Gülsüm Çelik, acının ontolojisine eğildiği bu keyifli yazıda bizleri epey düşündürecek. Ne dersiniz dertler deryasında bizim acılarımız diğer acıları geçiyor mu?
Ben hiç küçük acı gördüğümü hatırlamıyorum. Anlatanı değişse de söz konusu olan acılar yahut dertler hep “en büyük” olmuştur. Acı, sanki bir jöle gibi bulabildiği bütün boşlukları ve insan vücutlarını doldurmak üzere hareket ediyor, büyüyor ve büyüyor. Nihayetinde atmosferde ve yeryüzünde insana adım atacak yer bırakmıyor.
Acı evreninde mutluluktan bahsetmek ya da bunu paylaşmak yerine insanların konuşacağı tek mesele olarak artık “acı”, “dert” veya “keder” koleksiyonları vardır. Bir albümün içinden işaret parmağıyla gösterir gibi “Bak, bak! Bende daha ne acılar var,” diye başlayan sohbetler adeta yarış halini alır. Bazen bu sahneye bir doktorun bekleme salonunda, misafirlikte ya da otobüs duraklarında denk geliriz. Orta yaşlı teyzeler ve amcalar hastalıklarını, ilaçlarının sayısını, evlatlarının dertlerini birbirlerine fırsat vermeyecek şekilde sıralarlar. Ne kadar sıkıntı o kadar ilgi ve önem görmek gibi ilginç bir denklemin kıskacındadırlar.
Acılar paylaşıldıkça azalır elbette, kabul ediyorum. Fakat burada bizi acının ulu orta dağıtılması bir problem olarak karşılıyor. Etrafa ipinden kurtulan boncukların çarpması gibi bir anda dertler yağıyor. Dinleyici konumuna sokulan kişinin bunu kabul etmeye hazır olup olmaması da diğer sorunu doğuruyor. Ki genellikle dinleyen kişinin bu konudaki arzusu hiç sorulmaz. Muhataba “Nasılsın?” bile denilmeden girilen dert denizinde kimsenin sağ çıkması mümkün değil. Zira tekil gibi görünse de paylaşmanın en az iki kişinin rızası ve ihtiyacı dahilinde gerçekleşmesi söz konusudur.
Zaman içerisinde acı ve mutsuzluk kişinin dinlenilmesinin esas şartı haline geliyor. “Mutluluk paylaşıldıkça artar,” kaidesi tamamen göz ardı edilmiş vaziyette. Mutluluk, sevinç ve başarı kendine nefes alacak bir yer bulamıyor. Bizi kendi dünyamızda boğup sıkan bir problemi yakın bulduğumuz birine açtığımızda fark etmediğimiz bir “acı ölçer” devreye giriyor. Bu görünmez araç, acımızın dinlenmeye değer bir seviyede olmadığını “Aman canım seninki de dert mi!” cümlesiyle geri savuruyor.
Dertler denizinde başa baş giden mücadelede kazanan acıyı hep birlikte alkışlıyor, bu kadar mühim dertlerimiz olmadığında içten içe değersiz hissediyor ve yeniden dertleniyoruz.
İzlediğimiz dizilerde, filmlerde ya da okuduğumuz romanlarda büyük kahramanların “büyük” acılar ve kayıplar yaşamış olması değersizlik faturamızı büyütüyor. Sahip olduklarımız yüzünden biraz daha suçluluk hissediyor, onların asla gerçek bir kahraman olmamıza yardım etmeyeceğini biliyoruz. “Ben hayatımı anlatsam roman olur,” cümlesi karşısında sıradan hayatımız ezilip büzüşen ve ilk rüzgarda savrulup kırılan bir kabuğa dönüşüyor. Roman olmayacak hayatların değersizliğiyle çevremizde kimse kalmıyor. Kahraman olamadığımız bu dünyada irademiz dışında kadrolu dinleyiciler haline geliyoruz.
Dinleyiciden ret aldığımızda dert nedir, acı ne için vardır, diye yeniden oturup düşünmek gerekiyor. Zira kimsenin bir diğerine “Bu da bir şey mi?” demeye hakkı yok. “Acımız çok büyük,” diye dillere dolanan söylem, farkında olmadan haricindeki her şeyi küçümseyen bir tarafı içinde barındırıyor. Acıya adeta bir büyütme, kıyas ve yarış hâli katıyor. Oysa bütün dertlerin ve acıların biricik olduğunu unutuyoruz. Sezai Karakoç’un “İnsandan insana şükür ki fark var,” dizesini “Acıdan acıya şükür ki fark var,” olarak çevirsek nasıl olur?
Acıları, sevinçleri, hüzünleri, zorlukları, yorgunlukları, kavgaları tamamen bireyselleştirilmiş tecrübelerle yaşıyoruz. Büyük ya da küçük demeden, bu yaşantılar hayat yolumuzun kenarlarına birer refüj işareti gibi sınır taşları koyuyor. Oradan geçerken önceki adımları ve acılarımızı anımsayabiliyor ve rotamızı belirleyebiliyoruz. Şu halde başkasının başına gelen bir duruma “Ben kaldırabilirim” ya da “Sen ne kadar güçlüsün, ben bunu kaldırmamam” diye yaklaşmamız da her türlü kıyasa ve küçümsemeye çıkar. Kendimizi ya da karşımızdakini karşılaştırır, soruna bir paha biçmiş oluruz. Büyük ya da küçük.
Zarifoğlu’nun “Yaşamak” kitabına “Ne çok acı var,” cümlesiyle giriş yapması üstünden geçip gidebileceğimiz bir tesadüf müdür? Yoksa yaşamak başlı başına her insanın maruz kaldığı bir acı şekli midir?