Fahreddin Paşa ve Medine Müdâfaası/ Ayşe Sevim*

“Çöl Kaplanı” lakabıyla anılan, Mekke ve Medine aşığı Fahreddin Paşa’yı vefatının sene-i devriyesi sebebiyle rahmetle anıyor, şair, yazar Ayşe Sevim’in yazısını okumanızı tavsiye ediyoruz.

Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nda kezzap şişesine girmişti. Mehmetçikler eriyordu. Cephelerde tozlar uçuşurken, Arabistan’da da isyan hazırlıkları vardı. Şerif Hüseyin Osmanlı’ya bağlılığını bildiren mektuplar yazmasına, Hicaz valisi ile birebir görüşmesinde Osmanlı’ya olan şükranını ifade etmesine rağmen ihanet edecekti. Kapalı kapılar ardında Şerif Hüseyin’e çöl akşamları kadar güzel bir gelecek va’d ediliyordu çünkü. Kurulan çay masasında İngilizlerin anlattığı masala inanıverdi Hüseyin’le oğulları. -Şerif Hüseyin’in etki altında kalan biri olduğunu fark eden II. Abdülhamid Han, onu ve çocuklarını taltif ederek İstanbul’da gözaltında tutmuştu. II. Meşrutiyet’le birlikte bu denetim kaldırıldı ve Şerif Hüseyin’in Mekke’ye gitmesine müsaade edildi. Ardından 1908 yılında Mekke Emiri tayin edildi, Bizler de alametleri görmemize rağmen Arapların isyan edebileceklerine son ana kadar inanmadık. Henüz yirmili yaşlarda olan İngiliz casusu Lawrence, kopmaz dediğimiz bu bağı diliyle parçalayacak, Arabistan’ın birbirleriyle geçinemeyen kabilelerini Türklere karşı birleştirecekti hâlbuki. Mekke ve Medine’deki Osmanlı sancağı indirilecekti.

Şimdi hikâyenin başına gidelim. Osmanlı Devleti, Hicâz Vâlisi Gâlip Beyin rahatına düşkünlüğü ve kendisini uyaranları dikkate almayışı yüzünden Şerif Hüseyin’in faaliyetlerini çok geç hissetti. Devlet, Harameynde neler olduğunu takip etmesi için 12. Kolordu Komutanı Fahreddin Paşa’yı Hicâz’a gönderdi. Görünüşte bu bir ziyaretti.

Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Suriye’nin cenûb bölgesinde bir teftiş yapan 12. Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa’nın Medîne-i Münevvere ziyaretine müsaade ettiğini yazmıştı. Onun namına gereken ikramı paşaya göstermesini de bu mektupta rica etmişti. Elbette Faysal, Fahreddin Paşa’nın ‘ziyaret için’ gelmediğini anladı.

Fahreddin Paşa, Hicâz’a geldikten sonra Şerif Hüseyin’in oğulları Ali ve Faysal tarafından hürmetle karşılandı. Paşayı davet ettikleri yemeklerde Arap askerleri çeşitli bedevi oyunları oynuyorlardı. Kılıçlar yıldızların altında parlarken naralar atılıyor, İngilizlerle nasıl çarpışacaklarını resimleyen kasideler okunuyordu. Bu şaşalı ev sahipliğine rağmen bir sabah Şerif Hüseyin’in oğulları arkalarında mektup bırakarak babalarının yanına Mekke’ye gittiler. Mektuplarında veda etmeden çıktıkları için paşadan özürler diliyor ve hâlâ Osmanlı’ya duâlar ediyorlardı. Fakat bu habersiz gidiş, Osmanlı’nın sırtına bıçak sokulacağını gösteriyordu. Mektuptaki mürekkep kurumadan oğullar, Osmanlı karakollarına ve demiryollarına saldırmaya başladılar zaten. İngiltere, Şerif Hüseyin’e müstakil bir Arabistan kurmayı va’d etmişti. Bu uğurda silâh, cephâne, erzak ve para yardımı yapılacaktı. Böylece isyan fiilen 23-24 Mayıs 1916 gecesi başlamış oldu. Oğullar Medine’den ayrılırken daha önce de dediğimiz gibi Osmanil karakollarına ve demiryollarına saldırmaya başladılan Şerif Hüseyin ise Mekke, Taif ve Cidde’yi ele geçirmeye çalışıyordu. Böylece önce fiilen Medine de başlayan isyan, bir hafta içinde Mekke ile çevresine yayıldı. Hicâz vâlisinin basiretsizliği yüzünden Mekke ve Cidde de bulunan Türk garnizonları isyana hazırlıklı değildi. Hüseyin, Türk muhafızlara saldırıp – İlk Ecyad Kalesi’ne saldırılmıştı- şehri içeriden harap ederken Taif ve Cidde’de çarpışmalar alevlendi.

Lawrence isyana şekil veren adamdı. Başta Arap kabilelerinin pek çoğu bu İsyana katılmamıştı.Türklerin isyancı Arapları püskürtebildiğini görünce savaş stratejisinde yeniliğe gitmeye karar verdi. Türklerle karşı karşıya yapılan muharebede Araplar dağılıyordu. Fakat çöl insanı bir şimşek gibi görünüp kaybolma yeteneğine sahipti. Vur kaç! Medine ve Hicaz demir yolu boyunca bulunan Türk kıt’alarına böyle saldıracaklardı.Çölün ortasındaki açıkta kalan askerlere karşı Araplar, her an yer değiştiren kum tepeleri arasında gizlenerek hücum edeceklerdi, Hayalet gibi. Lawrence Arapların asla bir İngiliz’den emir almayacağını bildiğinden bir şeyhe ihtiyaç duyuyordu. Kendi fikrini şeyhin stratejisiymiş gibi göstermesi lazımdı.Ajan, Şerif Hüseyin’i bu iş için yaşlı buluyordu. Oğullarından Abdullah da tombul ve rahatına düşkün biriydi ona göre.İngiliz casus, Ali’yi saf, Zeydi de soğuk ve heyecansız gördüğünden onların da üzerlerini çizdi. Geriye Faysal kalıyordu. Lawrence bu İsmi daire içine aldı.

MEKKE SEFERİNDEN VAZGEÇİLİYOR

Mekke hazırlıksız yakalanmıştı isyanı oradaki askerlerin bastırması mümkün değildi. O zaman Osmanlı Şu soruyu sordu: “Mekke’ye bir sefer yapılabilir mi? ”Başkumandan Enver paşa kat’i kararını vermeden Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’yla saatlerce görüştü. Bölgeye gönderilen uzmanların raporları incelendi. Mekke’yi geride bırakmak dindar olsun olmasın hiçbir Osmanlı komutanının rahatça alabileceği bir karar değildi. Fakat seferi yapabilmek için de en az bir tümen lazımdı. Devlet ise evlatlarını avuç avuç birinci dünya savaşında cepheye sermişti. Uzun tartışmalardan sonra Hicaz’da müdafaada kalmaya karar verildi. Çıkan sonuçtan masadaki kimse memnun değildi. Yüzler asılmış, eller masaya birer et parçası gibi bırakılmıştı. Zarûret. Bu kelime demir bir leblebi gibi boğazlara takılıyordu. Sesler bir hırıltı gibi çıktı: “Mekke’ye gidilmeyecek fakat yine de Medine’nin müdafasına devam edilecek. Medine ile beraber onun damarı ve nefes borusu olan Hicâz demiryolları da korunacak ve savunulacak! “

Şimdi biz karargâhtaki tasalı komutanların yanından ayrılıp hızla Medine’ye gelelim. Osmanlı Devleti çıkan isyan karşısında hızlıca Şerif Hüseyin’in görevine son verip buraya yeni bir emir göndermişti. Yeni emir daha önce İstanbul’da yaşayan, Şerif Ali Haydar Paşa’ydı. Paşa’nın Şerif Hüseyin’in etrafına toplanan kabileleri bir mıknatıs gibi tekrar Osmanlı tarafına çekmesi bekleniyordu. Yeni emir, Şerif Hüseyin’in patlattığı bombaları parmağının ucunu ıslatarak söndürecekti güya. Başlangıçta sonucun iyi olacağına yeni emir de inanıyordu. Kendisini pek çok bedevi ziyarete gelmişti. Şerif, kabile şeyhlerine devletin hâlâ sapasağlam olduğunu göstermek için ihsanda bulunuyordu. Ali Haydar, Şerif Hüseyin’i şımartılan urbanın hizaya sokulmasının ancak dik durmakla gerçekleşebileceğini yazıyordu. fakat meşrutiyet dik duramıyordu. Abdülhamin’in sımsıkı düzeni yoktu, paşalar iyi niyetle de olsa anlık kararlarla hareket ediyorlardı. Üstelik Meşrutiyet, Sultan Abdülhamid’in tam aksine ‘dinsiz’ görülüyordu. Dinsiz, cephelerde varlık göstermeyen, aklı karışık bir devlet vardı ortada. Bu devletin Şerif Hüseyin’in dağıttığı İngiliz altınlarıyla yarışabilecek parası da yoktu. Ali Haydar bir algı operasyonunun peşindeydi. Örneğin Cemal Paşa, tâmire ihtiyacı olan demir yolunda ücretle bedevilerin çalıştırılıp çalıştırılmayacağını Şerif Ali Haydar’a sorduğunda, Ali Haydar bunun uygun olmayacağını bedevilerden başlangıçta hiçbir şekilde yardım istenmemesi gerektiğini söylemişti. Fakat bedevilerin algısı istendiği şekilde yönetilemedi.

Şerif Hüseyin’in özgür Arabistan krallığının, bol altınının, silahlarının aksine Ali Haydar; ölmek üzere olan bir devlete bağlılık’ yemini toplamaya çalışıyordu çünkü. Gerçi bu yemini eden ve Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaş’ından sedyede çıktığını gördüğü halde yemininden dönmeyen kabile reisleri de vardı. Onlar Şerif Hüseyin tarafından İslam’a ve Arap milletine karşı hainlikle suçlanıyor ve yaptıklarının yanlarına kalmayacağı ifade ediliyordu. Fakat savaş hiçbir zaman kendisinden umulan sonuçları vermez. Bu isyan da nihayete erdiğinde kanlı bir mahkemeye dönüşüp sonuçları belirleyecekti. Şerif Hüseyin kimseden hesap soramayacaktı. Aynadaki aksinden başka. , Fakat Şerif Hüseyin henüz yaşayacağı pişmanlıktan haberdar değildi. Zaferden zafere ilerliyordu Önce Mekke şehrini ele geçirdi, ardından İngiliz donanmasının yardımıyla Cidde’yi ve bir müddet sonra da Taif’i zapt etti. Şerif Hüseyin Lawrence’a dayanarak Kızıldeniz kıyısındaki limanlara da sahip oldu. Bu gerilemeden Osmanlı Devleti sıkıntı duysa da gerekli askeri müdahaleyi yapamıyordu. Fahreddin Paşa’nın durumu da mercek altına alınmaya başlandı. Paşanın Medine’nin savunması için yeni kuvvetler talep etmesi Enver Paşa’yı kızdırıyordu. Enver Paşa an’a odaklandığı için kızmakta haklıydı. Fahreddin Paşa’nın askeri dehasını anlayabilmek için o sıcak cephelerin içinden sıyrılmak, havaya zıplamak, devletin o anki durumundan kurtulup bir yüz yıl sonrasına bakabilmek gerekiyordu. Fahreddin Paşa, Medine ile irtibatı kopmuş bir milletin felaketini sezdiği için asker ve mühimmat konusunda ısrar ediyordu. Onun bu tavrı askerlikle manevi hisleri birbirine karıştırdığı, soğukkanlı kararlar alamadığı zannını oluşturmuştu. Paşa, asker sevk edilmesi konusunda Hicâz’ın ikinci hatta üçüncü mevki’ bir cephe olduğunu kabul etmiyordu bir türlü. Hicâz’a en az kuvveti ayırmak ve gücü Filistin cephesine akıtmak lâzımdı. Çünkü Filistin Cephesi düşerse Hicâz da düşecekti. O yüzden öncelik Filistin’e verilmeliydi. Hicâz’a kuvvet göndermek tüm savaş masaya yatırıldığında delilikti. Bu sebeple Enver Paşa, Fahreddin Paşa’yı görevinden almaya karar verdi.

MUSTAFA KEMAL MEDİNE’YE Mİ GELECEK?

Enver Paşa, Cemal Paşa’ya; “Hicâz Seferi Kumandanı Fahreddin Paşa’dan gelen raporlardan, kendisinde lüzumlu derecede azimle metânet bulunmadığı anlaşılıyor.” demişti. Cemal Paşa da Fahreddin Paşa’nın görevden alınması gerektiğine inanıyordu. Enver Paşa’nın aksine o, Fahreddin Paşa’nın azim ve metânetinin kâfi olduğunu lâkin umumi vaziyeti pek iyi kavrayamadığım düşünüyordu. Bu vazife için önce Miralay Albay İsmet Bey’in adı geçti. Fakat İsmet Bey yaşının küçüklüğü nedeniyle muvâfık bulunmadı. Sonra ikinci bir isim üzerinde duruldu; Mustafa Kemal. Mustafa Kemal yıldızı parlamış mühim bir komutandı. Cemal Paşa heyecanla; “Mustafa Kemal Paşa gönderilirse müteşekkir kalacağımızı arz ederim, kendisi pek namuslu vatanperverdir, tayinini rica ederim,” diye yazan bir telgraf gönderdi.

Şimdi Enver Paşa’nın yanına gidelim. Bazı tarihçiler onun ‘Mustafa Kemal’ adını farklı nedenlerle seçtiğini söylerler. Bakışların üzerine çevrildiği bu hırslı komutanı zor bir görevle yıpratmak, halkın gözünden düşürmek istediğini yazarlar. Kıskançlık! Enver Paşa geleceğin kokusunu almaktadır sanki. Mustafa Kemal’in Işıltısını karartmak lazımdır. Medine’deki bir başarısızlık ise, üniformada çok koyu gözükecektir. Durum Mustafa Kemali’ bildirilir, Enver Paşa’nın emrine İtaat etmek zorunda olan Mustafa Kemal görev yerine geçmeden önce Cemal Paşa’nın yanına Şam’a uğrar. Tarih 10 Şubat 1916’dır, 11 Şubat’ta Genelkurmay Başkam Ali Fuat Erden Bey’le buluşulur. Tam bu esnâda Enver Paşadan Medine İle ilgili yeni bir telgraf gelir. Telgraftaki büyük soru şöyledir:

“Acaba Medine’yi savunmak yerine boşaltmalı mıyız?”

Hicaz’ı boşaltıp Filistin’deki harp neticesini lehimize çevirmek için Hicaz’ın ulaştırma vâsıtalarından ve kıt’alarmdan fayda muvafık olur mu? Bu sûretle Filistin’deki vasıtaların ve kıtaların artırılması şüphesiz manevi muvaffakiyet teşkil eder, bunun Hicaz’ın boşaltılmasına değeceğini zanneder misiniz? Hicaz’ı boşaltırsak Suriye’de önemli bir kargaşalık çıkabileceğini zanneder misiniz? Bu boşaltma işi gerçekleşirse ondan gelecek kıtalar ne kadar zaman sonra Filistin’de faaliyete geçebilirler?

İngilizler Sina cephesindeki kuvvetlerini durmaksızın artırmakta ve Filistin’e taarruza hazırlamaktadır. Bundan dolayı bu cephedeki kuvvetlerimizi takviye etmek zorundayız. Hicaz isyanının genişlemesinden ve kuzeye yayılmasından dolayı Hicaz Cephesi’nin takviyesine mecburiyet vardır, Hicaz’ın her takviyesi Sina cephesinin aleyhine olmaktadır. Âsiler Hicaz hattına ve trenlere her gün tecavüz etmektedirler. Bu yüzden Hicâz nakliyatı çok güç ve geç olmakta ve Hicaza fazla lokomotif ayrılmaktadır. Dar hattın gücünün mühim kısmı Hicaz nakliyatı tarafından yutulmakta ve Hicaz nakliyatı yüzünden Sina cephesine demir yolu nakliyatı azalmaktadır.Hem Filistin’i müdâfaa hem Hicaz’ı muhafaza etmeye maddeten muktedir değiliz. Kudüs düşerse Hicaz demir yolu da kesin düşecektir. Fakat Medine boşaltılırsa Filistin’i kurtarma İhtimali olur. Vesaire, vesaire, vesaire…”

Bu soru eninde sonunda sorulacaktı. Cevabı da belliydi. Paşalar Medine’nin boşaltılmasını uygun gördüler. Fakat tam karar alınırken elektrikler kesildi. Cemal Paşa başını kaldırıp Mustafâ Kemal ve ordu kumandanına baktı. Şamdanlar getirildiğinde ordu kumandanının sapsarı yüzü görüldü. Kumandan bu karanlığın manevi bir işaret olduğunu düşünüyordu. Odadaki karanlık buradan çıkıp ana vatandaki suratına yapışacaktı sanki. Artık ifadelerimizde müslüman nurunun yerine kapkaranlık lekeler mi taşıyacaktık acaba? Nûr-u Muhammedi, alınan bu kararla bizi terk mi edecekti? Cemal Paşa da huzursuzdu. Elleriyle oynayıp duruyordu. Onların aksine Mustafa Kemal etkilenmişe benzemiyordu. Kendisi boşaltmanın nasıl tatbik olacağı konusuna odaklanmıştı. “Kıt’alar demiryolu ile gönderilemezler. Yaya olarak gitmeleri gerekiyor. Vagonlarda sadece su, erzak, hasta ve yaralı ov malı. Askeri kıt’alar trenin iki yanında, önünde, öncü, yancı, artçı olarak hareket etmeli. Bu da gündüz her taraf sıcaktan kavrulurken yol almak, akşam da saldırılar yüzünden kale nizamında kalmak demek. Gece dinlenmeden ertesi sabah yeniden yürümek zorunda kalacağız. Bu da yüzlerce kilometre yolu devamlı çarpışa çarpışa yürümek demek. Altı yüz kilometre ateş hattından bahsediyoruz.”

Sonuç felaketti. Mustafa Kemal baştan mağlup olunacak böyle bir harekete girmeyi kabul etmeyecekti. Cemal Paşa’nın gözlerine bakarak, tane tane konuşmaya başladı: “Mademki Medine’nin boşaltılmasına karar verildi, sadece bu kararı tatbik etmek için benim Medine’ye gitmem münasip olmaz. Savunma yapılmayacaksa ki yapılması uygun değil, şimdiye dek Medine’yi kim müdâfaa etmişse boşaltmayı da onun yapması akıl ve mantığa uygun.” Cemal Paşa onun bu isteğini haklı bulmuştu. Anafartalar kahramanının Ravza-i Mutahhara’yı düşmana bırakıp dönmesi ve memleketinde bu anıyla gözükmek istememesi normaldi. İş Fahreddin Paşa’ya düşüyordu. Fakat o da boşaltmayı gerçekleştirmeyecekti. Kendisine boşaltma emri geldiğinde eliyle şakağını ovup; “Bunu yapamam!” diyecekti. Tellerden şu cümlelerin içinde geçtiği uzun bir telgraf yürümeye başlayacaktı o zaman. Asıl maksat buradaki kuvvetten şimalde faydalanmak ise acaba Medine  bir piyade alayı ve batarya olsun bağışlanamaz mı? Ve bu kuvveti yaşatacak kadar Medine’ye erzak gönderilemez mi? ” Fahreddin Paşa azıcık bir kuvvetle son âna kadar Medine’de kalmak için yalvarıyordu. Lawrence’ın; ‘Türklerin tasavvur edilecek en budala savunması’ denilen bu stratejisini Enver ve Cemal Paşa kabul etti. Türkler dünyaya büyük bir budalalıkla (!) daha adlarını geçireceklerdi.

MEDİNE BOŞALTILIYOR

Hastalar, tebdil-i havaya ihtiyaç duyan erler, subay ve memur aileleri, lağvedilen 130 alayın bir taburu, Mevlevi Sıhhiye Bölüğü ve yerli ahâli şehirden ayrılıyordu. Kırk bin kadar kişi istasyona doğru yürüyordu. Tren istasyonunda karmakarışık eşyalar, parça parça denkler, tahta valizler, küfeleriyle hamallar, nereye intizam vereceğini bilemeyen ve ellerini sık sık başlarına götürüp kaşıyan jandarmalar vardı. Ağlayan kadınlar, birbirine veda eden erkekler, ayaklar arasında dolaşan çocuklar, el sallamalar, dudaklarını ısırarak kanatmalar vardı. 14 Mart 1917 günü şehirden biri daha ayrılıyordu. Buraya büyük ümitlerle gönderilen Emir Şerif Ali Haydar Paşa’ydı bu kişi. Osmanlı artık buraya bir emir tâyin etmenin lüzumsuzluğunu kabul etmiş ve onu geri çağırmıştı. Emir, yanında oğulları olduğu halde istasyona girince karmaşa âniden dondu. İnsanlar Şeyh Ali Haydar’a açılmış kocaman gözlerle bakmaya başladılar. Demek o da gidiyordu. İstanbul gerçekten elini çekiyordu Medine’den. Kalabalıktan birkaç kişi, bu donmuş ânın içinden dışarıya atlayıp şeyhin ellerini ayaklarını öpmeye kalktı hemen. Şeyh ise kendisine sarılan bu insanlara gülümseyemedi. Keder dudaklarını oynatmasına izin vermiyordu. Borular çaldı, tren düdükleri öttü. Ali Haydar Paşa tren camından Medine’ye bakarken; “Burayı kime bıraktık?” diye düşünüyordu. O esnada üniformasının içinde duygularını belli etmeden dimdik duran Fahreddin Paşa zihninden konuşarak cevap verdi şeyhe: “Osmanlı’ya, biz hâlâ buradayız.” Şehirden sadece insanlar ayrılmıyordu. Kutsal emanetlerin önemli bir kısmı da İstanbul’a gönderiliyordu. Yıllarca pâdişâhlarca, vezirlerce ve İslâm büyüklerince hediye edilen elmaslar, incilerle süslenmiş kılıçlar, şamdanlar, avizeler, buhurdanlar, rahleler, teşbihler, zümrüt askılar, el yazmaları kitaplar Hazret-i Peygamber (s.a.v)den ayrılmanın derdiyle, ağırlığıyla yola çıkıyorlardı.

Lawrence diyordu ki; “Bizim gayemiz Medine ve Hicâz demir yolundaki düşman kuvvetlerini yok etmek değildi. Aksine Medine’deki ve Sina cephesinden uzak diğer yerlerdeki Türk kuvvetleri, bulundukları yerlerde mümkün olduğu kadar kuvvetli kalsınlar istiyorduk. Böylesi bizim çıkarımıza uygundu. Ancak böylece dar hattın gücünün önemli bir kısmı Hicâz’a gönderilmiş ve Sina nakliyatı zayıflamış olurdu. Sina cephesine en etkili yardım da gerçekleşirdi. Askerlik bakımından incelendiğinde Medine’nin zaptı bizim için faydasızdı. Zaten Medine düşerse artık bu demir yolunu savunmaya hâcet kalmaz, boşalır ve tüm güç Sina’ya akardı.



Fahreddin Paşa, Medine’de Mescid-i Nebevîde bir Alay sancağına nişan takarken, 1916-1918. IRCICA Arşivi

Medine’yi aldığımız takdirde gerçekleşecek diğer bir sıkıntı ise esirleri Mısırda beslemek ve muhafaza altında tutmak için kuvvet ayırmak olacaktı. Bizim hedefimiz, düşman kuvvetleri değil, dinamitti. Bir köprünün, az veya çok uzunlukta bir demir yolu parçasının, bir lokomotifin tahribi birçok Türk askerinin öldürülmesinden daha faydalıydı… Biz de bir düzine tahripler ve havaya uçurarak hiçbir zaman tamamıyla işlemeyecek hale de getirmeliydik demir yolunu. Kısaca Medine’ye tren hep işlemeliydi. Fakat mümkün olduğu kadar fazla zâyiat, fazla güçlükler ve fazla gecikmelerle ve ancak zar zor işlemeliydi. İşte bizim stratejimiz buydu.” ‘Tüm bu stratejiyi Osmanlı askeri de hesap edebiliyordu. Fakat ne Enver Paşa ne Cemal Paşa ne de Fahreddin Paşa Medine’yi bırakmaya yanaşamıyorlardı. İçlerinde sürekli konuşan bir ses, bu savunmanın anlamının savaş stratejilerinin üzerinde olduğunu söylüyordu, Kâğıtlardaki planlarda götürmeyen bir sebep için Medine terk edilmeyecekti Biz hikâyemize kaldığımız yerden devam edelim.

ÇEKİRGELER

Hâlâ 1917 yılının içindeyiz. Lawrence İle Şerif Faysal’ın kuvvetleri Kızıldeniz kıyısındaki Cidde ve Yenbu’dan sonra üçüncü önemli liman olan Elvecih’i de ele geçirdiler. Elvecih düşünce o güne kadar bize sâdık olan kabilelerin çoğu da asilere katildi. Artık isyan kuzeye hatta Akabe’ye doğru yayılıyordu, Bir yandan da demiryolu sürekli tahrip ediliyordu. Bu esnâda Fahreddin Paşa da kapandığı Medine şehrinde âsilerin bombardıman edemeyecekleri kadar uzaktan çepeçevre bir tahkimat sistemi kurmuştu. Yine Medine’den kuzeye giden Hicâz demiryolunu muhafaza için yol boyunca garnizonlar halinde belli noktalar takviye etmişti. Daha önce de yazdığımız gibi Lawrence bu tavra; ‘Türklerin tasavvur edilecek en budala savunması’ diyordu. Medine’yi ablukada tutmak, içeriye toz uçurmamak. Faysal’ın kardeşi Abdullah’ın göreviydi. Medine’ye gelecek erzak kafilelerini Fahreddin Paşa’ya ulaştırmamaya çalışıyorlardı. Abdullah ve askerleri şehre tehdit ve hakaret dolu notlar atıyorlardı.

Yıllarca İstanbul’da yaşayan Abdullah, Sultan Abdülhamid’in sağladığı eğitim olanakları sayesinde tüm inceliklerine haiz olduğu Türkçeyi işte burada, bu notları hazırlamak için kullanıyordu. Medine açtı. Askerler yiyecek bir şey bulamıyordu. Hayvanlar yiyecek bir şey bulamıyordu. Bu arada Akabe de isyancıların eline geçti. Mekke’nin zaptından sonra Akabe başarısı, birbirlerine itimâdı olmayan Arapları birleştirmişti. Onlar İngilizlerin önlerine yuvarladıkları gayenin etrafında toplanırken, göklerdeki bir ordu da Medine’ye doğru hareket etmeye başladı. Afrika’nın çekirgeleri… Bu çekirgeler göğü kararta kararta Sina Çölü’nü geçtiler ve Medine’ye ulaştılar. Bir avuç Osmanlı askeri başlarını kaldırdığında göğü dolduran bu hayvanları gördü. Yiyecek bulunmuştu. Fahreddin Paşa askerlerinin karşısına geçerek, bu hayvanın lezzetinin serçeden farkı olmadığını söyledi. Ve onların önünde tadını çok güzel bulduğunu söyleyerek ilk çekirgeyi yedi. Osmanlı erleri bu böceğe önce tuhaf tuhaf baktılar, ardından da komutanları gibi onlar da karınlarını böylece doyurdular. Lawrence’ın ise sinirleri bozulmaya başlamıştı. Ne yani çekirgeyle mi beslenecekti şimdi Fahreddin Paşa ve askerleri? Abdullah’ın bedevileri gökten yağan bu erzakın girişine mâni’ olamıyorlardı elbette. Budala savunma uzamaya başlamıştı.

MONDROS MÜTAREKESİ

Osmanlı cephelerde erimeye devam ediyordu. Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi, Irak’ı ve tüm Arabistan’ı kaybetti. Artık Bağdat, Basra, Şam, Beyrut, Musul, Kudüs, Yafa, Hayfa, Halep yoktu. Koca Hicazda sadece Medine vardı. 31 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Mütarekesi imza oldu. Savaş bitmişti. Silâhlar indirildi. Pek çok ana, eş. çocuğun nerede gömülü olduğunu bilmediği bir şehidi vardı artık. Okunan Fatihalar dudaklardan çıkınca kilometrelerce ilerleyerek, çöller, denizler, dağlar aşarak şehidlerin yanına gidiyordu. Sadece o Fatihalar biliyordu tazecik delikanlıların yerlerini.

Şimdi İstanbul’a gidelim. Soğuk bir İstanbul günüydü. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa öğle vakti odasında mektup yazarken bir taraftan da gözyaşlarını siliyordu. Mektubun son cümleleri şöyleydi: “Düşmanlarımın bile hayret ve takdirini çeken fedakârlığınızı bu ağır yüke dahi tam bir itaat ederek taçlandıracağınıza eminim. Senelerdir muharip bulunmamıza rağmen hakkımızda el’an hayır ibrazından geri kalmayan Büyük İngiltere Devleti’nin âlicenablık duygularından emin olmanızı rica eder ve pek yakında vatanımıza salimen dönmenizi lûtf-i Hakk’tan temenni ederim.”

Bu mektup, Medine için yazılıyordu. Fahreddin Paşa’ya: “Artık dön, her şey bitti!” deniliyordu yani, Fakat mektubun Medine’ye ulaştırılması sıkıntılıydı, İstanbul ile Medine arasında kıyametler kopuyordu. Karayolları tıkalıydı. Aradaki toprakların çoğu düşman işgalindeydi. Medine’ye bu haber, resmi kaynaklara göre sadrazamın emri yazışından ancak iki gün sonra ve İngiliz telsizlerinin yardımıyla ulaşabildi. Fahreddin Paşa telsizden gelen haberi okuduktan sonra bir müddet kımıldamadı. Sonra da ağır ağır kâğıdı yırttı. Şimdi ne yapmak lâzımdı? Fahreddin Paşa aldığı emre uyacak mıyı? Fısıltılar kapıların altından, silâhların namlusundan, tenceredeki aşın içinden bile duyuluyordu. Sonunda Paşa herkesi Ravza-i Mutahhara’ya topladı. Öğle namazı vecd ile kılındı. Paşa bir müddet sükûn içinde bekledikten sonra, büyük bir al sancağı göğsüne dolayıp, cemaatin hayret dolu ifadesine rağmen minbere çıktı. Minber tam Ravza’nın karşısında bulunuyordu. Yapılan konuşmayı insanlar hem dinledi hem kokladı hem de yuttu sanki. “…Bu asker, Medine’nin enkazı nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine’nin kubbesinden al sancağı alamayacaklardır. Allah bizimle beraberdir. Şefaatçimiz Onun Resûlü Peygamber Efendimizdir. Efendimiz’in (s.a.s.) şefaatiyle mukaddes bildiğimiz sürece mücadelemize devam edeceğiz.

Bu konuşma sonunda bir yere gidilmeyeceğini asker anlamıştı. Devlet, “Çare kalmamıştır, teslim olacaksınız!” emrini verdiği halde onlar kalıyorlardı. 28 Kasım’da yine telsizle ve İngilizler vâsıtasıyla Fahreddin Paşa’ya haber gönderildi. 8 Aralık’ta aynı emri bu sefer İngiliz gemisiyle yola Yüzbaşı Ziya Bey getirdi. Fakat Fahreddin Paşa gerçek bir anlaşma yapılana kadar -Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen tüm devletlerle anlaşmalar imzalandığı halde Osmanlı Devleti’yle bir mütareke imza edilmişti. Gerçek anlaşma çok daha ağır şartlar taşıyacağı için ileri bir tarihe ertelenmişti.

Fahreddin Paşa, Medine’den sonra önce Mısır’a götürülmüştü. Burada artık doğrudan doğruya İngilizlerin elindeydi. İngilizler anlaşma hükümlerine göre hemen teslim olmadığı için paşayı bir köşkte değil, kışlada ağırlamışlardı. Esir hayatı süren paşanın, refakatine verilen bir İngiliz askeri subayla otomobil gezileri yapmasına izin veriliyordu. Fahreddin Paşa bu gezilere üniformasıyla katıldığından onu gören Mısırlılar heyecanlanıp “Fahreddin Paşa, yaşa Fahreddin Paşa” diyerek selâm veriyorlardı. Bu hale sinirlenen İngilizler Fahreddin Paşadan gezilere sivil olarak devam etmesini istediler. Önce rica etmişlerdi, daha sonra rica cümlelerini rafa kaldırarak onu tehdit etmeye başladılar. Eğer sivil kıyafet giymezse asla dışarıya çıkamayacaktı. Paşa; “Ben Harbiye mektebinde subay diploma halde… Buradaki asker yine Osmanlı askeridir. Diplomamı aldığım günden beri sırtımdaki üniformayı çıkarmadım. Bu sebeple ne gezmeye çıkarım ne onu çıkarırım.” dedi.

İngilizler bu konuşmayı içi hava dolu sözler olarak gördüler. Fakat Fahreddin Paşa’yı Mısır’da kaldığı yedi ay boyunca kimse üniformasız göremedi. Sıcaktan bunaldığında dahi üniforması üzerindeydi ve bu yüzden de kışladan dışarıya çıkamıyordu. Kapısının Önünde bekletilen otomobil, onu sivil gördüğü gün kontak anahtarım çevirecekti. Fakat paşa saksılarda çiçek yetiştirerek, kitap okuyarak, İngilizce öğrenmeye çalışarak dört duvar arasında vakit geçirdi. Fahreddin Paşa yedi ay Mısır’da yaşadıktan sonra Malta’ya sürülmüştü. Serbest bırakılması lâzım geldiği halde Malta’ya siyasi bir suçlu olarak sürülmesinin nedenlerinden biri de yediği ekmeğin arasından çıkan bir pusulaydı. Kâğıtta şöyle yazıyordu:

” Hazır olunuz, biz sizi Nil’den çıkaracağız!” Bu pusula muhtemelen İngilizlerin oyunuydu. Pusulanın ardından General Allenby, Fahreddin Paşa’ya kendisiyle görüşmek istediği haberini gönderdi. Paşa cevap olarak; “Benim kendisiyle görüşme arzum yoktur.” dedikten kısa süre sonra Malta’ya sürüldü.Malta Adası İngilizlerce politik suçlu olarak gördükleri kişileri sürdükleri bir yerdi. İngilizler herhangi bir bahaneye dayanarak evleri basıyor, kumandanları, gazetecileri, devlet ve din adamlarını sorgusuz sualsiz Malta’ya sürüyordu. Ülkesini sevmek, o günlerde ateşe elini sokmakla aynıydı Fahreddin Paşa da Malta’da Salvador Kalesi’ne gönderilmişti. Biz Kûtu’I-Amâre’de esir ettiğimiz İngiliz Kumandam General Townshcnd’i esir etmemiş aksine Büyükada’da bir köşkte misafir etmiştik. Paşa burada da kendisinden bahsettirdi. Esirler için meydanda yapılan yoklamalara katılmadı. İngiliz subayları her gün esirleri sıraya dizerek yoklama alıyorlardı. Paşanın yoklamaya katılmaması üzerine odasına gelip hesap soran İngiliz askerine paşa; “Ne yoklaması, ben bir ‘Türk kumandanıyım.

diyerek sertçe cevap vermişti. İngiliz subay, paşanın vakarı karşısında nasıl davranacağını bilemediğinden durumu üstleriyle görüştü. Sonunda paşanın farklı bir komutan olduğu kabul edildi ve odasından çıkmaya horlanmaması gerektiği kararı alındı.

Fahreddin Paşa işte bu mütarekeye göre hareket etmeyeceğini, bekleyeceğini söylemişti. Yine kendisine Medine’yi terk emrinin hükümetten değil bizzat padişahtan gelmesi gerektiğini belirtiyordu. Fahreddin Paşa’nın ismi onu bir zırh gibi sarmaya başlamıştı Fahreddin ‘karşılıksız kabul edilen görev’ anlamındadır.- Ülkesi ona “Medine’den ayrıl!” demesine rağmen paşa, şehri terk etmiyordu. Üst üste gönderilen telgraflar, elçiler elleri boş ayrılıyordu şehirden. Paşa dönmeyecekti, çünkü kefene bürünüp beyaz sarık sararak Harem-i Şerif’i kendi elleriyle süpürürken ruhuna akan ‘karşılığın’ müptelası olmuştu.

Herkes paşa gibi hissetmiyordu elbette… İlk İsyan eden kişi, askerlerinden Yarbay Emin Bey oldu: “…Artık uyanalım, buradan başka, dünya iki aydır sulh halindedir. Anlaşma hükümleri bütün maddeleri tamamıyla tatbik edilinceye kadar İtilaf ordusu İstanbul’dan kat’iyen çıkmayacaktır, Ana Vatan erzak göndermeyecektir. Hükümetimiz para vermeyecektir. Niçin? Yine zamanında neden tüm askerin Filistin’i geçmediği soruluyordu. On iki bin kişiyi açlıktan mı öldürecektik? Fahreddin Paşa, maksatsız olarak bir çılgının yüzünden boşu boşuna ölen ve her gün açlıktan yüzlerce can verenlerin hesabını millete vermeye ürkmeyecek herhalde… Buradaki asker yine Osmanlı askeridir, Onu burada faydasız tutmaktansa yine devletine hizmet edecektir. Masum fertler ölüyor. Tüm bunları Peygamberimiz mi istiyor? Peygamberimiz boşuna mı olun diyor? .

Fakat Fahreddin Paşa şehirden çıkmıyordu, Kendisine isyan eden Emin Bey’e de; “Sen nefsini biraz say ki düşmanın da seni saysın, hamd olsun süngümüz elimizdeyken, bir kaz sürüsü gibi teslim olmayacağız!” demişti. Medine’yi İngilizler asla bombalayamazdı. Sömürgelerindeki Müslümanlara rağmen bunu yapması imkansızdı. İstanbul ise zaten işgal altındaydı. Medine’yi bahane edip daha ne yapacaklardı ki?

Fakat onun bu kararlılığına rağmen çok sevdiği komutanları da paşayla artık aynı fikirde değillerdi. Fahreddin Paşa’nın yakın arkadaşlarından Albay Ali Necip Bey, paşaya gerektiğinde son nefesine kadar bağlı kalacağım söylemiş ama diğer albay ve yarbayların da teslim olmayı kabul etmekten başka bir çare göremediklerini belirtmişti. Bunun üzerine bir toplantı yapıldı ve edilen ricalar üzerine Fahreddin Paşa “Peki!” dedi. “Gidelim!”

Teslim şartları görüşülüyor

Bu haber üzerine oluşturulan heyet teslim şartlarını görüşmek için Haşimi Kuvvetleri Karargahı’na yollandı ve birkaç saat içinde tarihi şartname imzalandı.



Fahreddin Paşa Malta’da Esirken 1919-1921




Ömer Fahreddin Türkkan Paşa’nın Âşiyan’daki aile kabristanından, Rumelihisarı, İstanbul

Vakar. Bu adamda bir vakar vardı ve Medine’ye İngilizlerin girebilmesi için o Osmanlı vakarının oradan sökülmesi gerekiyordu. Paşanın şahsi eşyalarının yerleştirildiği araba kapısının önüne geldi, O, ağır adımlarla makam odasından çıktı. Herkes gergindi. Paşa her rütbeden silâh arkadaşlarına sarıldı. Otomobile bindiğinde son bir veda İçin Harem-i Şerif’e geçti. Araba Ravza-i Mutahhara’ya gidene kadar Paşa oturduğu koltukta yaşlanıverdi birden. Bir iki dakika içinde gözlerinin altına çizgiler döküldü. Dudakları aşağıya doğru çekildi. Soluğu bir ihtiyarınki gibi eğilip bükülerek ağzından çıktı. Otomobilin kapısı açıldığında içeriden bambaşka bir Fahreddin Paşa indi.

Paşa, Ravza’ya varınca duaya başladı… Ne diyordu acaba? Kımıldamıyordu. Belki de konuşan paşa değildi… Ona söylenen şeyleri dinliyordu. Buradan Osmanlı sancağı indirildiğinde kopacak olan bağdan bahsediliyordu.

Genç Cumhuriyet’in Medine’yi yeni nesillere “Araplara para kazandırmak için gidilen yer!” diye anlatacağını belli belirsiz hissediyordu paşa hazretleri.

Belki de Vahhabiliğin ter kokusunu duyuyordu. Yahut İngilizlerin ağız şapırtılarını… Hayır, gidemezdi. Paşa kızarmış gözlerle yaverine döndü. Sesi yumuşaktı: “Burada kalacağız. Mücaviriz!”

-Mücavir dünyanın dört yanından gelip de ayrılmayarak ömürlerinin sonuna kadar Medine’de Harem yakınlarına yerleşen Müslümanlara deniliyordu- Yaveri, hazırlıklara başladı.

Fahreddin Paşa iflas etmişti. Artık üzerinde sıfatı yoktu. Hatta artık o, Osmanlı ordusundan bile sayılmazdı. Yıllarca cephede, top gülleleri arasında, barut kokarak kazandığı titri çıkarıp kenara koymuştu. Tespihini çekmeye başladı Fahreddin. Yatağı münasip bir yere kuruldu. Eşya dolu bavullarını yanına aldı. Onlar bu hazırlığı yaparken Necip Bey ile arkadaşları karargâhta Paşanın dönüşünü bekliyorlardı. Paşanın otomobilinin gürültüsünü duymak İçin tetikte bekleyip, ikide bir cep saatlerine bakıyorlardı, derken komutanlarının ‘mücavir olma’ kararı duyuldu. Önce haberin doğruluğunu tespit ettirdi paşalar. Ardından da çabucak bir toplantı tertip ettiler. Bir uzlaşma yolu bulunmalıydı. Düşmana paşanın rahatsız olduğu haberi uçuruldu. Ustalıklı bir şekilde özür dilendi.

“Paşa hazretleri ani bir rahatsızlık geçirmiştir, Tedavi altındadır. İyileşinceye dek şeriat namenin öteki maddelerini tatbike başlayalım.” cümleleri karşı tarafın dişlerini gıcırdatmasına neden oldu. “Paşa hazretleri gelmeden hiçbir şey yapamayız!” diyerek elçiler geri gönderildi. Durum gergindi. Ocak 1919’da Medine tehlikeli bir yer olarak görülmeye başlanmıştı. Öğle namazından beri yaveriyle Harem-i Şerife kapanmış olan Fahreddin Paşa’nın akşam ezanı okunurken hâlâ orada olması karargâhtaki komutanları çıkmaza sokuyordu. Düşman “Mademki şeriat namenin hükümlerine uymuyorsunuz öyleyse başıbozuk bedevileri şehre saldırtacağız” diyebilirdi. Onca madde bir yana savrulmuş, İş paşanın oradan çıkarılmasına gelip dayanmıştı. Belki de düşman, Fahreddin Paşa’nın gerçekten hasta olduğuna inanmıyordu. O zaman bir sağlık heyetinin hazırlayacağı rapor iş görürdü. Bunun üzerine Fahreddin Paşa’nın gerçekten yola çıkamayacak hatta yerinden kıpırdamayacak derecede hasta olduğunu tespit eden bir rapor tanzim etmeye karar verildi. Böylece bir doktor heyeti Harem-i Şerif’e gönderildi. Vakit artık gece olmuştu. Hepsini yakından tanıdığı asker doktorları karşısında gören Fahreddin Paşa; “Maşallah, aradığınız hasta kim?” diye sordu.


Bu doktorların kendisi için geldiğini onun için “Akli muvazenesi ye değildir!’ diye bir rapor hazırladıklarını çok iyi biliyordu. Kendi onun deli olduğunu isbât etmek için buradaydılar. Paşayla konuşan (doktorlar, asabi âraz müşahede ettiklerini belirten raporlar hazırladılar. Paşa bunlara müsaade etti. Madem tun) iflas etmişti, madem artık asker değildi, deli damgasını da yiyecekti. Fakat bu raporlar da işe yaramadı. “Hastadır, onu bırakıp işimize devam edelim.” diye bağıran raporlara rağmen karşı taraf geri adım atmadı. Deli mi yoksa DELİ miydi? Büyük harflerle yazılacak bir DELİ’ydi o. Düşman pekâlâ biliyordu ki Fahreddin Paşa bir çividir. Onu sökmeden Osmanlı’nın eli oradan sökülmeyecektir.

Peki nasıl sökülecekti bu çivi? En sevdiği komutanları bu işi yapabilir miydi? Hazırlıklar başladı…

Miralay Ali Necip Bey (Elli sekizinci fırka kumandanı), Miralay Abdurrahman Bey (Menzil Müfettişi) Kaymakam Bağdatlı Sabri Bey (Levâzım Reisi), Yüzbaşı Kemal Bey (Sertabib vekili), bir jandarma yüzbaşısı, güçlü kuvvetli bir er…

Gerekirse kolları bağlamak için bir halat ve gözlere atılmak için kül. Beraber sipere yattığı askerleri onu derdest edecekti. İçeriye girdiler. Paşanın etrafını çevirdiler. İşte o anda tamamıyla iflas etti paşa. Bir komutan için en acı olan şeyi tattı. “Nihayet kumandanınızı elinizle düşmana teslim edeceksiniz öyle mi?” diyen sesi Ravza’yı sardı. Fahreddin Paşa, Hücre-i Rasûlullah’ın önünden bu halde geçirilirken başını çevirip hücreye baktı. O bakış hâlâ orada duruyor olmalı. O gün telgrafın başındaki görevli asker, şu haberi tüm dünyaya yaydı:

“Kumandan Paşa Hazretleri bu sabah Harem-i Şerifte’ki dairelerinden 6.30da kendi arzu ve muvaffakiyetleriyle otomobillerine binerek Bi’r-i Ali yoluyla Cüdeyde’ye vâsıl oldular. Yollarda dâima emniyet ve ihtiram içinde bulundukları şüphesizdir.”

İhtiyat Mülâzımlarından İdris Sabih Bey’in Medine Mudâfaası•nın meşakkatli günlerinde yazdığı duâ mahiyetindeki şiirinden alınmıştır.

Kemal Paşa’nın Ağustos 1915 ve Mayıs 1916’da Beyrut ve Şam’da devlete ihanetle suçladığı bazı Arapları idâm ettirmesiyle oluşan gergin ortamı değerlendiren Şerif Hüseyin, Haziran 1916’da Mekke’de isyanı başlattı ve 27 Haziran tarihli bildirisinde İttihat ve Terakki yönetimini dinsizlikle suçlayıp isyanını meşrulaştırmaya çalıştı. 16 Haziranda Cidde, 17 Eylülde ‘Taif düştü. Böylece Medine dışındaki önemli Hicâz şehirleri isyancıların eline geçti. (Medine, Ocak 1919’a kadar Osmanlı yönetiminde kaldı). Şerif Hüseyin, Kasım 1916’da kendisini Arap ülkelerinin kralı ilân etti. Ancak isyan ederken beklediği desteği bulamadı. Pek çok yerden ardı ardına yapılan açıklamalarda Şerif Hüseyin ihanetle ithâm edildi ve Müslüman bir devlete karşı İngilizlerle iş birliği yapmış olmaktan dolayı lânetlendi, 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra savaştan çekilen Ruslar tarafından 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’nın ifşa edilmesiyle Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasını destekleyen Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, Şerif Hüseyin’in gücünü kıran gelişmelerdi.

Arapların liderliği iddialarını zayıflatıcı bu gelişmelere rağmen Şerif Hüseyin, Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Arap Krallığı kurma girişimine devam  etti. Fakat 1919 Paris Barış Görüşmeleri’nde beklediği ilgiyi ve desteği göremedi ve  Hicâz’daki etkinliğini yitirmeye başladı. Filistin topraklarını İngiliz manda yönetimine bırakan barış antlaşmasını kabul etmedi. Bu arada İbn Suûd ile Hicâz hâkimiyeti  konusunda çatışmaya girdi. İngilizlerin Şerif Hüseyin’in iki oğlundan Abdullah’ı Ürdün, Faysal’ı Irak kralı yapması Şerif Hüseyin’in Arap dünyasındaki itibârını iyice sarstı. 6 Mart 1924’te Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasının ardından kendini halife ilân ettiyse de bu hareketi yakın çevresi dış ında İslâm dünyasının her yerinde tepkiyle  karşılandı. Mekke’yi kuşatan Abdülaziz b. Suûd tarafından krallığına ve halifelik iddialarına son verildi (16 Ekim 1924) Emir Hüseyin, Akabe üzerinden Kıbrıs’a giderek İngilizlere sığındı. Sürgün hayati, 1930 yılında rahatsızlanarak, Ürdün emiri olan oğlu Abdullah’ın yanına gidişine kadar sürdü. Bir yıl sonra öldü ve Kudüs’te defn edildi.

Şerif Hüseyin’in başlattığı isyan, dönemin şartları ve takip eden yıllarda doğrudan ilgili pek çok çevrenin siyasi-ideolojik tutumuna bağlı olarak farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bunlar arasında yer alan, Osmanlılara karşı bütün Arap âlemini temsil eden topyekün bir bağımsızlık hareketi tezi, mevcûd bilgi ve belgeler ışığında bugün artık geçerliliğini yitirmiştir. Şerif Hüseyin, İngilizlerle pazarlığında 100 bini aşkın bir kuvvet toplayabileceğinden söz etmiş olsa da İngilizlerin muazzam para ve lojistik desteklerine rağmen Osmanlılara karşı savaşmak için ancak 4-5 bin civarında silâhlı bir güç oluşturabildiği, bunların da Mekke-Ma’an hattında İngilizlere destek oldukları kayıtlarda yer almıştır. Bu gücün I. Dünya Savaşı’nın Suriye-FiIistin bölgesindeki gelişmesi üzerinde ne kadar etkili olduğu tartışmalı bir husustur. Bunların dışında Arapların çoğunlukla Osmanlı Devleti’ne sâdık kaldıkları bilinmektedir. (İslâm Ansiklopedisi, “Şerif Hüseyin” maddesi, Azmi Özcan)

Rauf Denktaş amlarında Şerif Hüseyin’den şöyle bahsetmektedir:

“Babam Raif Denktaş, Şerif Hüseyin’in dostuydu. O zamanlar küçük bir çocuktum. Babamla birlikte zaman zaman Şerif Hüseyin’i ziyarete giderdik. Babamla yanına gittiğimizde hep aynı olay tekrarlanıyordu. Babam onun elini öper, o da anlatmaya başlardı. Şerif Hazretleri ‘Ahhh, ben ne yaptım, ahhh, ben ne yaptım? Yaptığımın cezasını çekiyorum. Niye Osmanlı’ya ihanet ettik?’ derdi. Çünkü İngilizler kendisine bazı Arapların kralı ve Müslümanların halifesi olacağını va’d etmişlerdi. Hâlbuki Filistin’e İngilizler yerleşmişlerdi. Oraya Yahudiler mütemadiyen göç ediyorlardı.

  Suriye’ye Fransızlar kendi kültür ve dillerini yaymışlardı. İngilizler de Irak’a kendi dil ve kültürlerini götürmüşlerdi. Hüseyin, babamın yanında hep iç geçirirdi. Bundan sonra babam onu teselli edecek birkaç laf söyler, ben de yanında bulunurdum. Bir müddet sonra, Hüseyin; ‘Raif, anlat, Şu İstanbul havalarını dinleyelim.’ derdi. Konuşma esnasında bir taş plak çalmaya başlardı. O zaman Şerif Hüseyin; ‘Ahhh İstanbul, pâyitaht’ diyerek ağlamaya başlardı. Babam onu teselli ederken kendisi de ağlardı. Plak bitince biraz daha sohbet ederlerdi. Daha sonra babam onun elini öperdi. Bil kalkıp giderken, Hüseyin; ‘Rauf gel!’ deyip bana elini öptürür ve elime bir altın verirdi. Ben de bu yüzden hep babamla şerif hazretlerine gitmeyi isterdim. Şerif Hüseyin hastalandı, ölümü yaklaşmıştı. Ölümüne yakın Ürdün Prensi olan oğlu Abdullah’ın yanına gitti. Onu Amman’a biz uğurlamıştık. Bir müddet sonra ise ölüm haberi bize ulaştı…”

*Bu yazı Keşkül dergisinin 39. sayısından (2016 yılı ) alınmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek