Bir resmin hikayesi: Coşkun YILMAZ
Osmanlıların İstanbul-Haremeyn ilişkisini ortaya koyan resim sayısı sınırlıdır. Tespit edilen ilk resim 3. Selim’in (1789-1808) portresinin cilt kapağının içinde yer alır. Üstten aşağıya Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüs-ü Şerif ve İstanbul sıralanarak, bu dört şehir arasındaki bağ görsel olarak vurgulanmıştır.
Bu resimde Osmanlıların Haremeyn’e bakışının görsel tasvirlerinden birisidir. Aynı zamanda kâinat tasavvurlarını yansıtmaktadır. Resmin öyküsü ise son dönem Osmanlı tarihinin, bir yönüyle de Türkiye’nin tarihe bakışının bir yansıması…
Tablo, Sultan II. Abdülhamid devrinin bir hatırası… 1905 tarihini taşıyor. Sol üstte Mescid-i Nebevî/ Medine-i Münevvere. Medine’nin sağından başlayıp üst tarafını kaplayan kûfî hat, Şûrâ Suresinin 19. ayetinden bir bölüm: “Allâhu latîfun bi-ıbâdihi /Allah, kullarına çok lütufkârdır.”
Kâinatın merkezinde ise Kabe-i Muazzama/Mekke-i Mükerreme yer alıyor. Mekke tasviri demiryolu üzerindeki tren ve köprülerle tamamlanıyor. Resme imza atılan tarihte Hicaz Demiryolu daha tamamlanmamış. Gerçi hâlâ tamamlanmadı. 1900’de başlayan demiryolu 1908’de Medine-i Münevvere’ye ulaşmış. Ama resme göre tren Mekke’ye varmış, buradan da yoluna devam niyetinde… Raylar, İstanbul ile Mekke’yi buluşturuyor.
Arka planda ise kubbeler ve boğaz şehri, Hilafet merkezi İstanbul. Yıldızlı semalar, boğaza akseden mehtap… Resim iki yapı ile tamamlanıyor. Tablonun sağında yükselen sütunlar… Yıldız Sarayı olmalı… Merdivenlerin bitiminde hemen soldaki sütunun dibinde rahle ve üzerinde Kur’an-ı Kerim… Sarayın önünde hüviyeti tespit edilebilen bir cami: Yıldız/Hamidiye… Halife/Sultan’ın Cuma namazlarını eda ettiği mabed ve ülkeyi yönettiği merkez yanyana… Coğrafi yerleşimde olduğu gibi…
Tabloda üç şehrin kaderi birbirine, Halife Sultan’ın istikbali de bu şehirlere bağlanıyor. Tabiî olarak bu şehirlerin İslam dünyası açısından önemi ve birlikteliği de vurgulanıyor. Resmin tanıklık ettiği tarih yaprağındaki siyasi gelişmeler de böyle bir vurgunun psikolojik arka planını zaruri kılar mahiyette…
Resim Halife’nin, Sultan II. Abdülhamid’in ve hakikate dönüştürmek için büyük gayret sarf ettiği bir idealine, uluslararası gündemi meşgul eden bir projesinin hatırasına, hedefine, Hicaz’a bakışına ve hizmet anlayışına da ışık tutuyor. Ayrıca İstanbul’dan başlayıp, Mekke-i Mükerreme’ye ulaşacak yani Haremeyn ile İstanbul’u/ Makarr-ı Hilafet’i, Dârüʼl-hilafe’yi birbirine bağlayacak Hicaz Demiryolu’na dikkat çekiyor. İstanbul’un Haremeyn’e bakışına, son Osmanlıların kâinat tasavvuruna rehberlik ediyor. Resmin sol alt köşesinde tablonun ressamı, tarihi ve dua cümlesi yer alıyor: “27 Ramazanü’l-mübârek 1323 (17 Kasım 1905) Meşîhât-ı ulyâ kalemi hulefâsından Mimarzâde Mehmed Ali.
1321 sene-i Rûmiyenin dördüncü ve 1323. (Hicrî) senesi şehr-i Ribîülevvelinin 13. Çarşamba günü (18 Mayıs 1905) bed olunmuştur (başlanmıştır). … et-Tevfîk…” Baş kısmı okunmuyor ama “Allah yardımcım olsun” anlamında bir niyaz ifadesinin yer aldığı tahmin ediliyor.
Bunlar bir anlamda tablodan okuduklarımız, anladıklarımız veya anlamak istediklerimiz… Ancak bir de tablonun hikayesi var. Ve dahi tablonun hikayesini oluşturanların hikayesi. Asıl öykülerden birisi de bu tahkiyede gizli… Biraz Osmanlının son demlerini biraz da Türkiye’yi çağrıştıran bir hikaye. Ressam, Mimarzâde Mehmed Ali Efendi. İcazet almış ilmiye mensubu, mimar, hattat, müzehhip ve mekteplerde hocalık yapmış bir eğitimci. Meşîhat katipliği, Medresetü’l Hattâtîn ve Evkāf-ı İslâmiye Müzesi müdürlerindendir.
Mimarzâde Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin de damadıdır. “Kâimpeder”ine hediyesi bu resim yaklaşık 17 sene Şeyhülislam’ın konağının duvarlarında zamanın akışına karşı temsil ettiği tasavvuru ve maksuduna ulaşamayan hedefleri hatırlatmaya devam etmiş… Ta ki, hamisinin ve musavverinin değil konaklarından, şehirlerinden ve vatanlarından ayrılmak mecburiyetinde kalışlarına kadar…
Dramatik hikayemiz de işte tam burada başlar…
Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’a “göç”ü tablonun da “yuvadan “koparılış”ı olur.
Resmin konaktan Fatih Camii’ne uzanan hazin ve hamiyetperverane yolculuğu Emin Saraç hoca’nın hatıralarında gizlidir: “Sabri Efendi hicret etmek mecbûriyetinde kalınca, bu konağı da yağmalamışlar, târ-u mâr etmişlerdir. O yağmada bu resmi kapan şahıs da, o ithâf ibâresini karalayarak, seneler sonra bunu Malta’da (Fatih) satışa çıkarmış. Resme bir Hanımefendi müşteri çıkmış ve o zamanın parasıyla tam bir altına satın alıvermiş. Tabloyu gören bir beyefendi o hanımın yanına yaklaşmış ve ‘Hanımefendi siz bu resmi aldınız götürüyorsunuz ama bu resim Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin evinden çalınmış, talan edilmiş eşyalardandır. Gelin bunu evinize götürmeyin; Fatih Camii’nin bir köşesine asın da o da sizin hayrınız oluversin.’ demiş. Hanım da insaflı bir kimseymiş, ‘Ya öyle mi!’ demiş. Hemen bir hamal bulunmuş ve işte getirilip bu yerine asılmış, o tarihten beri buradadır. Bu resim çok mânâlıdır. Bir tarafta, Sultan makamının temsili var; öbür tarafta Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara ve oraya giden tren yolu (Hicaz demiryolu) resmedilmiş. Bu bir tarih tablosudur. Bizim sultanların gözleri, o iki makam-ı âlîye bakar. Oraya gidecek yolları tanzîm ederler.”
Resim burada, yıllarca Fatih Camii’nin müezzin mahfilinde, çoğu defa fark edilmeden, fark edilse de hikayesinden bîhaber ziyaretçilerini hafızasına nakşederek keşfedileceği “günü saydı”. Beklerken zaman aynasında rengi porsudu, kağıdı yıprandı… Bazı korumalara mazhar olmadı değil. Ancak uzmanlık gerektiren bu müdahaleler aslına sadakatten uzaktı. 2012’ye, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün camideki restorasyon çalışmalarını incelemeye gelmesine kadar yalnızlığını korudu… Bu ziyaret, hükmünü icra etti ve resmin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Cumhurbaşkanlığı ile Hollanda Rijks Müzesi’nin imzaladığı protokol kapsamında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde tablo restore edildi. Konağını bulamasa da Fatih Camii’ndeki mahfiline törenle geri döndü. O şimdi, taşıdığı mânâ kadar yolculuğunda gizlediği dram ve ihya anlaşılsın diye zamana ayna tutmaya devam ediyor.
Ressamın akıbetin mi merak ettiniz? Ve dahi hanesinde konakladığı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yi… Söyleyelim… Mustafa Sabri Efendi 1922’deki ayrılışından sonra İstanbul’u bir daha göremedi. Son yolculuğuna 1954’de Mısır’da çıktı… Kahire’de medfun…
Ya Mimarzâde?… O da kaimpederiyle birlikte 1922’de Mısır’a göçüyor… Kahire’de Matbaatü’l-Mısır şirketinde hattatlık ve ressamlığın yanı sıra Tahsînü’l-Hutût Medresesi’nde hat ve tezhîb hocalığı yapıyor. 16 Ocak 1938’de tramvay çarpması sonucunda Kahire’de dünyaya veda ediyor. Orada medfun…
Bu resmin çizgilerinde gizli olan tarihten bu sayfaya yansıyanları bir soru ile bitirelim: Mekke-Medine-İstanbul… Bu üç şehrin ortak kaderiyle ilgili sizin bir tablo tasavvurunuz var mı, nasıl?
Üç Şehir Tablosu: Ali AYÇİL
Mimarzâde Mehmed Ali’nin tablosuna bakan zamane bir göz, resmin, grafiker maharetiyle yan yana getirilmiş üç parçadan oluştuğu izlenimine kapılır. Kesip yapıştırmak modern teknolojinin nimetlerinden biridir ve hayal gücü, bu yolla ilgili ilgisiz pek çok parçalanmış formu bir çerçevenin içinde bütünleyebilir. Ancak böyle bakıldığında bile tabloyu bütünleştirenin niyetini anlamakta hiç zorluk çekmeyiz. Bir araya getirilen şehirler, tarih tarafından akraba yapılmış ve kaderleri birbirinden ayrılamaz hale gelmiş Mekke, Medine ve İstanbul’dur. Mimarzâde Mehmed Ali’nin tablosu, resmin hikayesini bilmiyorsa eğer, ona bakan gözü kaba bir okumanın kurbanı yapmaya da pek müsaittir. Parçaları bir araya getiren el, İstanbul tekkelerinde konaklayıp, sonra da Hicaz’a doğru yola çıkacak bir hacı adayının hayallerine su serpmek ya da bir hacının uğraklarını aynı çerçevenin içine yerleştirmek istemiş gibidir. Hem mü’minlerin güzide şehirlerini yan yana hayal etmekten daha tabii ne olabilir ki!..
Oysa resmin hikayesini bilmese bile, Mimarzâde Mehmed Ali’nin tablosuna bakan dikkatli bir göz, ressamın, dünyanın göğsünü açtığını, onun kalbinin olduğu yerde aydınlık bir şehri gösterdiğini ve bu şehre bir trenin girmekte olduğunu görür. Bu tren, her biri ortaçağa aitmiş izlenimi veren ‘üç şehir tablosu’ndaki tek ayrıksı imgedir. İnsan bir an, tarihi bir filmin kahramanın kolunda unutulmuş saatle ya da film setinin kıyısından geçen bir arabayla karşılaşmış intibaına kapılır. Trenin sonradan resme dahil edilmediği bellidir; o daha baştan tablonun bir parçası olarak düşünülmüş ve dünyanın kalbi Mekke’ye doğru bir yolculuğa çıkması arzulanmıştır. Sanayi çağından eski kutsal kentlere yolculuk yapmak isteyen, geleceği geçmişe taşıma meraklısı bir hayalperestle mi karşı karşıyayız? Dahası, bu tren nerelerden gelmiş, hangi istasyonlarda konaklamıştır? Yolcuları kimlerdir? Sorularımız, trenin girmekte olduğu tünelin içinde kaybolur. Sonra bir kez daha yukarıya bakar, onun, Mekke’de varacağı son istasyonun yerini tespit etmeye çalışırız. Bu boşuna bir çabadır; ressam, bütün bunları unutmamızı ister gibi, o an Kabe’yi ışıklı atmosferiyle birlikte gönlümüze doldurur…
Mimarzâde Mehmed Ali’nin tablosunda yan yana düşlediği üç şehirden ikisi, Mekke ve Medine aydınlık resmedilmiş, İstanbul ise yıldızlı bir göğün altına uzatılmıştır. Sanki güneş yön değiştirmiş, batıdan doğuya doğru gitmiş gibidir. Ancak İstanbul’un batı ucunda batmakta olan güneş, semada her işin yolunda gittiğini gösterir. Yolunda gitmeyen nedir peki? Neden doğunun iki kutsal kenti ışıklar içerisindeyken, onların batıdaki kalebendi bir akşam denizinin ufkuna yaslanmıştır? Ressam, üç aydınlık öğeyi yan yana kullanmanın risklerinden kaçınmak istemiş de, mübarek beldelerin göğünü koyulaştıramayacağı için kendi şehrini mi gözden çıkarmıştır? Yoksa Hicaz’a gün aydınlığı, Payitaht’a gurûb vakti mi yakışmaktadır? Belki de Mimarzâde Mehmed Ali’nin bütün bu soruların ötesinde, ima ettiği bir başka hakikat vardır, kim bilebilir? Sorulardan başımızı kaldırıp ‘üç şehir’e bir kez daha bakarız; üçü de insansız ve yapayalnızdırlar; tren hâlâ tünelin önünde durmaktadır, tarih bir yerde durdurulmuştur. Birisi, Medine’nin arkasındaki karlıymış izlenimi veren dağlardan şehre doğru yürüsün diye bekleriz. Aklımız, hicret güzergahına takılır…
Üç Şehir, Bir Yorum: Dursun Ali TÖKEL
Bazen kalemin dili konuşur, kelimelere bürünür; bazen müziğin dili konuşur notalara bürünür; bazen renklerin, biçimlerin dili konuşur, tuvallere bürünür tablo olur. Bu tabloya baktığımda, belli bir kompozisyonla ve ince işçilikle dokunmuş birtakım nes-nelere davet edildiğimi ve bu nesnelerle bir anlam örüntüsüne dâhil edildiğimi görüyorum.
Yerkürenin mavi ışıklar ve dingin sularla resmedildiği tabloda dünyanın merkezine oturtulmuş mübarek Kâbe ve onun içinde olduğu kutsal Mekke var. Daha yukarıda Peygamberimiz’in muazzez kabrinin kubbesinin de tasvir edildiği nurlu Medine şehri görülüyor. Tablonun sağ alt köşesinde demiryolu, o yolda giden bir tren, trenin henüz içinden çıktığı bir tünele bakmaya davet ediliyorum.
Tablonun sağ üst köşesinde sütunlarla çerçevelenmiş bir giriş, bir saray veya köşkün seyirhanesini görüyorum. Oradan, karşıda cami ve minare siluetleriyle, sularına ayın şavkı vurmuş bir boğazı izliyorum. Bu siluet bana hemen İstanbul’u çağrıştırıyor. Zira minareleri bu kadar zarif, ince olan, göklere birer elif miktarı çizilen sema sadece İstanbul’da var. Vakit gece, gökyüzü açık, yıldızlarla ve gezegenlerle süslenmiş. Dingin, engin, sonsuz ufuklara davet eden, rahmanî ve ilahi ışıltılarla süslenmiş bir cihanı seyre davet ediliyorum.
Bu davete tablonun sol üst köşesinde yer alan bir yazı eşliğinde icabet etmem arzulanıyor. Zira sahnede bir silah varsa o muhakkak patlamalı. Yani eserde işlevsiz nesne yoktur. Peki, bu kûfî hatta ne yazıyor, niye kûfî hatla yazıyor?
Resmin sol hanesinde Mekke ve Medine var kalbimiz soldadır ve daima hayatiyeti sembolize eder. Medine’yi üst taraftan çepeçevre bir yazı, hem de kûfî bir yazı çevrelemiş. Niye kûfî yazı? Bilen bilir, aynı zamanda kûfî yazı, aklâm-ı sitte dediğimiz hat sanatındaki temel altı yazı çeşidinin anasıdır. Altı yazı ve daha sonra bunlara katılan onlarca yazı türü hep bu anneden neş’et etmiştir. Kûfî yazı yazıların anasıdır, tıpkı Mekke’nin şehirlerin anası (Ummu’l-Kurâ az sonra buna değineceğiz) olduğu gibi. Tabloda bu yazı Medine’yi ve haliyle aşağıda bir gelin gibi süzülen Mekke’yi yukarıdan aşağıya rahmanî bir sarışla kucaklamış. Peki, bu kûfî hatta ne yazıyor?
“Vallâhü latîfun bi-ibâdih” yani şu “Allah, kullarına karşı pek latîfdir.” Peki, bu söz ne anlama geliyor? Küçük bir araştırma yaptığınızda görüyorsunuz ki bu söz Kur’an’dan, Şûrâ Suresi’nin 19. ayetinden alınma. Doğal olarak hemen aklınıza şu soru gelmiyor mu? Neden 114 sûre içinde Şûrâ suresi ve neden içinde 53 ayet bulunan surenin 19. ayeti?
Bu soruların cevabını bulmak için hem tabloda, hem de hem de sûre içinde engin bir yolculuğa çıkmak gerek. Ama önce şu soruya cevap arayalım? Neden Mekke, Medine ve İstanbul? Ressam bu örün-tüyle bize ne anlatmaya çalışıyor?Yavuz Sultan Selim’in çok veciz bir dille ifade ettiği söz, asırlar boyunca Osmanlının Mekke ve Medine’ye bakışı-nın ebedî şiârı olmuştu. Osmanlı hükümdarları kendile-rini bütün o muazzam beldelerin hükümdarı görürken, iş Mekke ve Medine’ye geldiğinde konularını sahip olarak değil hizmetkâr olarak belirlemişlerdi. Onlar Haremeyn denilen bu iki kutsal şehrin Hakimü’l-harameyni değil, Hâdimü’l-harameyni idiler. Yani Mekke ve Medine’nin hizmetkârları. Zira birisinde Beytullah (Allah’ın evi) vardı, diğerinde ise mataf-ı Kudsiyân (meleklerin tavaf ettiği yer) olan Allah’ın Resulü’nün mübarek kabirleri vardı. Tabloyu yapan ressam, bir gözün bakış açısından üç şehri görüyor: Mekke, Medine ve İstanbul.
Batılının gözüyle Ortadoğu her zaman dünyanın gözbebeği olmuştur, zira insanlığın beşiğidir. Ortadoğu’nun gözbebeği de Mekke ve Medine’dir. İster kutsallığından, ister petrolünden, ister sâir yer altı kaynaklarının zenginliğinden her zaman insanlığın gözü bu coğrafyadadır. Bugün de böyle değil mi?
Hemen her büyük fatihin rüyası güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar olan İstanbul’u almak değilmiydi? Tabloya bakıyoruz üç şehir dünyanın üç merkezi, tren yollarıyla, köprülerle birbirine bağlanmış. Treni tam da bir tünelin çıkışında görüyoruz. Ülkeyi tünellerle birbirine bağlamak hayali kurulmuş. Bu hayaller bugün bir bir gerçekleşmiyor mu?
Resimdeki yollar, köprüler, tüneller, suyolları biraz da şu sözün tezahürü değil mi? “Gidemediğin yer senin değildir.”
Bu ayetin tefsirine baktığımızda görülen şu: Al-ah, sadece mü’minlere değil de kullarına karşı lütufkâr olduğunu söylediğine göre, burada bütün insanlığı kuşatan bir rahmaniyet vardır. Allah, bu dünyada bütün kullarına karşı lütuf ve ihsan sahibidir. Bu ayetin seçilmesi, bu bölgenin aynı zamanda bütün dinlerin merkezi olması anlamında ne kadar da manalı! Sanatkârımızın bu ayeti seçmesi onun insanlığa da açık bir mesajı değil mi? Savaşları, kavgaları bitirecek olan bu bakıştır! Hele hele de bugün mezhep kavgalarının bölgeyi bir ateş çemberine çevirme eşiğine geldiği düşünülürse bu âyet az şey mi ifade etmektedir?
Bir defa surenin adı olan Şûra kelimesi istişare anlamına gelmiyor mu? Bu bölgenin belki de en ihtiyacı olan kelime bu değil mi?
Buralar göklerle daimî irtibatı olan kutsal beldelerdir, bildiğimiz bütün vahiyler bu bölgeye inmiştir. Haliyle göklerle irtibatını kesmek istemeyenler bu bölgeyle de irtibatını koparmamalıdır. İlahi âleme, göklere, miraca giden yollar buralardan geçmektedir. Buralarla araları iyi olmayanlara lahutî âlem yol bul-maları mümkün değil!
Tabloda Mekke, tam da dünyanın merkezinde olarak çizilmiş. En belirgin yer olarak Mekke ve Kâbe görülüyor. Mekke neresidir? Bize göze dünyanın kal-bidir! Peki, bunun için delilimiz nedir? İşte yine Şûrâ Suresinin 7. ayetidir. Şöyle buyrulmuş bu ayette:
“Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresin-de bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplan-ma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.”
Yollar, trenler, tüneller ve köprülerle bu üç kut-salı birbirine bağlayan sanatkârın bir tren kazasında hayatını yitirmesi hazin bir kaderin tecellisidir. Ama bir faninin hazin bir tecelliyle de olsa, eseri sayesinde fena bulmayıp bekada karar kılması az şey midir?