZIN DEVAMINI OKUMAK İÇİN BİZİ TAKİPTE KALIN.

*BU RÖPORTAJ KARABATAK DERGİSİ, 42. SAYI’DAN ALINMIŞTIR.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek