Özgürlüğümüzün simgesi, içinde yaşamayı sevdiğimiz, tarihimizin bir parçası olan İstanbul’un geçmişini merak ettiniz mi? İstanbul’da işgal yıllarında neler yaşandığını okumak isterseniz Tarihçi Ceren Sungur’un bu yazısına bakabilirsiniz.
Osmanlı Devleti’nin payitahtı İstanbul, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1 milyona yaklaşan nüfusunu, Türk, Arap, Arnavut, Boşnak, Tatar, Rum, Ermeni, Yahudi, Rus, Çerkes, Makedon, Bulgar, Sırp, Romen unsurlarının oluşturduğu bir şehirdir. Şehrin semtleri, etnik sınırlar boyunca bölünmüştür. Türk ve Müslüman unsurlar daha çok Aksaray, Beyazıt, Unkapanı, Fatih, Şehremini, Eyüp, Kasımpaşa taraflarında yaşar. Yahudiler Hasköy, Balat, Sirkeci ve Galata Kulesi çevresinde; Rumlar Pera, Fener, Kasımpaşa; Ermeniler Samatya, Kumkapı, Marmara ve Haliç kıyılarında; aslen Avrupalı olup Doğu’ya yerleşen tüccarlar olan Levantenler ise Tophane bölgesinde çoğunluktadır.
Bu kentte hayat, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı sonrasında hızla değişmiştir. Sarayda ve saraya hizmet eden kesimlerde başlayan değişimler, yavaş yavaş halka inmiş; batılı hayatın unsurları taklit ve moda yoluyla gündelik hayata girmiştir. Pera yani Beyoğlu ya da Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi), Batılı âdetlerin en hızlı yayıldığı, Müslüman halkın ecnebi kıyafet ve âdetleriyle en sık karşılaştığı muhittir. Buradaki Avrupai müesseseler, terziler, manifatura tüccarları, tuvalet eşyası ve mobilya satan dükkanlar, Müslüman halkın sıkça uğradığı yerler olur.
Dolmabahçe Sarayı’nın inşası ve hükümdarın burada ikamet etmesiyle, Müslüman kesiminin yaşadığı bölgeler Beşiktaş’tan yukarıya doğru müstakil bir semt gibi büyür. Bugünkü Unkapanı Köprüsü’nün yerinde bir köprü, İstanbul’un iki yakasını birleştirir. Burası, İstanbul’un iş merkezi, Bilge Criss’in deyimiyle “Bir Avrupa şehrinin küçük bir kopyasıdır.” Büyükelçilikler, giysi satan mağazalar, odaları banyolu oteller, Cadde-i Kebir’in iki yanını doldurur. Osmanlı Hükümeti 1857’de Belediye Reformu’nu benimserken, Beyoğlu’nu ve mahallerini tıpkı Paris’te olduğu gibi “6. arondisman” olarak adlandırır. En güzel tramvaylar başkentin bu köşesine ayrılır. Burada Avrupalıların ve şehrin bu en hareketli bölgesine ivmesini kazandıran azınlıkların yanında Türk, yabancı topraklarda gibidir. Beyoğlu ve Galata çevresi Batı’da çıkan gezi rehberlerinde “Batı’nın ve onun fikirlerinin etkinlik ve uygarlığının ileri karakolu” olarak tanımlanır.
1911’in son ve 1912’nin ilk aylarında yaşanan Balkan Savaşları’ndan Osmanlı Devleti’nin yenilgiyle çıkması, halkta büyük bir maneviyat çöküntüsüne yol açmış, daha o zamanlar basında bir başka devletin mandası altında yaşamaktan başka çare olmadığı haberleri çıkmaya başlamıştır. Osmanlı ülkesi bu savaşlar sonrasında harabeye dönmüştür. Bundan yalnızca iki yıl sonra kopan I. Dünya Savaşı ise Jevakof’un tabiriyle İstanbul’un hayatında bir kopuşu belirler. O gün, Topkapı Sarayı’nda ve Fatih Camii’nde Sultan V. Mehmet’in cihadı emreden fetvaları okunur. Yabancı okullar kapatılır ve her türlü kapitülasyonun kaldırıldığı ilan edilir. Ülke içi iletişim askeri düzenlemelerle askıya alınır ve İstanbul, tüm korkuların, söylentilerin ve umutların toplandığı yer olur.
Savaşın ilk yıllarında İstanbul’da hayat nispeten normal seyrinde devam ederken Çanakkale Savaşları’nda gerilim artar, olaylar Türk tarafının lehine döner ve başkentin güncel hayatı her geçen gün değişmeye başlar. Boğaziçi taraflarında oturan bazı Hıristiyanlar casusluk suçlamasıyla içeri alınır. Mayıs 1915’den itibaren yabancı dildeki tabelalar hemen her yerden silinmeye başlar ve yerini ulusal renklerdeki kırmızı beyaz yazılara bırakır. Gittikçe bazı önemli ihtiyaç maddeleri bulunamamaya başlar; kömür, şeker, kahve ve yağlı maddeler piyasayı terk eder. Beyaz ekmek ve hatta bulgur dahi bulunamaz. Kimi yerlerde sular kesiktir. Hayat pahalılığı hat safhadadır; ekmeğin fiyatı 38, şekerinki 65 kat artar. Ayrıca yangınlar da büyük maddi kayıplara neden olur. İstanbul savaşa özgü karaborsa, istifçilik, kamu fonlarının zimmete geçirilmesi, spekülasyon gibi felaketlerle 1915’den itibaren tanışır. Savaş, yoksul halkı daha da yoksullaştırırken kendi zenginlerini de yaratmaktadır. Bunlar, savaş yıllarında gıda maddelerini saklayıp satan ve “harb zengini” olarak ifade edilen küçük tüccarlar, bürokratlar ya da şehrin bazı önde gelenleridir.
I. Dünya Savaşı’nda devlet, gücünün üstünde masraf yapmış, zengin eyaletler kaybedilmiş ve mahsul miktarı yarıya inmişti. Savaşın yol açtığı sıkıntılardan en çok etkilenen, başkent İstanbul olur. Mehmet Temel, 1914-1920 yılları arasında temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının 50 oranında arttığını buna karşılık memur maaşlarına ancak P oranında zam geldiğini ifade eder. Hayat pahalılığı öylesi bir hızla artar ki, insanlar ellerinde ne varsa satıp savarak hayatta kalmaya çalışırlar. Savaş, dünyanın her yerinde olduğu gibi, beraberinde sefalet ve yoksulluğu getirmiş, Osmanlı toplumunun fakat belki de en çok İstanbul halkının yaşam tarzı, gündelik hayatı sarsıcı şekilde değişmiştir.
Mondros Mütarekesi’yle Başlayan Yeni Dönem
Osmanlı Devleti, İngilizlerin Filistin cephesini de dağıtmasıyla iyice güçten düşer ve müttefikleri Almanya ve Avusturya–Macaristan ile birlikte 4 Ekim 1918’de ABD Başkanı Wilson aracılığıyla barış ister. Talat Paşa’nın 8 Ekim’de istifa edip sadrazamlığa İzzet Paşa’nın getirilmesiyle İttihat ve Terakki Partisi’nin 10 yıllık iktidarı sona erer. Sadrazam, ilk iş olarak Mütareke görüşmelerine başlar. Görüşmeler sırasında İngilizlerin tavizsiz ve baskıcı tavırları karşısında, Osmanlı heyeti İstanbul’dan emir gelmeden anlaşmayı imzalamak zorunda kalır. Rauf Orbay başkanlığındaki Türk delegelerin çabalarına rağmen, Amiral Calthorpe başkanlığındaki İngilizler, hükümlerin kendi istedikleri şekli almasını sağlarlar. Sonuçta 30 Ekim 1918’de Midilli Adası’nın Mondros limanında demirlemiş Agememnon Zırhlısı’nda, Mondros Mütarekesi olarak bildiğimiz ateşkes antlaşması imzalanır. Osmanlı Devleti açısından I. Dünya Savaşı sona ermiştir. Yine de Osmanlı heyeti Mondros’tan döndüğünde oldukça iyimser bir hava içindedir. Rauf Bey “Anladığıma göre İngilizler Türk ulusunu yok etmek hevesinde değil” der, “Tahminlerimizin aksine ülkemiz işgal edilmeyecek. Bir tek düşman askerinin bile İstanbul’a ayak basmayacağı konusunda size güvence veririm.”
Oysa, Suriye cephesini savunmakla görevli Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Mütareke’nin “Aslında bir kapitülasyon olduğunu” ve İngilizlerin hükümleri keyiflerine göre yorumlayarak ülkeyi işgal edeceklerini kavramıştır bile. Sadrazam, 10 Kasım’da Mustafa Kemal’i telgrafın başına çağırır ve Yıldırım Ordularının feshedildiğini, hükümetin istifa ettiğini ve kendisinin de İstanbul’a dönmesi gerektiğini söyler. Mustafa Kemal, aynı gece İstanbul’a varmak üzere, Haydarpaşa Garı’nda ineceği Bağdat trenine biner…