“Kısa Öykünün Ustası” olarak tanınan Anton Çehov’u Ayşe Sevim’in kaleminden okumaya ne dersiniz? Zor geçen çocukluğuna ailesiyle yaşadığı sıkıntılara rağmen yazmaya tutunan yazar, başlangıçta ironik ama tebessüm ettiren üslubuyla yazarken belki de hastalığının etkisiyle pesimist bir dil benimsemiştir. Ayşe Sevim’in bu yazısıyla ünlü yazarı daha iyi anlayacaksınız.
Keyifli okumalar…
“Daha beş yaşıma basmamışken, babam beni eğitmeye yani döğmeye başlamıştı. Her sabah uyanırken ilk düşüncem bugün dayak yiyecek miyim, oluyordu.”

Çehov’un hayatına ulaşmak için zaman isimli kuleye elimdeki baltayla vurduğumda önüme düşen ilk cümle bu oldu. Bu cümle bana onun hakkında bilmem gereken her şeyi resmediyordu. Elimi bu cümlenin üzerinde gezdirdiğimde, kendini tanrı zanneden bir baba, onun tanrılığına inanmış silik bir kadın ve bu tanrının merhametinden haberi olmayan, sadece gazabını yudumlamış altı çocuk gördüm.

Elindeki kayışı küçük sırtlarda şaklatan tanrı, bu işi insani duygulardan tamamıyla uzak biçimde yapıyordu. Onun yüzünde çocuklarını döverken öfke, kendine hâkim olamama, taşkınlık gözükmüyordu. Sabahleyin karşılaşılan birine “günaydın” der gibi kayıtsızlıkla iniyordu kayış. Bu bir vazifeydi. Tanrı olduğuna inanan bir adamın, tanrılığını kendine ispat etmesi için gerekli bir vazife. Ve Çehov onun kullarından biriydi.

Kayış altı kulun sırtına aynı kuvvetle inse bile, acı çocukların her birinin tenine farklı bir kişilik zerk etti. Babanın eğitimi, bir oğlunu kendi gibi zorba, bir oğlunu amaçsız bir alkolik, bir oğlunu dar kafalılığıyla kendine duvarlar ören bir adam, bir oğlunu zekâsıyla çevresini gülümseten biri, Çehov’u bir kurban, kızı Maria’yı kurban seçilmiş abisinin hayranı yaptı.
“Cellat olmaktansa, kurban olmak daha iyi,” Çehov
Celladın gözünde kurban en fazla bir zavallıdır, ama kurbanın gözünde celladın ne manaya geldiğini kimse bilemez. Çehov, babasında gördüğü “şey” olmamak için hayatı boyunca kurban olmayı tercih etti. Kurbanlığı yazgı olarak kendine seçmiş biri, ışığın böcekleri çağırması gibi, pek çok celladı kendine çağırır. Hatta kendinde cellatlık istidadı bulunmayanların bile bu mazlum hâl iştahını kabartır. Karşımızda, seçtiği rolle başkalarının zalim yönlerini törpüleyen bir adam var. Ama acele etmeyelim, henüz başlangıçtayız. Şu an sadece babası tırnaklarını yazarımızın zihnine sokuyor.

Pol Erogoviç yani bizim meşhur tanrımız, fevkalâde dindar biriydi. Onu cezbeden, Hıristiyanlığın temel ilkeleri değil; ayinleri, ikonaları, diz çökmeleri, istavroz çıkarmaları yani dinin ağdalı halleriydi. Çocuklarını kendi başında durmadığı pis bir bakkaliyede çalışmakla ve olmayan günahları için sürekli tövbe etmekle sorumlu tutuyordu. Çocuklar dayak yiyor, kiliseye gidiyor, bakkaliyenin farelerle tırtıklanmış mallarını satıyor, kiliseye gidiyor, derslerin çalışıyor ve kiliseye gidiyordu.
“Ben din eğitimi gördüm, kilise korosunda ilahiler, havarileri ve kilise mezamirleri okudum. Düzenli olarak sabah dualarına katıldım, hatta kilisede hizmet ettim, çanları çaldım. Peki ne çıktı bütün bunlardan… Bugün benim hiçbir dinim yok.” Çehov
Ojeni İkovlevna ise bizim silik annemiz, onun en ehemmiyetli uğraşı çocukların kıyafetleri: Bir pantolonu yamamak, bir mantonun boyunu uzatmak, bir kazağı tamir etmek… Pardösünün boyu bir karış daha uzayabilmişse Ojeni bir karış daha hayatın içine sarkabilmiş demekti. Ona yaşadığını bu eski kıyafetler ispatlıyordu.

Çehov’a fakirlik, babasının tanrıcılık oyunu ve annesinin “hiç”liği, tuhaf bir güç kazandırdı. Sürekli dayak yiyen çocukların arsızlaşması gibi, acılar da yazarın üzerindeki yıkıcılıklarını kaybetmeye başladılar. Kötü bir tüccar olan babası iflas edip borçları günden hapse girmemek için ailesiyle -Çehov hariç- Moskova’ya kaçınca, ailenin ortanca çocuğu olan Çehov onlardan kendini sorumlu hissetti. Onlara para göndermeyi, morallerini yüksek tutmayı, sağlıklarıyla ilgilenmeyi, vazifesiymiş gibi üzerine aldı. Onlar da buna itiraz etmediler. Kurban ben buradayım deyince hangi cellat bıçağının ucunu okşamaktan hoşlanmaz. Silik anne Ojeni İkovlevna bile bu rolün heyecanıyla kimlik buldu. Çehov’un onlara moral olsun diye esprilerle doldurduğu mektuplara sert cevaplar vermeye başladı: “Senden alay ve kelime oyunlarıyla dolu iki mektup aldık. Bizimse o anda yemek yemek ve aydınlanmak için sadece dört kopegimiz vardı. Bize para yollamanı bekliyorduk…” Çehov bu mektubu okuduğunda on altı yaşındaydı ve yemek yemek için bir kopegi bile yoktu.
Delikanlı zamanla babasının aileyi yönetmek için oturduğu hayal koltuğa, babasına dahi hissettirmeden geçti. Ailenin tüm fertleri birer çocuk gibi velayetleri Çehov’a teslim etti; artık eğitimlerini, işlerini, evlerini, hatta özel hayatlarındaki mutluluklarını bile o temin edecekti. Aile bir dinden bir dine geçer gibi bir tanrıdan diğerine geçmişti. Eskiden kurbanı oldukları bir tanrıları vardı; şimdiki tanrıları ise çarmıha itirazsız gerilmişti.

Çehov ölene dek kardeşlerinin bencillikleriyle, para ve iş sıkıntılarıyla, babasının karamsar din ahlakıyla, annesinin gereksiz evhamlarıyla uğraştı. Onun bu karmaşada ki tek yardımcısı kız kardeşi Maria’ydı. Bu genç kız ağabeyinin terleyen alnını ipek mendillerle kurulayan bir melekti. Sanat hayatında, aşk hayatında, ailesi ile alakalı durumlarda Maria, Çehov’un ayağına batan dikenlere engel olamıyorsa da bu yaralı ayaklara merhemler sürüyordu. Genç kız ailenin yeni tanrısından bir şeyler beklemeyip ona tapınan tek üyesiydi. Dolayısıyla Çehov’un ayrıcalıklı sevgisine sahipti.
Baltamı ikinci kez zaman isimli kuleye vurdum, bu sefer yere Çehov’u odasında hazırlanırken gösteren bir görüntü düştü. Kimsenin karşısına yeleksiz ve kravatsız çıkmayan, düzene, temizliğe hastalık derecesinde düşkün, kendini rahatsız edenlere dahi kibar davranan, ilişkilerinde mesafeyi sürekli koruyan, ahlaksızlıktan, tembellikten tiksinen, edebiyat ortamlarındaki hırsı küçümseyen ondan hep uzak duran, edebiyatçı kimliği ile doktor kimliği arasında sürekli bocalayan, kadınları kendinden uzak tutan bu adımı hazırlanırken izlemek gayet hoştu. Kalemini doktorluğundan aldığı soğukkanlılıkla konuşturan, kahramanlarının tarafını tutmayı sevmeyip sadece olayları aktaran büyük izleyici, kayıt edici Çehov şimdi benim gözlerimin önündeydi. Onun hazırlanırken verdiği ehemmiyetten bu hazırlanışın bir bayan için olduğu kanaatine vardım. Kız kardeşinin öğretmen arkadaşlarından biri olmalıydı. Maria’nın öğretmen arkadaşları bu ünlü yazara, başarılı doktora aile reisine, kibar ve aynı zamanda insanları güldürme yeteneğine sahip olan beyefendiye tutkundular. Bu kızları ağabeyini yeni mutlu etmeyi kendine vazife edinmiş olan Maria organize ediyordu. Çehov’u meleklerle kuşatarak onun üzerine hafifletmeye çabalıyordu. Maria’nın bu melek ordusunda gözettiği en mühim şey, hiçbirinin kalıcı sevgi çizgisine varmamasını sağlamaktı. Hiçbir kadın ağabeyine kendinden daha yakın olmamalıydı.

Çehov’un tavırların da bu noktada kız kardeşinin gönlünü ferahlatan mahiyetteydi. Yazar cinselliğe düşkün değildi ve evlenmeyi düşünmüyordu. Onun tabiriyle düşünürler kırk yaşlarına gelmeden iktidarsız oluyordu; ama vahşilere baktığınızda doksan yaşında 10 tane eşe sahip olabiliyorlardı. Çehov cinselliği hep küçültücü bulmuştu. Sınırsız bir cinsellik onun gözünde bir zevk düşkünlüğü değil, kontrolsüzlüktü. Ona göre gerçek sanatçı tüm aşırılıklardan bayağılıktan kendini uzak tutabilmeliydi. “… elbiseleriyle yatmaya ve bir duvar deliğinde tahtakurularının dolaşmasına kayıtsızca bakmaya, kirli havayı ciğerlerine çekmeye, tükürükle kaplı bir döşemede yürümeye, gaz ocağında yemek pişirmeye gelmezler. Onlar elden geldiğince cinsel güdüleri alt etmeye ve soylulaştırmaya çalışırlar. Bir kadından istedikleri yalnız yatak ve hayvansal ter değil… tazelik, sevimlilik, insanca duygular ve orospu değil anne olmaktır…” yaşadığı cinsel tecrübeler için yakın arkadaşı Suvorin’e, büyük Katerina’ya kıyasla serüvenlerinin devede kulak olduğunu hatta ilişkileri ile alakalı olarak da bir savaş gemisinin yanındaki ceviz kabuğu gibi kaldığını söylemiştir yazar.
Buna rağmen çevresini kuşatan meleklerden de hoşlanmıyor değildi. Onların birlikte tuttukları “dostluk” isimli branda altındaki rekabetin, kinin, hırsın kıpırtıları yazarı gülümsetiyordu. Hepsi bir diğerinin Çehov’un eşi olmasından korkuyor, kendine göre rakiplerine karşı önlemler alıyor, tuzaklar hazırlıyordu. Halbuki Çehov, bu savaşı uzaktan izleyen bir strateji uzmanı gibiydi. Savaşlarda kimin kazandığı diğeri başlayana dek bir ehemmiyet teşkil eder. Çehov ise kısa zafer verdiği kadınları yeniden savaşa sokmak da çok mahirdi. Bir an teslim bayrağı çeken zarif bir bilek daha sonra kahramanlık şarkıları söyleyebiliyordu. Bu aşk hayatının geri planda tutsa da bir erkek için oldukça eğlenceliydi. İşlerin ciddi bir boyut kazanmasına yazar asla müsaade etmiyordu Çehov için önemli olan aşktaki başlangıçlardı. Olgunlaşan, birbirini yıpratmaya doğru kayan, sevginin en gözde yanı “yatak” olan ilişkilerden haz etmiyordu. Baştaki nazlar, kaçmalar, perişan olmalar onu mesut ediyordu. Bu yüzden hiçbir aşkının ilerleyip sırrını yitirmesine müsaade etmiyor, yeni bir aşkla kalbini başlangıca taşıyordu. Kadınlara karşı mesafeli olmasına rağmen onlara saygısızlık yapılmasına tahammül edemiyordu.
Bir zamanlar babasının annesine karşı kullandığı aşağılayıcı tutumu, erkek kardeşinin de eşine yaptığını görünce ona şöyle bir mektup yazdı: “Namuslu ve iyi bir insanın kadınlara böyle davranması yakışık almaz. Hangi göksel ya da yersel güç onları köle yapma hakkını verdi sana? onları durmadan en aşağılık hakaretlere uğratmak, bağırıp çağırmak, başa kakmak, yemeklerde şımarıklık etmek, yaşamımızın kürek mahkumluğu olduğunu durmadan söylemek, çalışmayı cehennem azabı saymak kaba bir zorbalık değil mi? …kadınların ve çocukların güçsüzlüğüne saygılı olmak, yaşamın düz yazısı tüketildiyse hiç değilse şiirine saygılı olmak gerek… despotça sevmektense hiç sevmemek daha iyi…”

Fakat Çehov da despotça seviyordu. Doktorluğu ile fakirlerin yanında sürekli bulunan, kalemini kullanırken edebiyat ortamının vıcık vıcık çamuruna bulaşmayan yaşamını ailesini kurtarmak üzere kuran bu adam da despottu. Nasıl kendisi ailesi için çarmıha gerilen İsa rolünü üstlenmişse, kız kardeşi Maria’nın da kendisi için fedakâr bir meleğe dönüşmesine müsaade etmişti. Kız kardeşi evlenmiyordu. Çehov’la söze dökülmeden yaptıkları bir anlaşmaya göre bu kız tüm enerjisini sadece bir erkek için kullanacaktı; ağabeyi için. Ağabeyi de ona asla evlenmeyeceğini hissettirmişti. Onlar birbirlerine yetecekler ve ölene dek zihinlerinin bekaretini koruyacaklardı. Çehov’un kadını Maria, Maria’nın erkeği Çehov olacaktı. Bu durum Maria’nın âşık olduğu Aleksandr Smagin’in evlenme teklifini reddetmesi ile kesinlik kazandı. Bu reddedişi, Çehov’un suskunluğu sağlamıştı: “(Maria Çehov’a bu evlenme teklifi hakkındaki fikrini sorduğunda) hiç yanıt vermedi bana o zaman farkına vardım ki haber hoşuna gitmedi. Çünkü hep susuyordu. Ama ne diyebilirdi ki? Bir başka yuvaya gidip kendime bir yuva kurmak için evden ayrılmamın kendisi için acı olacağını söylemek istemediğini anladım.” Bunun üzerine Maria odasında günlerce ağladı fakat ağabeyi odasının kapısına tıklatarak “Ağlama Maria’m senin için iyi olan neyse onu yap. Alexandr ile evlen. Onun çocuklarına bak, onu sevdiğini biliyorum. Bir daha hiçbir erkeğe de böyle âşık olmayacağının farkındayım,” demedi. Çarmıha gerilen adam Maria’nın günlerce ağlamasına sonra da evlenme teklifini reddetmesi ne izin verdi.
Çehov hastaydı. Doktor kimliği ile başkalarını ne kadar canla başla tedavi etse de kendi tedaviyi kabul etmiyordu. Sürekli kan kusmasını, cahil bir dağ adamı gibi boğazında çıkmış olabilecek herhangi bir yaraya bağlıyordu. Doktorluğu kendi bedenine teşhis koymak istemiyordu. Durumu çok ağırlaşınca Moskova’nın insan sağlığına soğuk nefesler üfleyen ikliminden taşınmak zorunda kaldı. Yalta, yazarımızın sıkıcı mekânı olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.
Baltam üçüncü kez zaman kulesine indiğinde yere bir kadın fotoğrafı düştü: Olga Knipper. Çehov’u ve onun mahremiyetinin muhafızı olan Maria’yı bir bilek güreşinde yenerek deviren kadındı Olga. O birdenbire ortaya çıkıp Çehov’u kendine düğümlemedi. Bunun yerine akıllıca davranıp daha sonra düşmanı olacağı kadınları ayartmak ile başladı işe. Maria’nın en iyi dostu oldu ve Maria diğer arkadaşları gibi bu arkadaşını da ağabeyine altın bir tabak içinde sundu: “Knipper’le biraz ilgilenmeni salık veririm sana. Bence çok ilginç bir kadın.” böylelikle Olga Çehov’un hayatına çok sağlam bir yerden giriş yaptı.

Olga Knipper müzik, resim ve yabancı dil eğitimi almıştı. Moskova sanat tiyatrosunda üç yıl drama sanatı eğitimi görmüştü. Tiyatro onun için bir ibadetti. Mesleği ile kutsal bağı onun en belirgin özelliğiydi. Olga, karakter olarak bir şeyi tutkuyla istedi mi her yola baş vurabilen insanlardandı. Sevimli, zalim, kurnaz, ısrarcı, tehditkâr… tutkusu o kadar kuvvetliydi ki çoğunlukla arzu ettiği şeyin ehemmiyeti bile bu tutkunun yanında önemsizleşiyordu. Çehov’la evlenmeyi delicesine isteyen bu kadın için önemli olan, Çehov’la birlikte bir evlilik hayatı sürdürmek değildi. Resmi olarak onunla evlenmiş olmaktı. Olga önce Maria’nın “İçtiği su ayrı gitmeyen” arkadaşı oldu. Çehov’un meleklerinin hanesine katıldı oradaki kadınları savuşturduktan sonra ise ki bu iki yıl sürdü. Çehov’un metresliğine yükseldi. Kız kardeşi Maria ile Olga’nın arasını açan ilk şey de buydu. Metresliğe geçişi, Maria şüpheleri neticesinde öğrendi.
Ne taptığı ağabeyi ne de taptığı ağabeyine kendi elleriyle sunduğu Olga da bunu ona fısıldama gereksinimi duymamıştı. Maria dışlanmıştı. Bu onu her ne kadar üzse de ağabeyi için en kıdemli yer hala kendisinindi. Zira ağabeyinin bu işi saklamakta ki asıl amacı da Maria’nın üzülmemesini sağlamaktı.
Olga bir metresti. Bir metres, asla yasal bir kardeşin yerini tutamazdı. Olga da bunu bildiği için uygulanması uzun sürecek planını masanın üzerine serdi ve stratejik noktalara işaret ettikten sonra harekete geçti. Çehov hasta bir adamdı ve Yalta’da yaşıyordu; Olga ise tiyatroya tutkundu, aktrislikten vazgeçmeyi düşünmüyordu ve Moskova’da yaşıyordu. Saklambaç oynar gibi arada bir buluşuyorlardı. Olga durumlarını resmiyet kazandırmak istiyordu. Bunu sevimlice mektuplarında belirtiyor sonra işi ısrarı vuruyor, bir taraftan da evleneceklerini dair dedikoduları Moskova’nın aydın çevresine yayıyordu. Tüm bunlara karşı Çehov tepkisizdi. Her ne kadar Olga meleklerin arasından sıyrılıp onun hayatında tek kadın olmayı başarmışsa da Çehov onunla evlenmeyi doğru bulmuyordu. Zaten her ikisi de bulunduğu yerden ayrılamazlardı. Çehov Moskova’ya dönerse ölürdü Olga ise Yalta’ya asla taşınmazdı. O oyunculuğu bırakabilecek bir kadın değildi ama unutulan bir şey vardı, Olga birlikte bir hayat sürmek için evlenmek istemiyordu o Çehov’un karısı olmak istiyordu. Çehov sonunda Olga’nın ısrarlarına teslim oldu. Hayatının son demlerini sürdürdüğünü anlıyordu ve sevgilisini kaybetmek istemiyordu. Onu kaybetmemenin tek yolu ise ayrı yerlerde yaşasalar bile bu kadına nikahı hediye etmekti. Tören kimseye haber verilmeden yapıldı Maria ise metreslik de olduğu gibi evlilikte de olayı bu kuğu bulduktan sonra öğrendi cihazı kız kardeşini onun hayatındaki yerini değişmeyeceğini dahi telgraflar çekip durdu ama Maria telgrafları uzun süre yanıtlamadı. Sonunda Anton Maria’ya ait şu kırgın ifadeleri okudu “…Düşünüyor, düşünüyorum durmadan kafamda birbirine karışıyor düşüncelerim. Ansızın evlendiğini öğrenmem korkunç bir etki yaptı ben de. Kuşkusuz Olga’nın sana er geç yaklaşmayı başaracağına farkındaydım ve böylesine çabuk evlenmeniz yaşamımı altüst etti… kendimi her zamankinden daha çok yalnız buluyorum. Bende bir kötülük ya da buna yakın bir şey olduğunu sanma. Ona Olga’ya biraz kırgınım çünkü bana evlilikten hiç mi hiç söz etmedi. Oysa bu öyle birden oluvermiş bir şey değildi kuşkusuz. Anlamalısın Anton çok mutsuz olduğumu, maneviyatımın çok bozuk olduğunu hiçbir şeye yaramadığını her şeyden nefret ettiğimi anlamalısın. Yalnız seni görmek istiyorum başkasına değil. “Artık Maria’nın kendini arayacağı bir tanrısı yoktu Çehov evlenince, karısı ile kız kardeşi arasındaki çekişmelerle tartaklandı ama bundan daha acısı kendini bu kadar çok seven ve uğrunda kavga eden insanlara rağmen Yalta’da tek başına ölümü beklemesiydi. Karısından kariyerin terk edip onunla birlikte olmasını asla istemedi. Kuşkusuz Olga’yı seviyordu ama Maria da yaptığı hatayı onda tekrarlamadı. Artık kimsenin kaderini yönlendirmek istemiyordu. Karısının zaman zaman vicdan azabı ile yazdığı mektuplara karşılık şöyle yanıtlıyordu onu: “Sen aptalsın tatlım, evlendim evleneli sana tiyatro konusunda bir tek sitemde bulunmadım. Tam tersinde bir uğraşın olduğuna, yaşamında bir amacın olmasına ve kocan gibi boşu boşuna sürünüp gitmediğine seviniyorum.” bu satırların yalan olduğunu, hem ölümün kokusu tenine yayılmış olan Çehov hem de oyunculuktan ve şaşaadan vazgeçmeyen Olga çok iyi biliyordu.

Bununla birlikte evlilikleri, provalardan fırsat buldukça Olga’nın Kırım’a, doktorlarından kaçabildikçe Çehov’un Moskova’ya gitmesiyle sürdü. Çehov eşini son kez ziyaret ettiğinde bunun bir son olduğunu biliyormuş gibi dostları ile konuştu ve onlara vasiyet tınısı ile tavsiyelerde bulundu. Ölümün onu ziyarete geldiği gece eşinden ilk kez doktor çağırmasını istedi. Evlilikleri boyunca Çehov hep doktor çağrılmasına karşı çıkmıştı. Olga telaşla haber gönderdikten sonra Çehov’un kendinden geçip sayıkladığını gördü. Onu kendine getirmek için bir buz torbasını göğsünü koydu. Çehov ona bakıp gülümsedi ve fısıltıyla şöyle dedi “Bomboş bir kalbin üstüne buz koyma.” Doktorun müdahalesiyle bir şey değişmeyince odaya şampanya getirdiler Çehov “Nicedir şampanya içmemiştim,” diyerek yavaşça kadehini bitirdi sonra da sol yanına uzandı. Nefes almıyordu Olga onun yüzüne saatlerce baktı daha sonra bu anı şöyle tarif edecekti “Hiçbir insan sesi duyulmuyordu, günlük yaşamın çalkantısı yoktu. Yalnız güzellik dinginlik ve ölümün büyüklüğü vardı.”
Bir kurban-tanrının yüzünü ölümden daha güzel ne süsleyebilir.