Güzide Ertürk Röportajı/ Zehra Yıldırım

Son dönem Türk Öykücülüğünün başarılı kalemlerinden biri Güzide Ertürk. Kitaplarında gerçeklik kadar hayale de yer veren yazar dünyayı bazen yaşlı bir kadının gözünden bazen de mahalledeki bir çığlık üzerinden anlatıyor.

1985 yılında İstanbul’da doğan Güzide Ertük Porland, Oregon’da yaşıyor.

Zehra Yıldırım, Düşeş, Rüzgargülü Çamlıca, Öbür Dünya Öyküleri, Kaplumbağa Gölgesi ve Loretta kitaplarının yazarı Güzide Ertürk ile yazma rütüelleri, öyküyü kurma denemeleri, yazan kadın olma ve kitaplarındaki toplumsal meselelere dair sorular sordu.

Yazarlara yazmaya ne zaman ve nasıl başladıklarını sormak klasikleşmiş bir şeydir ama ilham verici olduğu için olsa gerek sormaktan kendimizi alamayız. Ben de şimdi size sorayım. Yazmaya nasıl başladınız?  Size yazma cesareti veren asıl unsur nedir?

Yazmak biraz da kendini bulmakla ilgili bir deneyim. Edebiyat, içine istediğim zaman girebileceğim bana özel bir oda gibiydi. Orada kendime ait bir dünya kurmuştum. Bu dünyayı da okuduğum kitaplarla şekillendirmiştim. Çocukluğumdan itibaren bu oda bana her zaman birçok sokaktan, birçok deneyimden daha ilginç geliyordu. Yazmak, edebiyat dünyasındaki yerimi daha belirgin kıldı. O dünyadan çıktığım zaman kendimi hep yarım ve eksik hissettim. Cesaret, daha sonra gelen bir adım. Dünya sizi her zaman o odanın dışına çağırıyor. “Hayır, ben buradayım, burada kalacağım,” diyebilmek de yazmanın öteki yüzü.

Bir öyküyü yazarken onunla cedelleşiyor musunuz? Öyküyü kurduktan sonra yazma aşamasında bozup bir daha mı kurarsınız? Yoksa zihninizde bütün kurgu ve karakterler şekillendikten sonra mı yazarsınız?

İkisi de yazmanın olmazsa olmazlarından. Öyküyü zihinde tasarlamak ayrı bir süreç, yazıya döküp somutlaştırmak ayrı bir süreç. Zihninizde ne kadar şekillendirirseniz şekillendirin, kâğıda geçtiğinde farklı bir hal alıyor. Öykülerle uğraşırım. Onları kolay kolay bırakmam. Ama bu bozup yeniden kurma şeklinde olmuyor. Daha çok karakterleri, olayları dönüştürmeyi seviyorum. Kimi zaman zihnimde yaşayıp olgunlaşıyorlar, kimi zaman da kâğıt üzerinde.

Yazdığınız öykülere karşı acımasız mısınızdır? Eksiltmek ya da olmamış deyip çöpe atmak sizin için kolay mıdır?

Yazdıklarımı çok kolay çöpe atarım ama bir olayı, bir karakteri kolay kolay çöpe atmam. Sadece uygun zamanı ve olgunlaşmayı bekliyordur. Bir gün, bir yerde mutlaka yeniden karşıma çıkar. Yazdığım öykülerle derin bağlar kurarım, o yüzden onlara karşı acımasız davranmam mümkün değil. Ama öyküyü ifade etme biçimi, vücuda geliş şekli önemlidir benim için.

Onun kitaplarını okumasaydım çok eksik kalırdım dediğiniz bir ya da birkaç yazar var mıdır?

Yaşamıma dokunan, ruhun derinliklerinde gezinen birçok kitap ve yazarla tanıştım. Sayıları o kadar çok ki. Bazılarını dönüp dönüp okuyorum.

Bazı yazarlar için, “Eserini yazarken edebi değer taşıdığını biliyordu,” denir. Bu sizin için de geçerli midir? Onları tartabiliyor musunuz? Yoksa bunu okuyucuya bırakmayı mı seçersiniz?

Her yazar, kendi yazdıklarının ilk eleştirmeni ve ilk okuyucusu olmalıdır. Bunu yapamıyorsa yazmasının da çok bir anlamı yoktur bana kalırsa. Öyküye başlamadan önce, “Ne anlatmak istiyorum,” sorusunu, öykü bittikten sonra da “bu öykü beni bir okuyucu olarak ikna edebiliyor mu?” sorusunu her zaman sorarım. Nasıl öyküler yazacağınıza karar vermek kadar nasıl öyküler okumak istediğinizden de emin olmanız gerekiyor.

Yazma ritüelleriniz var mıdır? Ya da size eşlik eden şeyler nelerdir?

Ritüeller hayatın kanıksanamaz bir parçası. Hayatımızı kolaylaştırıyor. Ama zaman bana, ritüeller konusunda esnek olmayı öğretti. Ritüellerin beni kısıtladığını düşünüyorum. Yine de sessizlikten vazgeçemem. Mekân benim için önemli. Mesela “Kaplumbağa Gölgesini yazarken gittiğim bir kitapçı vardı. O kitapçıdaki kafe benim için önemliydi. Kafenin caddeye bakan masalarından birine otururdum. Kitabı yazmayı bitirdikten sonra o kafeye çok nadir gittim. Sanki kitapla birlikte oradaki yazma serüvenim de bitmişti.

Ali Ural’ın yazarlık atölyelerinde yetiştiniz. Yazarlık atölyeleri daha iyi yazma noktasında ne katar?

Eleştiri gücü benim için en önemlisi sanırım. Eserlere, yazılanlara herkesin getirdiği farklı bir anlam vardı. Bu da atölyelere özel bir zenginlik katıyor.

Kimi yazarların öykülerinde tekrar eden sahneler vardır. Hırlayan köpek, ya da tam baş üstünde uçan, her an saldırmaya hazır karga gibi. Bu olaylar ile biz, yazarın yaşamından izler buluruz. Yazdığınız hikâyelerde size -yazara- dair bilgi sahibi olmamıza yarayacak ipuçlarını pek bulamadım. Kendinizi özellikle mi geride tutuyorsunuz? Ya da dışarıdan, gördüklerinizden, toplumsal olaylardan etkilenip yazdığınız için mi eserlerinizde hatıralarınızdan parçalar bulmak güçtür?

Tekrarları sevdiğimi söyleyemem. Yazarı takip eden köpek, her öyküde farklı şekillerde hırlamalı. Bir gün aç olduğu için hırlamalı. Başka bir gün sinirlendiği için. Hatıralarımı kaleme almak için yazmıyorum, bu da öykülere yansıyordur. Anıları kaleme almak, öykünün doğasına aykırı geliyor bana.

Sizin kitaplarınızda yukarıda da dediğim gibi tekrar eden olaylar yok ama yinelenen imgeler var. Ölüm, cesaret, günah işleme, düşüş gibi. Bu imgeleri özellikle kullanmanızın sebepleri nelerdir?

Kimse ölmek istemez. Kimse düşmek istemez. Ama hayat bunun tam aksini söyler. Düştükten sonra, “Bir daha dikkatli olacağım,” dersiniz, hiç beklemediğiniz bir yerde sizi başka türlü bir düşüş bekliyordur. Onları görmezden gelmeye çalışmak bir işe yaramaz. Ben hayatla ve hayatın getirdikleriyle yüzleşmekten kaçmamayı tercih ediyorum.

Hayal gücü ve gerçeklik öykülerinizde hep iç içe. Üstelikte çok sahici mekânlarda yan yanalar. Bunu nasıl böyle iyi kuruyorsunuz?

Hayal gücüne gerçeklik kadar önem veriyorum ve onu yok saymıyorum. Belki bu yüzden olabilir.

Kitaplarınızın ortak bir noktası da kahramanlarınızı sınavdan geçirmeniz. Bu neden sizin için önemli?

Karakterlerimi sınavdan geçirdiğimi düşünmemiştim.

Kitaplarınızda toplumsal sorunları işliyorsunuz. Evsizler, göçmenler… Çığlığıyla mahalleyi inleten bir kadın, kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan Diego. Haksızlıklara karşı çıkmak için yazıyı seçtiğinizi ayrıca okuyucunun da tıpkı kahramanlarınız gibi oturduğu yerden kalkmasını, eyleme geçmesini istediğinizi söyleyebilir miyiz?

 Oturmak, tehlikeli bir alışkanlık. Başta rahat gelebilir ama ayağa kalktığınızda bacaklarınızın ağrıdığını hissedersiniz. Eylemsizlik de bana bir tehdit gibi geliyor. Aramak, bulmak, mücadele etmek gibi kavramlar benim için çok değerli ve hayatın anlamını oluşturuyor.

Ursula K. Le Guin’e sorduğunuz soruyu ben de size sorayım. Türkiye’de hem yazan hem de anne olan kadınların şartlarında ya da karşılaştıkları tepkilerde iyileşme var mı?

Toplumun, insanlara dayattığı kalıplar var. Bu kalıpların dışına çıktığınızda bir şeylere itiraz ediyorsunuz demektir. O kalıplar size yetmiyordur. Sanat, karşı çıkışın somutlaşmış hali gibi geliyor bana. Sanatla uğraşanlar, kendilerine değecek tepkileri yola çıktıkları andan itibaren göze almalı. İyileşme sadece kendi içimizde olabilir. Bunu karşıdan beklemeye hakkımız yok gibi geliyor. Siz merhem aramazsanız, kimse size merhem bulmaz. Her annenin çocuğuyla olan ilişkisi özeldir. Bunu genellemek güç geliyor. Her kadının mücadelesi farklı yönlerde ve alanlarda olabilir. Yazarlıkta da durum aynı. Ben tepkilerde bir iyileşme göremiyorum. Ama kadın yazarlar eskisi gibi değil. Sanırım en büyük farklılık buradan kaynaklanıyor.

Çağdaşınızın kimi kadın yazarların aksine sizin öykülerinizde her şeye rağmen ümit var. Bu özellikle yaptığınız bir şey mi?

Hayır, özellikle yapmıyorum. Ama her şey birbirinin zıttını ya da düşmanını yanında getiriyor. Karanlık bir odaya girdiğinizde ilk aradığınız şeylerden biri aydınlık olabilir. Bir lamba ya da bir perde ararsınız. Hayata ve yazılara bir anlam vereceksek içinde mutlaka umut da olmalı.

Hem Kaplumbağa Gölgesi kitabınızda hem de Loretta kitabınızda kahraman olarak yaşlı kadınları seçtiğinizi görüyoruz. Üstelik ölüme yakın bu yaşlı kadınları bir şekilde mücadeleden vazgeçmeyen, ümitvar olarak kurguladınız. Sizin için yaşlı kadın kahramanlarınızın önemi nedir? 

Hepsinin bende bıraktığı izler ve yansımalar oldu. Ben de bu izleri peşi sıra takip ettim. Karakterler beni farklı yerlere götürdü. Sanırım, son yıllarda yaşadığım Oregon, Portland’ın bunda bir etkisi olmuştur. Kendi kültürümüzün yaşlıları konumladığı yerle, Amerikan kültürünün yaşlıları konumladığı yer farklı. Bu hemen fark ediliyor.

Düşeş’ten Loretta’ya kadar kitaplarınıza baktığımızda artan bir cesaret ve aynı oranda artan bir başarıyla kurmaca üzerine yoğunlaştığınızı görüyoruz. Kurmaca metinler için örnek aldığınız bir yazar var mı? Bundan sonra da yazı hayatınızda kurmaca metinlerle mi devam edeceksiniz?

“Bu hikâye nereye gidiyor?” sorusuna, bir hikâye karakterim şöyle demişti, “Bunu kim bilebilir?”

Âdettendir, her öykücüye bir gün roman yazıp yazmayacağı sorulur. Roman yazmayı düşünüyor musunuz?

Edebiyatın farklı biçimleri ve türleri beni heyecanlandırıyor. Roman da bunlardan biri.

Loretta kitabınızdaki şüpheli çığlık kimindi? Yazarını bulmuşken sormadan geçmeyeyim. O öykü de ayrı güzel. Zeliha’nın aşure yapıp mahalleye dağıtma fikri eyleme geçiş noktasındaki hassasiyetinizi bir kez daha gösteriyor, siz o öyküye dair neler dersiniz?

Belirsizlik ve şüphe, “Şüpheli Çığlık”ın karakterleri arasında dolanıyordu. O belirsizliği yok etmek istemedim. Çığlık, bakışlarda gizleniyor.

1 Comment

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek