Şair- yazar Mürsel Sönmez, 1963 Ordu Mesudiye doğumlu. 1972’den beri İstanbul’da yaşıyor. Pek çok dergide yazıları ve şiirleri yayımlanmış, bazı dergilerin oluşumunda yer almış bir isim Mürsel Sönmez.
2001 yılından beri Birnokta edebiyat dergisinin kurucusu ve yayın yönetmenliğini yapıyor. Gençlerdeki öz cevheri ortaya çıkarıp ellerinden tutuyor.
Yazmayı “İnsan ezeli istidadının mecbur ve mahkumudur.” diye yorumlayan şair; aşka, umuda, direnişe, insan olmaya dair şiirler kaleme alıyor.
Cüzler, Göz Aydınlığı, Epitaf, Tütün Kefesi, Güvercin Ağacı, Külçe, Mansur Ahengi, Üzüm Meseli isimli şiir kitapları, Dar Vakit Günleri, Su Terazisi, Yüz Akı, Ticaret ve Hayat, İsimli deneme kitapları bulunuyor.
Kalbinde merhamet adlı bir çınar büyüten şairle Hatice Şahin kıymetli bir röportaj yaptı.
Başlarını geri çekmiş güvercinler
Dingin bir ikindi gibiler
Çığırtkan olmayan, derin bir aşkı ve umudu besleyen, reklama ihtiyacı olmayan şiiriniz başını geri çekmiş güvercinler gibi. Modern zaman dervişlerini andıran mütevazı kişiliğiniz, dingin bir ikindi gibi… Bunca kalabalığın ve kargaşanın şehri olan İstanbul’da, üstelik ticaretle uğraşırken bu asude şiir iklimini nasıl oluşturdunuz?
Şiirim ve şahsıma dair kanaatleriniz için teşekkür ederim, bilmem ki bu iltifatlara layık mıyım? Sorunuza gelince, insan; ezelî istidadının -ben buna “özyetenek” ya da “özcevher” diyorum- mecbur ve mahkûmudur. Bende “kelâm”a dair o “özcevher” var idiyse ortaya çıkmak zorundaydı, herhalde bu gerçekleşti, gerçekleşiyor. İçinde bulunulan koşullar o güçlü duyuş akışını bulandırabiliyor olsa da, engel olamıyor. Mesela, müzikle cevheriniz yoğrulmuş olsa ve hiçbir enstrümanınız olmasa, dağ başında bile olsanız, taşı taşa vurarak bir ses çıkarmak, bir ritim tutturmak peşinde koşarsınız. Hayatın sanata karşı gibi görünen olguları, sanatçının güçlü tutku veya iştiyakı ile ona malzeme olur, “yaratı” coşkusuna boyun eğer. Mürsel Sönmez isminin yanına bir kelime eklenseydi bu “aşk “ olurdu.
Fethi Gemuhluoğlu’nun : “ Güneşin batışını değil, doğuşunu yazın. “ sözünü dile getiriyorsunuz. Şiirlerinizde korkunun umuda dönüştüğü dizeleri görüyoruz. Aşk ve umut şiirinizin iki ana damarıdır diyebilir miyiz?
Aşk ve umut insana dair hayati olgulardır. Aşk; hakikati kavrama araçlarının bence en yetkinidir. Öğrenilen doğruların insan gönlünce teyid edilmesi, insanda hâle dönüşmesidir. Biricik, yegâne, tek hakikatin güzellik halindeki tecellisini idrak ile hayata bakmaktır. O zaman yeryüzü bir “yabancılaşma” değil, ezelî âşinâlığın keyfini sürdürme mekânına dönüşür. Aslınızın aslından “zuhur” eden her şeyle tanışık olduğunuz yerde yabancılık kalmayacaktır. İnsan yeryüzüne sürgün edilmemiş, sürgün vermesi için gönderilmiştir.
Umut ise; inançlının ve inancı benliğini tümüyle saran muhabbetle gerçekleşen insanın “zaten” doğasında vardır. Sezai Karakoç’un “Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” demesi de bu bağlamdadır. İnanç, zaten aşk kıvamında bir umuttur. Yaşanılan iyi kötü her durum, bu güçlü insan halleri ile aşılabilir. Acı ve hüzün de bir bakıma umudu çağırma feryadıdır. Umut belirince umudun kendisi olanın yardımı da gelecektir. Ayrıca; umut kesmenin, mutlak hakikati inkâr gibi bir körlük olduğu da ortadadır.
Ne yazık ki insanlığın güneşinin battığı ve karanlıkta olduğu zamanlar, tarih dilimlerinde önemli bir yer kaplıyor. Yazar ve şair bu karanlığa nasıl bakar, nasıl yansıtır?
Yaşanılan olumsuz koşullar karşısında umutsuzluğa kapılmak beşerî bir olgudur. Duyarlığı yüksek olan sanatçı bunlardan etkilenir. Varoluşsal olarak da, benlik çeperini yıkamamış her insan beden ve dünya zindanındadır ve dolayısıyla bir gurbet hali yaşamaktadır. Bu gurbet onda yara açar, bu yara eğer yeter olgunluğa ulaşırsa hakikat perdeleri açılır. Dış ve iç karanlıktan söz ediyorum. İç karanlık yüce yaratış programına adapte olmuş kişide dağılmaya başlar ve böylelikle dış karanlık da yarılmaya başlar. Yaşanılan somut karanlığa karşı direnişin ana malzemesi içimizin aydınlığıdır. O aydınlığın ve tüm var oluşun kaynağı ise İslâm’ın tarif ettiği Allah’tır. Sanatçı egosunu yaka yaka ona inanma kalitesine yükselir. Sonrası güzellik sonrası nur üstüne nurdur.
Çocuktum çocuk kaldım sayende
Bunu şiirinize söylediğinizi düşündüm. Her şeyin yetişkinliğe, güce ve iktidara
çağırdığı böyle bir dünyada çocuk kalmanın, masum kalmanın yolu şiir ve
edebiyattan mı geçiyor?
Fethi Gemuhluoğlu merhum, “İslâmiyet çocuklaşma sanatıdır” diyor. Evet, aradığımız o çocuk saflığı, yüce hakikati kavrama öz yeteneğinin en yüksek düzeyi olan “ümmîlik”tir. Çocuklar, meczuplar ve gerçek sanatkârlar hesabî olmadıklarından dolayı gerçeğe ve hakikate daha yatkın ve yakındırlar. Güzel dilimizdeki şu söz sanırım bu konudaki meramı anlatmaya yeter: Çocuktan al haberi.
Çıkardığı sesin peşinde dönüp duran
Bir çıngıraklı yılan gibi
Sesimin çukuruna düşürme
Böyle bir duanız var. Şairler kendi çıkardıkları seslerin tılsımına kapılıp,
çukura düşerler mi? Kendi sesinde kaybolup kendi görüntüsünü ayna yapmak,
bir yazar için ne denli tehlikelidir?
Soyut ve somut her mülkiyet muhataralıdır. Kendisine hakikatin peşinde koşmak için “ben”lik verilen insan, bu “ben”i mülkiyet edinmeye, hatta her şeyi mülkiyeti saymaya yönelince, kendi kendini sokan akrep veya ağı içine gömülen örümcek durumuna düşer. Sanatkâr da böyledir. İnsandan zuhur eden her güzellik “en güzelce yaratan”ın mülküdür oysa. Bunu kavramak; şair için yolların açıldığı, nefesinin varlık âlemini güzelleştirdiği ve canlandırdığı bir sevinç sürecidir.
Şairin her zaman bir derdi olmalı mıdır yarasıyla mı yazar şair? Ya da şöyle diyelim, mutlu şair mi dertli şair mi daha üretken olur?
İnsan öncelikle mizacının yolundan gider. Sonrasında kendisini etkileyen yaşantıların rüzgârına kapılır ve tüm bunlar normaldir. Herkes kendi türküsünü söyler ki bu yaratışın rengârenk âleminin güzelliğidir. O halde, “derdiyle mutlu olan şair üretkendir” desek yeridir. Üretkenlik ise nicelik nitelik izahlarından öte bir anlama sahiptir. Bir dizenin binlerce söze baskın olduğunu biliriz.
Bir konuşmanızda; “Varlığı olan korkar, hesap kitap bilmeyen adamın kral çıplak demesi daha kolaydır. Bu yüzden hakikat yolunda ancak şairler doğruyu söyler.” diyorsunuz bu konuda ne demek istersiniz?
Son zamanlarda şunu daha iyi anladım, kaybetmek korkusu diğer korkulardan daha baskın bir korku çeşidi. Pakdil’in “Mülkiyetini yakan/ Kökleri kalbe takan” diye tanımladığı insan ve sanatkâr özgürleşmiş kişidir. Hakikat özgür insanı sever. Özgürlüğün üzerinde çokça durulması gereken ve zulme uğramış bir kelime olduğunu da arada söyleyeyim. Fethi Bey, “Ancak mistik insanlar özgürdür” diyor bir mektubunda, ben de açıklayayım ancak inanan insanlar özgürdür. Ve bu vasatta gerçek sanat ortaya çıkar. Ne kınayana, ne övene aldırır ve ne de kaybetmekten korkar.
Hakikat ve edebiyat ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Saf, öz edebiyat, hakikate serenat yapan âşıktır. Elbette her yalanda bir hakikat vardır ve çoğu şair, yazar bu parça hakikatle tatmin olur, sarhoşluk yaşar. Yaşanılan somut gerçeklik ve acıları, zulümleri, adaletsizlikleri görüp reddeden kişi ile sonsuz sınırsız varlık ve oluşlar kumkumasını kavrayan ve anlamına “eren” sanatçı aynı kişi olunca, altın kıvam gerçekleşmiş olur. Sanatsal yaratı çabası aynı zamanda bir hakikate varma çabasıdır, öyle olmalıdır yoksa zamanın akıntısı içerisinde çürür gider.
Hakikatin peşinde koşan ve sizin şiir yolculuğunuzda etkilendiğiniz şairler kimler oldu?
Her insanın macerası özgündür. Hepimiz çevremizden ve tarihten, tarihimizden etkileniriz. Benim tarihimde ise Necip Fazıl asal bir yer tutar sonrası Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’dir. Özellikle Pakdil metinleri, kişilik ve sanat inşası sürecimde etkin olmuştur. Sonra kimi sanatkâr olan ve olmayan tanıdığım ve sevdiğim insan hikâyeleri, mesela merhum Zarifoğlu’nun uç bir şiirden handiyse “tekke şiiri” denilebilecek şiirlere yolculuğu benim için etkileyici bir yolculuktur.
“Derinlik olmazsa çanakta su birikmez.” diyorsunuz.
Yazı ve şiir hayatının henüz başında olan gençler için bu derinlik kavramını biraz açar mısınız? Manevi bir derinlikten mi ilmî bir derinlikten mi bahsediyorsunuz?
Her ikisinde de. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayeti önümüzü aydınlatır ama bilgi nedir? Bunu çözmek, anlamak gerek. Bilgi, konusu muhtevasınca değerlidir. Malûmat ile bilgiyi baştan ayırmak, bilgiyi ise “alîm” olandan tahsil etmek, o çerçevede ortaya konulan binlerce yıllık birikimden yararlanmak gerek. Manevî olan ise kuvvetli isteğe tâbidir. “Sorularınızı yaşayın cevapları size bahşedilecektir.”
Şiir yazmak çalışılarak elde edilebilecek bir beceri midir yoksa doğuştan gelen bir yetenek midir?
Herhalde doğuştan ve başlarda söylediğim gibi öz cevherden kaynaklanan bir “durum”dur. Bunun açılması, filizlenmesi ise uygun ortam ve çabaya bağlıdır. Çabaya bağlıdır çünkü her şartta “İnsan için emeği vardır” hükmü geçerlidir.
“Sabahattin Ali ve Sait Faik’in elli yıl önce yazdıkları daha İslamcı geliyor bize.
Bunu kullandıkları dil açısından mı söylüyorsunuz? Günümüz İslamcı edebiyat dilini bu açıdan seküler mi buluyorsunuz?
Dil açısından da böyle, içerik açısından da. O metinlerde merhamet, sevgi, dayanışma, toplumsal sorunlar vb. gerçek insan halleri vardı. Helal, haram, günah, sevap, vefa, dostluk ve aşk vardı. Şimdi ise taşıdığı kültürün güzelliğinden dem vurmak bir yana, saydığım bu sözcükleri kullanmak bile “klişe” olarak görülüyor. Oysa insan aynı insan, acısıyla tatlısıyla hayat aynı hayat ve ölüm hala başköşede oturuyor. Yeryüzünü insansızlaştırmak isteyen ve- gerçekten- babalarının çiftliği olarak gören emperyalist zorbaların estirdiği kültürel(!) fırtına ve modalar çerçevesinde ve yaranmak arzusuyla anlamın hiçe sayıldığı ve okuyucunun bulanıklığa yönlendirildiği bir zamanı yaşıyor sanat ve edebiyat. Çünkü büyük harfle söyleyelim GERÇEKLİK ALGIMIZ YIKILDI. O yüzden feryâd etmek, ağlamak, üzülmek, isyan etmek sert, red tavırları içinde bulunmak “eskilerin masalları” olarak görülür hale geldi. Acıtıcı somutlaştırmaya gidersek; Batıcılar Batı karşısında, yerli dediklerimiz ise Batıcılar karşısında aşağılık duygusu yaşıyorlar. “İslâmcılık” ise güncel politik yaftalamalardan öte bir seçkinlik, yetkinlik ve direşkenlik kıvamıdır. Bunun sanatta yansıması da, ancak yukarıda tanımladığım “özgürlük” kavramının anlam çerçevesini tutturmuş, yüksek özgüven sahibi sanatkârlarca gösterilebilir, az da olsa gösterilmektedir.
Nihat Sami Banarlı Türk dilinin gücünü ve güzelliğini anlatırken hep şiirler üzerinden örnekler verir.
Bu bağlamda şiire dilin koruyucusu ve taşıyıcısı diyebilir miyiz?
Her zaman dillendirdiğim bir husus var; şiir, kim tarafından yazılırsa yazılsın, şiirse; o şiir hakikate doğru bir adımdır. Hal böyle olunca elbette dilin/lisanın omurgası “güç ve güzelliği”dir.
Üç kız ve bir erkek çocuk sahibisiniz tabi torunlarınız da var. Allah bağışlasın. Çocuklarınızı büyütürken o süreçte edebiyat size artılar eksiler getirdi mi? Yazar şair bir baba nasıl olur birazcık bahseder misiniz?
Bizde ağırlıklı Batılı yazarlardan mülhem yanlış bir kanı var ve bu kanıdan dolayı yazar, beşeri sorumluluklardan âzâde bir tufeylî olarak algılanır oldu. Batı kültürünün gayriinsani yapısı içinde yazar ürettikleriyle tanrılık peşindeyken, bizde yazılanlarla hakikate kulluk gerçekleşir. Elbette “biz” olan bizde. Sanatkârın bireysel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi gerekir. Hiçbir sanat insan olma sanatından daha değerli değildir. Hakikate karşı sorumluluk, yaşadığı ülke ve topluma karşı, aileye ve yakınlara karşı sorumluluk vazgeçilmezimizdir. Elbette, hem soyut düşünce ve duyuşların ardında bir zihin yapısına sahip olmak, hem de sıraladığım sorumluluklar alanında gerekeni yerine getirmek zordur ama başarılmak zorundadır. İşin kemâli budur. Olabildiğince böyle yapmaya çalıştım. Önce “iyi” bir insan ve sonrasında ise iyi bir sanatkâr olmak arzu edilen bir durumdur, ancak her sanatkâr için de bu mümkün olmayabiliyor. Buna da, dış etkinin telkini değil de kişinin nakısası bir olgu olarak bakılabilir, mazur görülebilir, ancak tavsiye edilemez.
Son olarak şiirlerinizden sevdiğiniz bir bölümü istesek bu ne olurdu.
Sizin tercihiniz benim tercihim olurdu.
“Mültecinin Şiiri”ni seçelim o zaman.
Kimseye sığmayacak kadar yalnızım sığınmayacak kadar
Yalnız sana sığınıyorum kapından
Kırık bir kalbin parolasını söyleyerek giriyorum.
Hep sermayeden yiyerek tüketmiş ve tükenmiş
Müflis bir tacir gibi boynu bükük geçiyorum sokaklardan
Hiç var olmamış çiçeklerin kokusu ile sarhoş
Hiç yaşanmamış aşkların bitişi ile mahzun.
Herkesin öldüğü bir savaşta yaşayan tek kişi
Herkesin bıraktığı oyuna tutkuyla dalıp
Kendisinden kendisine koşan, o benim
Bir elinde idam fermanı, bir elinde ip, ipe uzatan boynunu.
Yollardan çivi toplamak, kredi kartı kırmak gibi iyi şeyler de yaptım
Ağlamak gibi, sabahı karşılamak geceyi uğurlamak gibi
Yana yana soğuğu ısıtmak, baharı gelmesi için kışkırtmak
Tımar edip nallamak ve dağlara salmak gibi sevdalı atları.
Gücüm bitti, oyunum oyuncağım da bitti
Avuçlarımda dokunulmamış her şeyin tadıyla
İz sürdüm, seni buldum, sana geldim
Korkudan titreyen bir çocuk gibi eteklerinin altından kaçıyorum.
Yalnız sana sığıyor
Yalnız sana sığınıyorum.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür eder, başarılar dilerim.
1 Comment