Guy De Maupassant’ın Özel Hayatı/ Ayşe Sevim

Annesinin kurduğu hayalleri gerçekleştiren, ömrünün sonunu akıl hastanesinde geçiren Guy De Maupassant’ı tanımak ister misiniz?

Ayşe Sevim ünlü yazarın hayatını adım adım anlatırken yazarın kendine çizdiği yolu ve ulaştığı sonucu gözler önüne seriyor.

Guy de Maupassant’ın herkes gibi bir annesi, fakat herkesin aksine iki babası vardır. Bu cümlede sadakatsiz bir kadının kokusunu boşuna aramayın. Çünkü Guy de Maupassant’ın iki babasının oluşu, gizlice buluşulan yarı karanlık bir yatak odasıyla alâkalı değil. İsterseniz bu karmaşayı kahramanların üzerindeki örtüyü kaldırarak çözelim. İşte buradalar: Laura Le Poittevin, 25 yaşında, alımlı bir genç kız; bir taraftan elleriyle oynuyor, bir taraftan da Zor bir geometri problemini zihinden çözmeye çalışıyormuş gibi aşağı yukarı dolaşıyor. Laura geleceğinin iç açılarını, kosinüsünü, tanjantını hesaplamaya çalışıyor. Daha düz bir söyleyişle, damat adaylarını birbirleriyle kıyaslıyor. Belki onu yakından tanırsak müstakbel bir kocada aradığı nitelikleri tahmin edebiliriz. Laura, edebiyat delisi, Shakespeare düşkün, İtalyanca ve İngilizce biliyor, erkek kardeşi Alfred’in (şair oluşundan ötürü) hayranı ve Gustave Flaubert’in en iyi arkadaşlarından biri.

İçinizden bu kızın önüne, kel, dünya ile ilişiğini kesmiş, orta yaşlı bir yazarı cebinizden çıkarıp koymak geçiyor değil mi? Boşuna zahmet etmeyin. Laura’nın tercihi daha görsel; kadife bakışlı fakat aptal Gustave Maupassant,

Şimdi de örtünün altından çıkan diğer kişiliği: Gustave Maupassant’ı inceleyelim. Uzun süredir Laura’nın ardından atını hızla süren bir Kızılderili gibi koşturuyor. Laura’yla zihinsel yönden yarışamayacağını bildiği için, elindekileri bir sirk cambazının ustalığıyla sunuyor. Kadınların ilgisiz kalamadığı ilkel bir cazibesi var Gustave’ın. Gözleri sevimliliğin, hiddetin, tutkunun topraklarında gezinip duruyor. Onun bu halini alıp çerçevelerseniz, karşınıza kadınların kalplerini kaynar sulara sokan bir adam çıkacaktır. Lâkin âynı adamı entelektüel bir ortama soktuğunuzda, o vahşi Cazibe birdenbire aptallaşıyor, zavallılaşıyor, küçülüyor. Ve kadınları “bu adamdan nasıl hoşlandıkları” fikri tartaklıyor.

Aşk tuhaf bir şeydir. Muhataplarını eşleştirirken zıt karakterleri seçer. İnsan kendinde olmayan şeye doğru sürüklenir. Laura, Gustave’ın doğallığına, basitliğine, tutkusuna, neşesine, kadınları kışkırtan cazibesine doğru sürüklenirken; Gustave ise Laura’nın kibrine, soğukluğuna, titizliğine, asaletine ve aklına doğru sürüklendi. Her ikisi de kendilerinde asla oluşamayacak duyguların kokularıyla, benliklerinden feragat ettiler.

Laura’nın kibri, aşkın ruhunu parçalamasına müsaade etmeyecek kadar kuvvetliydi. Soylu olmayan biriyle evlenemezdi. Gustave’den soy kütüğünü araştırmasını ve eğer soyluluk ünvanı bulabilirse kendisiyle evleneceğini söyledi. Ve Gustave sevgilisini kendine yapıştıracak bir “de” eki bulmak için! atalarının havuzuna daldı. Cesetlerin hayatlarını kurcalayan bu adama ataları merhamet edip istediği bilgiyi verdiler. Jeans-Baptiste Maupassant adında birisine 1752 yılında kralın danışman sekreteri olarak asil unvanı verilmişti. Damat adayı bunu kanıt göstererek “de” ekini alabilmek için mahkemeye başvurdu ve 9 Temmuz 1846 tarihinde istediğini aldı. Çift bu haberden dört ay sonra evlendi.

Evlilikleri başta güzelken, aşkın, her şeyin görüntüsünü değiştiren valizini alıp onları terk etmesiyle değişti. Aşkın boşalttığı yeri, alışkanlık iri cüssesiyle kapladı. Onun valizinin özelliği, aşkın aksine her şeyi olduğu gibi göstermekti. Artık Laura’nın kibri, karamsarlığı, hâkimiyetciliği, düşünsel konulara fazla ağırlık vermesi, Gustave için büyülü değil, son derece sinir bozucuydu. Evdeki bu dayanılmaz kadının verdiği sıkıntıdan hizmetçilerle, genç kızlarla, hafifmeşrep kadınlarla ve kocalarını aldatmayı zevk haline getiren sosyete güzelleriyle kurtuldu. Laura’nın her çeşit kadınla ve kendisini sürekli aldatan kocasıyla ettiği kavgalar, aralarındaki nefreti büyütmekten başka işe yaramadı. Kadın kocasını küçümsüyor, kocası ise kadını zavallı buluyordu; boşandılar.

Gustave ve Laura, biten evliliklerine baktıklarında yıkılmış bir bina gördüler. Kavgalar, şiddet, aşağılamalar, ihanet, huzursuzluk bu binayı paramparça etmişti. İnsan bu binayı kaybettiği için hüzünlenemiyordu bile. Nefret, güzel günleri hiç yaşanmamış kılmıştı. Yıkıntıların içinde parlayan iki mücevhere benzeyen oğullan Guy ve Hervé’den başka, bir zamanlar mutlu olduklarına dair hiçbir belge yoktu ellerinde.

Laura her iki oğlunun da doğumunu şatoda yapmıştı. Çocuklarını alelâde bir evde dünyaya getiremeyeceğini söyleyen anne için bu şatolar kiralanmıştı. Guy tam annesinin istediği çocuktu. Sanki kamındayken, onun zihnine uzun parmaklarıyla şekil vermişti Laura. Çocuk annesindeki üstün akli yeteneğe ve babasındaki vahşi cazibeye sahipti. Alevli sopaları ağzına sokan sirk kahramanları gibi, dünyayı keskin taraflarıyla kalbine sokmak istiyordu.

Laura hayallerini büyük oğlunun üzerine bina etmeye başladı. Onun ünlü bir yazar olacağına inanıyordu. Küçük oğlu Hervé’i ise ne zekâ ne de hırs ziyaret etmişti. Laura bir anne gibi değil de bir bilim adamı gibi davranarak Hervé’i ihmal etti. Bu konuda Guy da ona destek oldu. Birlikte büyümelerine karşın Guy, Hervé’e hiçbir zaman yakın olmadı. Yıllar sonra Hervé rahatsızlanıp akıl hastanesine kaldırıldığında bile ne anne ne de Guy onun için “gerçekten” endişelenmişlerdi. Guy sadece, bu hastalığın genetik özellik gösterip bir gün kendinde görüleceğinden dehşete düşmüştü; Laura da bu hastalığın genetik bir özellik gösterip bir gün Guy’da da çıkabileceğinden endişe etmişti.

Artık ailesini bir merdiven gibi kullanıp yanına çıktığımız Guy de Maupassant’ı tanıyabiliriz. Onu tanımaya, zihninizin koridorların da dolaştığını hissettiren bakışlarından, düzgün fiziğinden, eğitiminden, memuriyet hayatından, edebi çalışmalarından başlamayacağız. Onu tanımaya kalbinden başlayacağız. Her kalp sevme yeteneğini keşfedemez ne yazık ki. Kimi kalpler nefret etmek için, kimi kalpler korkmak için, kimileri de kıskanmak için insanların göğüslerinde barınır. Guy’un kalbi ise haz için yaşıyordu; tıpkı bir hayvan gibi.

Guy’un hayatında sevebildiği iki şey olmuştur, deniz ve ikinci babası. İkinci babası, yani Gustave Flaubert. Flaubert, Guy’un annesi Laure Le Poittevin’in çocukluk arkadaşıydı, O Guy’un edebiyat serüveninde, elindeki kandille genç yazarın 6nünü aydınlatan rehber olmuştur. Hem yazdığı metinleri değerlendirip onu yönlendirmede, hem de edebiyat dünyasındaki ilişkilerini kullanarak Guy’a imkânlar sağlamada, gerçek bir “baba” gibi davranmıştır. Maupassant’ın çevresindeki insanlarla ilişkilerini, bir Drakula’nın taze kanı emene dek karşısındaki insana sarılmasına benzetebiliriz. Kan sıcaklığını kaybettikten sonra, yani karşısındaki insandan daha fazla fayda gelmeyeceğini anladıktan sonra, Guy onları terk ederdi. Bunun istisnası sadece Gustave Flaubert’tir. Guy onu gerçekten sevdi. Normal bir kişilikte -Flaubert’in uğraşlarını göz önüne alarak- bu sevgi tabiidir. Ama Guy normal değildi. Sevmeyi “haz” zanneden bir adamın kalbinde “muhabbet”e rastlamak, kör bir adamın zihninde gökkuşağına rastlamaya benziyor; Flaubert gökkuşağıydı.

Guy’un kalbindeki ikinci gökkuşağını tam olarak “sevgi” diye tanımlayamayız aslında. Onun denize olan düşkünlüğü, denizkızlarının vücuduna benziyordu. Yarısı balık, yarısı insan olan denizkızları gibi Guy da denizi hem seviyor hem de ona karşı haz duyuyordu. Yüzmekle güzelleşen fiziğine hayrandı, kürek çekmedeki meziyeti onu kadınlar arasında popüler kılıyordu. Ayrıca hemen hemen her deniz sefasını, bir kadınla birlikte olarak sonlandırıyordu. Guy’un gözlerinin denize ilhamla baktığını hiç zannetmiyorum. O, denizin derinliğini değil, tadını seviyordu.

Maupassant için hayattaki en mühim şey kendisiydi. Savaş” ta, topçu bölüğünde savaşması gerektiğinde, bunun ölüm demek olduğunu sezen Guy, hemen bir becayiş[1] buldu ve bunu da övünerek çevresine anlattı. Yirmi iki yaşındayken, kendisine yeteri kadar para göndermediği için babasıyla kavgalar ediyor ama çalışmayı düşünmüyordu. Onun kadınlara bakış açısı da “ben” merkezliydi. Ve aşk, âdeti üzerine “ben” diyen insanları köle olarak seçmediğinden, Guy da âşık olamadı. Maupassant’a göre kadınlar, sevilmeye değil, elde edilmeye lâyıktılar. Onun için kadın hafif, küçümsenmeyi hak eden, dünyaya erkekleri tatmin etmek için gönderilen bir canlıydı. Guy, Schopenhauer’a hayrandı. Onun kadınlar hakkındaki sözleri Maupassant’ın dudağında dolaşıyordu. Schopenhauer’un “Kadının önemsiz, kurnaz, sahteci, ikiyüzlü, erkekleri egemenliği altına almak için zayıflığını ve çekiciliğini kullanan alt bir yaratık olduğu” fikri Guy’un zihninden kopya edilmişti sanki.

“İdeal kadın güçsüzlerin icadıdır. Hiçbir kadın ömür boyunca kendisine bağlanılmaya değmez.”

“Kadınları aslında sevmem. Onlar beni eğlendiriyor o kadar. Beni kendi yanlarında tutabilmek için hep kendilerini yenilemeye çabalıyorlar. Birisi bu amaçla benim yanımda hep gül taçyaprağı yiyordu.”

Guy de Maupassant

Yirmili yaşlarında dört kürekçiyi bir araya getirerek kurduğu “Gül Yaprağı” isimli kulüpteki en büyük eğlenceleri fuhuştu. Seçtikleri kadınlarla hepsi birlikte oluyorlar, sonra da bu mühim işi (“) birbirlerine anlatıyorlardı. Bu kızlardan biri olan Mouche, beş kürekçiden hangisinin babası olduğunu bilmeden hamile kaldı. Mouche çocuğunu düşürdü ve ardından da buna pişman oldu. Baba adayları onu şu sözlerle teselli etti: “Üzülme senin için ondan bir tane daha yaparız.”

Bu kulübe girebilmek için geçilmesi gereken cinsel sınavlar vardı ve bu zevk sınavları bazen ölümcül olabiliyordu.

“Büyük öykü… Moule öldü. Bakanlıktaki sandalyesinde saat üçe doğru şefi onu çağırmıştı… Yapay solunum vermeye çalışsalar da boşuna… Bakanlığı bir telâştır sardı. Dernek üyeliğine girişte uyguladığımız eziyetin, onun ölümüne neden olduğunu iddia edenler çıktı. Ama komisere derneğimizin dirayeti nasılmış göstereceğim. Sorusuna “Vay canına tuhhh!” diye cevap vereceğim. Ayrıca bu adamın bu kadar düşük kalitede olduğu hakkında bize önceden bilgi vermedikleri için ailesine dava açacağım. Öldü, öldü, öldü.  Bu kısa sözcük ne kadar kötü. Yani onu artık görmeyeceğiz. Bizim Moule artık yok. Dert değil?!”[2]

Guy de Maupassant

Guy’un hazza dayalı hayat görüşü eserlerine de yansıyordu. İlk tiyatro oyunu, kimi eleştirmenlerce bir yenilik, kimilerine göreyse tam bir sapıklıktı. “Gül Yaprağında Türk Evi” isimli oyunun davetiyelerinde şu cümleler yazıyordu: “Sevgili beyefendi ve dost, gösteri bu ayın 19’unda pazartesi günü yapılacaktır. Sadece yirmi yaş üzerindeki erkekler ve kızlığını öncelikle bozdurmuş bayanlar seyirci olarak kabul edilecektir.”[3]

Oyunu seyreden yazarlardan Goncourt akşam evine döndüğünde, günlüğüne sinirden titreyen elleriyle şöyle yazdı: “Bu akşam genç Maupassant’ın yazıp arkadaşlarıyla birlikte oynadığı “Feuille de Rose” isimli müstehcen bir piyes seyrettik. Mayolarına boya ile seksi resimler çizilmiş olan ve kadın kılığına girmiş erkekler tarafından oynanan bu gösteri gerçekten iç karartıcıydı. Aşk jimnastiğinin taklidini yaparak birbirlerini el ile yoklayan bu komedyenlere sizlerde hangi tepki oluşurdu bilmiyorum.

Piyesin başlangıcında bir papaz okulu öğrencisi cüppe yıkıyor. Sahne ortasında iri bir erkeklik organının önünde oryantal dans yapan kızlar. Hangi doğal edep eksikliğinin böyle bir oyunu seyirciye yönelttiğini kendi kendime soruyor ve tiksintimi gizlemeye çalışıyordum. Maupassant’ın babasının da gösteride hazır oluşu olağandışı bir şeydi. Flaubert gibi o da perde kapandıktan sonra şöyle dedi Evet, evet, bu bir yenilik”[4]

Guy “haz” için, insanî değerlerin bulunduğu zeminden sürekli aşağıya doğru düşüyor, düşerken de etrafa çarpan başından akan kanları şarap zannedip İçiyordu. O zevkten sarhoş olduğunu sanıyordu, hâlbuki bir yaratık olmak üzereydi. O kadar çok ve çeşitli sınıftan kadınla birlikte oluyordu ki, katıldığı toplantılardaki insanların en büyük eğlencesi, onun cinsel rekorlarını konuşmak olmuştu. Sonunda frengiye yakalandı. Cinselliği kutsal kabul ettiği için, hastalığını şu cümleyle ilân etti: “Frengi hastasıyım ve bundan gurur duyuyorum.”

Guy’ın hayatındaki kadınları tek tek incelememiz, yeraltında yaşayan solucanları tek tek saymamıza benzer. On altı yaşından, ölümüne dek pek çok kadına yatak odasını gösteren Maupassant, bu kadınlardan hiçbirini sevmedi. Guy özel hayatını, duygusuz, “pornografik” özellikler taşıyan ilişkilerle doldurdu. Aynaya bakan birinin yansımasını görmesi gibi kadınlar da Guy’u sevmediler. İşte kadınlardan birkaçı;

Kontes Emmanuella Potocka “haz için yaşayanlar” kabilesindendi. Guy’ı ilk gördüğü an, kendi ırkından birine rastladığını anladı. Potocka gözlerinin yaptığı tespitin doğruluğundan emin olmak için, Guy’a altı tane oyuncak kız bebek gönderdi. Guy hamile görüntüsü vermek için bebeklerin karınlarını eski bezlerle doldurdu ve “Hepsi bir gecede” isimli bir notla geri yolladı. Potocka yanılmamıştı.

Emmanuella tuhaf eğlenceler tertip eden biriydi. “Cesetler Şöleni” ismini verdiği bir eğlencesinde davetlilere, cinsel ilişkiden takatsiz kalıp ölen erkek rolünü canlandırtmış ve bu rolü en iyi yapana da yakutla işlenmiş bir kol saati hediye etmişti. Saatte onun yaşam felsefesini anlatan şu cümle yazılıydı: “Ya yaşa ya öl!”

Kontes yarı çıplak erkekleri, eskrim salonunda fırçalarla birbirlerine karşı düello yaptırtmaktan, misafirlerinin cinsel iştahını kabartmaktan, onlara içkili eğlenceler düzenlemekten zevk alırdı, Potocka ve Güy ‘da bu birlerinde aradıkları her şey vardı. İkisi de ilişkilerine sevgiyi bulaştırmaktan hoşlanmıyordu ve ikisinin de sadakat beklentisi yoktu; felsefelerine uygun bir birliktelik yaşadılar. Potocka kendisine yönelmiş iştahlı ağızlardan mahrum olmaya dayanabilecek bir kadın değildi. Ölümü bile bu arzusuna uygun gerçekleşti. Yaşlılığı, gençliğinden intikam alır gibi sefalet içinde geçti ve cesedi iştahlı fareler tarafından didiklenmiş olarak bulundu.

 Guy için her yol haz almaya çıkıyordu. İnsanların korku elbisesini giyip gezdiği bir yeraltı mezarlığını dolaştığında, herkesin aksine o, haz düşüncesiyle oradan ayrıldı. Başlarında dantel başlıklar olan kafataslarıyla, bacaklarına uzun çoraplar giydirilmiş iskeletler ona cinsel zevki hatırlattı. Vakit azdı, insanoğlu kemik haline gelmeden mümkün olduğunca çok cinselliği yaşamalıydı. Turistlerin uğrak yeri olan bu yeraltı mağarasından çıktıktan sonra gördüğü antik Venüs tanrıçasının eliyle mahrem yerini gizleyen hâli, onun bu düşüncesini pekiştirdi. Kadınlar aşağılık ama gerekli yaratıklardı; “Hem saklıyor hem gösteriyor hem perdeliyor hem açıyor hem cezp ediyor hem kaytarıyor. İşte yeryüzündeki bütün kadınların durumu.” Maupassant için avlanmak da hazza ulaştıran bir duyguydu. O ilkelliği tüm hâlleriyle seviyordu. Amour isimli öyküsünde geçen şu cümleler onun av hikâyelerinden çalınmıştı: “…donmuş ırmak üzerinde kaymadan yürüyebilmek için yünler sardığımız ayakkabılarımız gürültü yapmıyordu. Köpeklerimizin soluğundan çıkan beyaz buharı seyrediyordum. İlkel insanın bütün içgüdüleri ve duyguları, aklın ve medeniyetin ılımlaştırdığı hâliyle var bende. Avı bir tutku olarak seviyorum. Kanları tüylerine akmış ve ellerime bulaşmış hayvanlar yüreğimi kasıyor.”[5] Avcılığı için de şöyle der Guy: “Açıkmış bir hayvanın ağzı gibi açılmış olan gözlerim yeryüzünü ve gökyüzünü tarıyor. Evet, dünyayı bakışlarımla yiyorum ve renkleri sindiriyorum sanki.”[6]

Maupassant kadınların ilgisini çekebilmek için de sık sık bu zalim yönünü ortaya koyardı. Goncourt’tan dinleyelim: “(Maupassant, Seinne nehrinden çıkardığı cesetlerden söz eder) …bu cesetlerden tiksinti doğuracak sözcüklerle bahsetmesindeki amaç genç kadınların beyinlerinde yer etmekti. Bir sandalyeye oturmuş, bazen gülümseyen, bazen korkup bağıran Marie Kann, en kutsal sözlerden, çiy sözlerle bahseden ve kadınları tatmin konusunda benzeri olmadığı söylenen, omuzları güçlü bu davetliden gözlerini alamıyordu. Aslında o sıralar nazik yazar Paul Bourget ile flört ediyordu. Etretat boğasını (Guy kastediliyor) ona tercih etmeli miydi? Bu soruyu kendi kendine soruyor ve zamana bırakıyordu. Guy ise, Mane Kann’a olan büyülü duygusal eğilimi ile Yahudi sosyetesinden dığer bir genç bayan olan Genevié ve Straus’a olan entelektüel ilgisi arasında bölünmüş durumdaydı…”[7]

Maupassant, Goncourt’ın bahsettiği Marie Kann’dan gerçekten de hoşlanmıştır. Onun için şöyle der: “Madame Kann, iri ve haleli gözleri, açık pembe teni, yanağındaki beni, alaycı kalkık dudakları, göğüs dekoltesi, umursamaz davranışlarıyla oturmaktadır. Bu kadının alaycı ve ölgün çekiciliğiyle, Ruslara özgü çekicilik birleşmektedir: Gözlerinde çapkın bakış, sesinde saf ahenk. Ama ben aşk peşinde bir genç olsaydım, kendisinden sadece cilvelerini beklerdim. Eğer o benim olsa, dudaklarından ölesiye öpmek isterdim. Bazen kollarını göğsünde bağlayışı, tabutun içinde kefenli bir bedeni düşündürüyor.”[8]

“Haz için yaşayanlar” kabilesinden olup, erkeklerin hayallerini süsleyen Marie ise, evlendikten birkaç yıl sonra bir psikiyatrı kliniğinde delirerek öldü.

Doğruluğu resmiyette ispatlanamayan bir rivayete göre Maupassant’ın Joséphine Litzelmann isimli bir kadından üç tane çocuğu vardı. Maupassant bu çocukları asla kabul etmediği gibi anneleriyle de evlenmeyi düşünmedi. O zaten evliliği aşağılık bir kurum olarak görüyordu. Ona göre, kadının hamile kalması ise başlı başına bir tiksinti kaynağıydı Gebe kadın: “Hayranlıkla hayal edilen olağandışı varlık değil, ırkını sürdürmek için doğurgan bir hayvandı.”

Zannedersem sizde benim gibi Maupassant’ın özel hayatında gezinmekten yoruldunuz. Guy hâlâ “haz” uğruna insanî değerlerin bulunduğu zeminden aşağıya doğru düşüyor. Ama hiçbir şey sonsuza karar sürmez. Maupassant bu hazdan yere çakılacak. Yani elimde sizi ilgilendirecek bir son bulunuyor.

“Her türlü hayvanın, her türlü alt yaratıkların, her türlü iç güdüyle duyacağı arzuları duyuyorum… Hava güzel olunca şehvetli ve gezip dolaşan yabanî hayvanların kanının damarlarımda dolaştığını hissediyorum…” Guy de Maupassant

Fuhuş ve fuhşu daha gizemli hâle sokmak için sürekli kullanılan eter, sonunda yazarın alnına silahı dayadı ve tetiğe bastı. Guy’un bedeni her yerine aynı anda bıçak sokulmuşçasına kan kaybetmeye başladı. İç organları fazladan bir yirmi yıl yaşamışçasına tükenmişti. Tüm bu rahatsızlıklar, Maupassant zemine çarptığı anda vuku buldu. Guy zemine çarpmış ve akli dengesini kaybetmişti. Başlangıçta bellek kaybı zaman zaman yazarı ziyaret ediyor ve ona sonradan pişman olacağı şeyleri yaptırıyordu. Yazar buhran halindeyken intihar etmeye çalışıyordu. Tabancayla beynini patlatmaya kalkışınca uşağı şarjörü boşalttı, İkinci intihar denemesinde tabancasına sarılması bu yüzden sonuç vermedi. O da masanın üzerinde duran mektup açacağını şah damarına sapladı. Sonra da atlamak için pencereye koştu, lâkin akıllı uşak kepenkleri kapatmıştı. Maupassant pencereden sarsarken içeriye uşağı girdi. Yüzü kan içinde olan Guy şöyle dedi: “Bak ne yaptım François. Boğazımı kestim. Bu delilik demek!”

Guy’un arada bir gelen nöbetleri, geldikleri mekânı beğenip yerleşmeye karar verince, yazar akıl hastanesine kaldırıldı. Artık Maupassant diye biri yoktu; sadece beden vardı. Guy’un hep hayal ettiği gibi; sadece beden… Odasının önünden geçerseniz onun bağrışlarını duyabilirsiniz: “Bu bina frengililerle dolu, frengililerle…Şeytan odamda dolaşıyor, şeytan… Her tarafta böcekler var, ezdikçe çoğalıyorlar, böcekler bana morfin atarak saldırıyor… Ha ha ha!

Tanrı Eyfel kulesinin tepesinden dün öğleden sonra tüm Parislilere Monsieur de Maupassant’ın, Tanrı’nın ve İsa’nın oğlu olduğunu ilan etti… François, aptal uşak, beni bir tavuk ve bir keçi ile cinsel ilişkide bulundu diye nasıl Tanrı’ya şikayet edersin… Tüm Katoliklerin midesi yapay… Ha ha ha! Benim de bir midem var bana on bin franka mal oldu. Her yarım saatte bir yumurta yemediğim için de patladı… Giydirin beni günahlarımdan arınmayacağım, trene binip gideceğim… Tanrı aptal bir ihtiyardır… İsa annemle yattı, ben Tanrı’nın oğluyum…” Maupassant’ın ölmeden önce doktorlar tarafından koyulan son tanısı, onun hep arzuladığı şeydi: Yazar kendini hayvanlarla özdeşleştirmişti.


[1] O tarihte kişiler, ücret karşılığında askere kendi yerlerine başkalarını gönderirlerdi.

[2] Troyat Henri: Guy de Maupassani Fransız Edebiyatının Özgür Tayı, Hece Yayınlan, 2004, syf:39 4. Age, 5yf:43

[3] A.g.e. s.43

[4] A.g.e.s.44

[5] A.g.e.s.110

[6] A.g.e.s.116

[7] A.g.e.s.118

[8] A.g.e.s.118

1 Comment

  1. İlk önce bir hikâye okuyorum zannettim. Meğerse gerçekmiş. Bu yazarı tanıdım ve iyi ki hiç kitabını okumamışım dedim. Hayatı bir kere yumru gibi oturduysa yüreğime yazdıkları da bu hissi verecekti eminim ki. Ve okuduklarımın verdiği his hayatımdan bazen zor çıkıyor, bir anda bir yerlerde gün yüzüne çıkıveriyor. Teşekkürler...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek