Eczacı, sivil toplum temsilcisi ve yazar Yıldız Ramazanoğlu Ankara’da doğdu. Öğrenciliğinden beri deneme ve hikayeleri çeşitli süreli yayınlarda okurla buluştu. Derin Siyah ve Bağdat Fragmanı eserleriyle Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü aldı. “Kişinin hakikatine eğilmeyi” vurgulayan Yıldız Ramazanoğlu gerçek bir aktivist. Türkiye’de ve Dünyada kadın zirvelerini izledi, tebliğler sundu. Gülsüm Çelik kendisiyle öykü kurma, yazar gerçekliği, adalet, edebiyat ve ideoloji, özel şehirler ve ülkeler etrafında ufuk açıcı bir röportaj gerçekleştirdi. Keyifli okumalar.
Burası Dünya Masası, burada herkese bir sandalye, yazmak için kalem ve kağıt, kendine ait bir de masa var. Burası bu kadar.
Sizden devamlı olarak yazarken “kişinin hakikatine eğilmek” söylemini duyuyoruz. Şunları sormak istiyorum: Yazarın hakikati nedir? Hakikatin/gerçeğin kurgudaki konumunu ve miktarını nasıl belirlemeliyiz? İnsan dışındaki varlıkları konu alırken nasıl bir yol izleyeceğiz? Ders verme hatasına düşememek için hangi hakikatin izlerini süreceğiz?
Yazarın hakikati görmek ve göstermektir. Aynı zamanda yazar, çağın tanıklığını yapmak zorunda. Yazdıklarında mutlaka yaşadığı zamanın, ruhunun fonu olması lazım. Yazarın hakikati temelde budur. Yazar, insan ruhundaki ve toplum hayatındaki karanlıkta kalan yerlere ışık düşürür. Hakikatin ve gerçeğin kurgudaki miktarı diye bir şey olmaz. Gerçeğin bir parçasıdır aynı zamanda çünkü biz ancak var olan gerçekten yola çıkabiliriz. Fakat bu tabii ki algıladığımız gerçeklikle tanık olduğumuz, deneyimlediğimiz gerçeklikle buluşur. Daha sonra muhayyile ile bir araya gelir ve böylece kurgu ve gerçeklik arasında salınan bir yerdir. Bu salınmayı yazarın kendisi ancak her yazısında başka bir denge kurarak belirler. İnsan dışındaki varlıkları konu alırken nasıl bir yol izleyeceğiz? Aslında insanlara didaktik bir anlatım hiçbir zaman etkili olmaz. O başka bir alandır, yani insanlara başöğretmenlik yapmanın, ideolojilerin bayrağını dalgalandırmanın edebiyatla işi olmaz.
Profilinizi ziyaret edenler şu cümleyle karşılaşıyorlar: “İmge gerçekliğin önüne geçti.” Bunun çıkış noktası nedir?
Yazdığımız metinler imge ile alakalı, imge gerçeğin ve varlığın izdüşümü, gölgesi ne dersek diyelim ya da çekilecek bir fotoğrafın arkası öteki tarafı. Dolayısıyla eğer inandırıcı değilse, sahici değilse ve içten değilse o zaman imge gerçeğin önüne geçmez, bir yerde tıkanır. Mesela Cervantes. Don Kişot’u yazdığında aslında bu tamamen muhayyilesinin ürünü iken bir yandan da çağının bütün gerçeklik değerini, düşünme biçimini, varolma biçimini de içeren bir imgeydi. Şu anda Cervantes’ten çok Don Kişot tanınıyor ve Don Kişot’un neredeyse hakiki varlığı üzerimizde etkisini hâlâ sürdürüyor. İşte böylece imge gerçekliğin önüne geçmiş olur.
ALGILANDIKÇA AZALIYORUM
Dışarıdan tanımlanmanın ne kadar büyük bir şiddet olduğunu fark ettim.” dediğiniz bir konuşmanız vardı. Yazar olarak hikâyelerimizde ve romanlarımızda karakterlerimize karşı nerede durmalıyız? Yazıda adaleti sağlamanın yolları nelerdir?
Yazı aslında adaleti sağlamak için yola çıkmaz. Adalet kendiliğinden bir şekilde yazının içinden yukarıya doğru yükselir. Tanımlamak her zaman şiddeti içerir çünkü insanların sözünü kesmekle bir tarafıyla insanları susturmakla alakalıdır. Dolayısıyla tanımlamak insanın varoluşuna bir dayatma, bir azaltmadır. O yüzden ben hep şöyle derim: Algılandıkça azalıyorum.
Sizin farklı isimler kullanarak da yazdığınızı biliyoruz. Zaman hayli değişti, isimle var olmanın ötesinde markalaşan, bununla değer kazanan kişilerle karşılaşıyoruz. Bir yazar adayı ne kadar görünür olmalı? Yazmak var olmanın sebebi mi, sonucu mudur?
Farklı isimler kullanarak yazma bir dönemdi çünkü başımızdan büyük bir 12 Eylül İhtilali geçmişti. Bir yandan arkadaşlarımız öldürülüyor bir yandan çok acı şeyler yaşanıyordu ve bu şartlar altında birey olarak ortaya çıkıp kendi adına bir şey yapmak çok uygun değildi. Kınanan bir şeydi açıkçası. O yüzden sadece metinler kıymetliydi. Metinlerle hemhal olmak ve metinlerimizle var olmak isterdik. Bu güzel bir şeydi ama şimdi zamanın ruhu değişti. Anonim varoluşlar ortadan kalktı, birey ön plana çıktı. Bunların hepsinin yeniden gözden geçirilmesi lazım.
OKUMADAN YAZILMAZ FAKAT SADECE OKUYARAK DA YAZILMAZ
Düşünce eskizlerinin yazar ve yazma süreci üzerindeki etkilerinden bahsedecek olursak, bizi nereye götürür?
Okumadan yazılmaz fakat sadece okuyarak da yazılmaz. Dolayısıyla okuduklarınızdan bize kalan öz neyse bu bir şekilde yazdıklarımda zaten sızar. Fakat günümüzde sadece okuduklarımızdan bahsetmek, isimleri, yazarları ve eserleri alt alta sıralayabilmek için bir okuma tarzı var. Bu bence bizi bir yere götürmez.
Günümüzde insanlardan ziyade profiller var. Bunlara biraz mercek tuttuğumuzda hepsi kendi içinde mükemmel ve biricik. Şu an bir hatalar yemeği verilse, yemeğe hangi hatanızı alıp gelirdiniz ve insanlara ne anlatırdınız?
Aslında hayatımı daha iyi örgütlemek ve yazmaya ve okumaya daha çok zaman ayırmak isterdim fakat bunlar bizim elimizde olan şeyler değil. Dolayısıyla her şeye rağmen yazmaya izin vermeyen; hiçbir şey yapmamıza belki izin vermeyecek olan gündelik hayatın dayatmalarından kendime bir alan açabildiğim için bu kuşatmayı az da olsa kırabildiğim için ben kendi adıma mutluyum. Yine de daha çok emek verip daha çok alan açmak için çabalayabilirdim. Bu benim biraz tembelliğim, biraz zaafiyetim, biraz başka şeyler.
” Bir ideolojinin bayrağını dalgalandırmaya, büyük ve gürültülü şeyler yapmaya gerek yok. Sizin zaten insanlığa söyleyeceğiniz, kurucu fikirleriniz, düşünceleriniz varsa hayattan ve okuduklarınızdan siz ne almışsanız ne kazanmışsanız bunlar bir şekilde sızar.“
Netyazı’da gerçekleştirdiğiniz “Yazmanın Arka Bahçesi” atölyesinde “İtiraz etmemiz gerekiyor, baş kaldırmamız lazım.” demiştiniz. Fikri bir derdi olmayan yazar adaylarına neler tavsiye edersiniz? Edebiyat ve ideoloji ayrımına dair nelere dikkat etmeliyiz?
Aslında en temel şey insanın hak ve adalet duygusunun gelişmesi. Bu emekle olabilecek bir şey. Doğuştan bu şekilde de doğmuyoruz. Doğuştan birçok adaletsiz duygularla belki örülen bir kültür içine doğuyoruz ve daha sonra bizim teker teker bunları emekle bertaraf etmemiz gerekiyor. Bu tabii ki yazarken en çok yapabildiğiniz şey fakat burada da yine bizim doğruları birebir göstermemizden ziyade var olan ve olması gereken arasındaki mesafelere dikkat çekmemiz ve susturulmuş insanların biraz sesi olmamız, karanlık noktalara bir fener tutmamız gerekiyor ki bunlar edebiyatın en büyük işleri zaten. Dolayısıyla herhangi bir şekilde bir ideolojinin bayrağını dalgalandırmaya, büyük ve gürültülü şeyler yapmaya gerek yok. Sizin zaten insanlığa söyleyeceğiniz, kurucu fikirleriniz, düşünceleriniz varsa hayattan ve okuduklarınızdan siz ne almışsanız ne kazanmışsanız bunlar bir şekilde sızar.
“Öykü, kırpık kırpık anların birbirine eklenmesidir.” diyorsunuz. Öyküyü kurgularken kişi, olay, mekân ve zaman çerçevesinde izleyebileceğimiz bir kaç yol söyler misiniz?
Öykü bir çırpıda çıkan bir şey olmayabilir. Mesela benim kendi deneyimimde aklıma bir akış gelir, oturup hemen kaydederim. Ne olduğunu bilmem. Bu bir görüntü, bir yankı gibi… Bir şey yankılanır, bir ses gelir, bir koku gelir. Daha sonra bunu anlamlandırmaya çalışırım ve defalarca okuyarak yazarak, gerekli işçiliği emeği vererek üzerinde çalışırım. Böyle bir şeydir. Kırpık kırpık zamanlar dediğimiz tekrar tekrar oturmak, üzerine çalışmak, emek vermek, işçilik.
Bazı şehirleri özel olarak ele almalıyız.” dediniz. O şehirlerden birisinden özel bir rota verebilir misiniz?
Evet, özel olarak ele alınacak şehirler var. Mesela bir New York. Gidilecek son yer, dünyanın öteki ucu. Yetmiş iki milletin harmanlandığı bir yer. Dolayısıyla benim için çok uç yerlerden birisi. İkincisi Cape Town. Ne kadar ters değil mi? Afrika’nın en güneyi. Apartheid’in hâlâ geçerli olduğu yer. 21. yüzyılda apartheid de neymiş? İşte şu sandalyelere, şu kanepelere şu parktaki şu yere “Siyahlar oturamaz sadece beyazlar içindir” yazıları vesaire. Bunlar günümüzde kalkmış gibi görünüyor ama fiilen devam ediyor ve buradaki tecrübeyi görmek benim için çok sarsıcı. Bunun dışında mutlaka Afrika’yı görmek gerekiyor. Mesela benim Cibuti’deki deneyimim orada gördüğüm yoksulluğun, size çok garip gelecektir ama artık haddi aşması. Haddi aşmak ne demek? Algı eşiğimizi de aşmak. Yaşadığımız şeyler “Ya bu kadar olabilir mi?”, “Bu gördüğümüz şey nedir?” anlamını zihnimizdeki kelimelerle karşılayamayacak kadar. Dolayısıyla dünyanın sinir uçları. Buraları görmemiz gerekiyor ve buraların edebiyatına bakmamız gerekiyor. New York’ta ne yaşanıyor, Cape Town’da; Güney Afrika’da ne yaşanıyor? Afrika Edebiyatı. Bütün bu amansız çelişkiler edebiyata nasıl sızıyor?
Netyazı’da edebiyat atölyelerine devam eden yazar adaylarına önerebileceğiniz rutinler neler olur?
Yazar adayları çok sabırlı olmalı. Yazmak gerçekten çok can yakan bir şey. Birkaç gündür evdeyim, aklımda sel gibi bir şey akıyor fakat sadece bir paragraf yazdım. Bildiren şeyin, bana doğru gelen şeyin bir görünüp bir kaybolan şeyin ne olduğunu anlamam için belki aylar geçecek. Bunu verebilecek misiniz?
Burası Dünya Masası. Bu masada sizi temsil eden o sembolik varlık ne olurdu? Bakınca sizi hatırlamamızı sağlayan şey nedir?
Beni hatırlamanız için uzaydan çekilmiş bir dünya görüntüsü olabilir. Ne kadar küçük ne kadar mütevazı ne kadar fani. Tabii onun üzerindeki bizler, işte aslında bizim oradan bakıp yazmamız gerekiyor.
Yaşadığımız dünyada bir şeyi insanlardan koruyup saklamanız gerekti. Siz de onu kat kat ipek mendiller arasında muhafaza ettiniz. Yüz yıl sonra insanlar neyi gördü? Neden?
Aslında evet, ipek mendillere Filistinlilerin anahtarlarını, tapularını, evlilik cüzdanlarını, yırtılmış solmuş belgelerini, onlar hakkında toplanmış delilleri toplayıp muhafaza edip yüz yıl sonraki insanlara bırakmak isterim. Çünkü sanırım bu gidişle Mahmut Derviş’in dizelerinde kalacak Filistin. Bugünler, gelişmeler yüzünden moralim çok bozuk. Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var.
Dünya Masası çalma listesine sizden iki parça önerisi istesek, hoş sada olarak neyi bırakırsınız?
Müzeyyen Senar& Kutsi Erguner Ensemble -Enginde Yavaş Yavaş ve Cem Adrian & Musa Eroğlu – Yolun Sonu Görünüyor.
4 Comments