Bir Devrin Tanığı/Sanığı: Mehmet Akif Ersoy/Ayşe Sevim*

İstiklâl Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u rahmetle anarken, Mısır’a neden gittiğini, çektiği vatan hasretini, hastalığını, yazdığı Kur’an-ı Kerim mealinin akıbetini anlatan Ayşe Sevim yazısını dikkatinize sunuyoruz.

Mısır’a yerleştikten dört yıl kadar sonra Darülfünunda haftada iki gün hocalık yapmaya başlayan Akif dersten çıkar çıkmaz trene atlayıp evine dönüyordu.

“İlahi kimsesizlikten bunaldım, aşina yok mu

Vatansız hanümansız bir garibim, Mültecâ yok mu?

Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok!” der sadâ yok mu?”

Sivri dişleriyle önüne çıkan her şeyi kemiren bir fareydi savaş. Toprakları kemirmiş, neşeyi kemirmiş, erkekleri kemirmiş, kadınları kemirmişti. Buna rağmen açık pencerelerden evlere dolan fukaralık Anadolu insanını mutsuz bulamıyordu. Yüksek sesle “artık hürüz” diyebildikleri için mi böyleydiler?

Mehmet Akif de mutluydu. Savaşta kurşunların arasında yürüyerek milli mücadeleye destek vermişti. İlk mecliste çıkan “teslim olmayacağız” kararının aç kurtlar gibi Anadolu halkını parçalayacağını biliyordu. “En son ocak kalana kadar buradayız” demişti yine de. İstiklal Marşını okurken mebuslar onu ayakta dinlemişlerdi.
Sonra savaş bitti. Sakatlanmış askerler eski görüntülerinin acayip bir resmi olarak memleketlerine geri döndüler. Dönemeyenler de vardı. “Hürüz” diyen sesi, şehitler kanlı üniformalarıyla nerelerde dinliyorlardı acaba?


DEVLET PEŞİNE POLİS TAKTI

Sonra savaş bitti. Bir ejderha gibi düşmana alevler üfleyen ilk meclis 1923’te dağıtıldı. Bu meclisin yerine zor günlerde İstanbul’dan hiç ayrılmayan bazı kişilerin de içinde olduğu ikinci meclis açıldı. Cumhuriyetin artık Akif’e ve ona benzeyenlere ihtiyacı yoktu. Gıcır gıcır, batılı bir gelecek inşa edilecekti. Yirmi yıllık memuriyetine, üç senelik mebusluğuna rağmen kendisine emeklilik maaşı bağlanmayan Akif İstanbul’a döndü. Bir müddet sonra da sistem aleyhtarlığı yapabileceği endişesiyle polis tarafından takip edilmeye başlandı.
Mutluluk buharlaşıyordu. Akif yaşadığı sıkıntıyla iki kez Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. 1925 baharında ülkeye döndüğünde Şeyh Sait isyanı patlak vermişti. Ülke karanlıktan korkup yorganın altına saklanmış bir çocuk gibi titriyordu. Gazeteler kapatılmış, İstiklal mahkemeleri yeniden hortlamış, Muhalefet Partisi dağıtılmıştı. Ülkesini savunurken üzerine barut kokusu sinen evlatlar idam sehpasına çıkarılıyordu.
“Arkamda polis hafiye gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memleketine ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum”[1]
Şair bavulunu hazırladı.

 “Canı cananı bütün varımı alsın da Hûda

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ…”

 mısraları tahta bavulun içine giremedi.


MISIR’DA HAYAT

Abbas Halim Paşa’nın himayesiyle Mısır’a giden şair iki yıl boyunca Kahire’de onun sarayının karşısındaki küçük köşkte kaldı. Daha sonra ailesini Mısır’a getirten Mehmet Akif, Hilvan’da yaşamaya başladı. Çöle yakın olan Hilvan kumlu parmaklarıyla Akif’in çehresini yavaş yavaş bir serap haline getirdi. Artık şair yoktu, onun hayali vardı.
Akif inzivaya çekildi. Mecbur olmadıkça Kahire’ye inmiyordu. Mısır’a yerleştikten dört yıl kadar sonra Darülfünunda haftada iki gün hocalık yapmaya başlayan Akif dersten çıkar çıkmaz trene atlayıp evine dönüyordu.


“İlahi kimsesizlikten bunaldım, aşina yok mu
Vatansız hanümansız bir garibim, Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok!” der sadâ yok mu?”

Şair evinde hemen entarisini giyiyor, abdestini alıp, ibadet ediyordu. Sonra da Kuran tercümesiyle meşgul olurdu. Zaten hafız olan Akif burada hafızlığına demir sıfatını da taktı. Ramazan ayında teravihi de evinde hatimle kıldıran şairin cemaati, oğlu Tahir’di. O da birkaç rekâttan sonra bu namaza takat getiremeyip mutfağa kaçıyordu.
Akif, zevcesinin sinir rahatsızlığı ve oğullarının eğitimleri arasında yoruluyordu. Eşinin- zamanını genelde evde geçirmesine rağmen- Akif’in dışarıda bulunduğu saatlerle alakalı evhamları vardı. Bu evhamlar Hilvan’daki evin mutfağını, salonunu, çalışma odasını dolduruyordu.

AKİF’İN PLAKLARI

Akif’in gramofonu her gece çalışırdı. Genelde ilk sırada Şerif Muhittin olurdu. Tamburi Cemil Bey, Mısırlı Şeyh Ali Mahmut ve Hafız Kemalin mevlidi bu evin penceresinden çıkıp çöle yayılırdı. Çöl bu seslerle kumlarını gökyüzüne doğru savururdu. En çok da Şeyh Ali Mahmut’un:

“Ey saba rüzgârı vatan ceylanlarına o sakin vadiye selamımı götür. Belki zaman müsaade eder de bir gün onların hayalini velev ki rüyada olsun gözlerimle görürüm” diyen hazin sesi kum fırtınasına yol açıyordu. Akif’in sedirin üstünde oturan bedeninden çıkan görünmez başka bir Akif bu musikiyle ayağa kalkıp, ülkesine doğru koşuyordu.

BEN BİR AKİF BULAMAZDIM
Akif’in tesellisi Abbas Halim Paşa’ydı. Paşaya Akif’i himaye etmesi hakkında sorulunca:

“Bu onun talihi değil, benim talihim! Akif ne zaman olsa bir Abbas Halim bulurdu. Fakat ben bir Akif’i nasıl bulurum?” demiştir. Akif’in Mısır’daki karanlık hayatına bu adam delikler açarak güneş ışığı gibi akıtmıştır.

Sadrazam Sait Halim Paşa’nın kardeşi olan Abbas Halim Paşa, Devlet Şûrası üyeliği ve Bursa valiliği yapmıştı. 1915 yılında Nafıa nâzırı olan Paşayı mütarekeden sonra İngilizler Malta’ya sürdü. Orada geçirdiği iki yılın ardından bir süre İstanbul’da oturan paşa doğum yeri olan Mısır’a avdet etti. Abbas Halim Paşa cömertliğiyle anılıyordu. Susuz köyler, evsizler, yakacağı olmayanlar, parasızlıktan yuva kuramayanlar, sandalı batan balıkçılar, tebdili havaya ihtiyaç duyan hastalar, Avrupa’ya Amerika’ya Japonya’ya gönderilen öğrenciler ve dahası Paşanın nefesiyle ferahlıyorlardı. Paşa bir kişi de cevher görürse onun dünyayı tanıyıp kendisini geliştirmesi için seyahatlere de gönderirdi.

Abbas Halim Paşa’nın ailesi de cömertti. İnsanlar “Elhamdülillah” dedikçe paşanın gönlündeki bahçelerin yeşillendiğini bilen zevcesi, onun altmış üçüncü yaş gününde köylerden topladığı altmış üç biçare çocuğu giydirip avluya doldurmuştu. Abbas Halim Paşa bahçeye inince kendisini selamlayan bu çocuklarla karşılaştı. Paşa bu çocuklara bakarken ağlamıştı.
Abbas Halim Paşanın meclisinde devletin haysiyeti hakkında menfi söz söylemek de mümkün değildi. Bir misafiri bu şekilde lakırdı yapmaya kalkarsa Paşa sukut edip yüzünü denize çevirirdi. Paşa birkaç dil bildiği halde konuşurken sözlerini yabancı kelimelerle süslemez, ağdalı hareketler yapmazdı.

İşte bu zarif insan Akif’in ruhunu kaplamıştı. Beraber edilen sohbetler, gülüşmeler, okumalar… Akif Mısır’da değil Abbas Halim Paşa’nın dostluğunda yaşıyordu. Sonra ayrılık vakti geldi. Ölüm bu güzel Paşa’nın odasına girdi. Ona belki de altmış üçüncü yaş gününde gördüğü çocukların suretiyle yaklaştı. Ve Paşanın ayak uçlarına dokundu. Mehmet Akif arkasından şöyle dedi:
“Oracıkta diz çökerek birkaç saat içinde hatmini tamamladım. Sonra gözlerimi yüzüne diktim. Donmuş kalmıştım. Hiç ağlayamıyordum. Nihayet dayanamadım. Boynuna sarıldım. İşte ondan sonra ağlamaya başladım. O sırada şunu söyledim:
Hepsi göçmüş hani yoldaşlarının hiçbiri yok
Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.


Merhumu gözyaşları içinde defin ettik. Evime döndüm. Artık bundan sonra Mısırda duramayacağımı anladım. Paşa merhumun gaybubeti ise on dört yaşında tattığım öksüzlük acısını bana ikinci defa tattırdı.”

Akif, Abbas Halim Paşanın vefatından sonra bir gün onunla sohbet ettiği konaklardan birinin önünden geçer. Konak Paşanın vefatının ardından başka birine devredilip adı “Kasr-ı Gülşen” olarak değiştirilmiştir. Akif kapısı açık olan konağa doğru yaklaşır. İçeriye bakar. Paşanın nefesini duymaya çalışır.


Kasrı gülşensin evet lakin gönüller şen değil
Durduğum mazine hürmet yoksa veşvemden değil
Var mı loş sinende canandan kalan nur izleri
Ey yeşil yurt, istenen senden odur, sinen değil.
Akif cananı olmadan daha fazla Mısır’da duramayacaktır.


HASTALANINCA VATANINA DÖNER


Edip, rahatsızlanır. 1935 yılının temmuz ve ağustos ayında rahatsızlığı ilerleyince tebdil-i hava niyetiyle Lübnan’a ve oradan da Antakya’ya geçer. Antakya o esnada Türkiye’ye bağlanmamıştır. Antakya’nın sokaklarında her gün Fransız askerleri cakalı yürüyüşler yapmaktadır. Trampetler çalmakta, borazanlar ötmekte ve Fransız bayrakları her köşede dalgalanmaktadır. Müslüman memleketinin rüzgârı bu bayrağı nasıl dalgalandırabilir? Rüzgâr hiç kendinden utanmaz mı?


“Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm

Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu

Gül devrini bilseydim onun bülbül olurdum

 Ya Rab beni evvel getireydin ne olurdu.”


Akif’in dudaklarından Hatay’ın her köşesine asılan Fransız bayraklarını görünce bu mısralar akar. Edip Hatay’ın anavatana katılışını göremeden hakka yürüyecektir.

İSTANBUL YOLCULUĞU

“Ne bana yaradı cismim, ne yâre yar oldu
İlahi ben bu bir avuç türabı neyleyeyim.”[2]

Akif eşinin rahatsızlandığını öğrenince Antakya’dan Mısır’a döndü. Lakin burada da kendi hastalığı arttı. Vakit daralıyordu.
Memleketle vedalaşma zamanı gelmişti.

Akif’in yurda dönüşü neşeyle karşılanmadı. Hatta onun buraya neden geldiği, kendisine neden vize verildiğiyle alakalı bazı resmi yazışmalar gerçekleşti. Hasta ediple maddi ve manevi olarak Abbas Halim Paşa’nın kızı ilgilendi. Emine Abbas Hanımefendi şairi önce Maçka’daki evinde ağırladı ardından da Şişli Sıhhat Yurdu’na yerleştirdi. Şair son günlerini, yine Emine Hanım’ın desteğiyle Beyoğlu’ndaki Mısır apartmanında emrindeki bir hastabakıcıyla geçirdi. Bu günlerde kendisini ziyaret edenler oluyordu.

Ziyaretlerden birinde Akif, Mısırlı Muhammed Rıfat’ın müessir Kuran okuyuşundan bahsedince konuklar, bizim de Hafız Necati’miz var diyerek, bahsettikleri kişinin okuyuşunu methettiler. Akif bir çocuk gibi gözlerini açarak: “ Acaba göremez miyiz?” diye sordu. Sonra da boynunu büktü.

SON GÜNLERİMİN EN BÜYÜK MÜKÂFATI

Ertesi gün Hafız Necati, Mısır Apartmanındaydı. Akif ilahi kelamı lahuti âlemleri gezerek dinledi sanki. Kuran ziyafetinin ardından, orada olanlardan biri: “Hafızımız bugün size tamamıyla kendini dinletemedi yarın inşallah daha güzel olur” deyince Akif: “Ay efendi hazretleri yine teşrif edecekler mi?” deyiverdi.

Hafız Necati Akif’i her gün ziyaret etti. Şair bu durum için “ Şu son günlerimin en büyük mükâfatı bu oldu” demiştir. Akif vefat ettiğinde son hizmetlerini de Hafız Necati gördü. O gün hava müthiş soğuktu. İstanbul’u fırtına dövüp duruyordu.

Hafız hasta olmasına rağmen defin işlemlerinden sonra mezarlıktan ayrılmadı. Herkes çekilip gittikten sonra “Ay efendi hazretleri yine teşrif edecekler mi?” diyen Akif’e, Kuran okumaya devam etti. Bir seferinde şair onun için: “Bana bu zatı dinlerken kuran yeni nazil oluyormuş gibi geliyor.” demişti.
Akif’le ilgilenen bakıcı ise Rus’tu. Onu besmele ile kaldırıp besmele ile yatıran bu kadın, şair öldükten sonra ağlayarak onun yüzünü öpmüştü. O Akif’e hizmet ederken Akif de ona ruh güzelliğinin ne olduğunu bir resim gibi göstermişti. Bu kadıncağız vefatından sonra da edipten kopamadı. Pazar günleri onun mezarını ziyaret etmeye ve gördüğü fukaraya para verip Kuran okutmaya devam etti.

KUR’AN MEALİ

“Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lakin onu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve peygamberimin yüzüne bakamam” Mehmet Akif Ersoy
Akif’ten meal çalışması yapmasını devlet istemişti. Elmalılı Hamdi Yazır’a da tefsir vazifesi verildi. Mehmet Akif meal için çok titizleniyordu. İnsanların meal okuyup, bu bize yeter diyerek tefsire başvurmama ihtimali onu tedirgin ediyordu. Lakin meali teslim etmemesinin asıl nedeni bu değildi. Cumhuriyet ezanı Türkçe okutmaya başlamıştı, namazlardaki ayetlerin de Türkçe okunmasını mevzuu idi.

“Akif’in tercümesi var ya, onu alalım. Onun doğruluğuna bütün Müslüman halkın itimadı var. Camilerde namazlarda o okunursa kimse bir şey diyemez, sesini çıkaramaz. Bu iş olur biter.”
Akif çeşitli bahanelerle meali vermeyi ret etti. İstanbul’a geldiğinde de meali ondan almak için Ankara’dan iki resmi ziyaret gerçekleştirildi. Bu ziyaretlerden birinde Akif her zamanki gibi mealin henüz hazır olmadığını söyleyince şöyle bir konuşma gerçekleşti.
“Hakkı Tarık: Üstat, dün akşam Gazi Hazretleriyle -Atatürk- beraberdim. Sizden sevgiyle, sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Ve hatta kendilerine hissi adavet (düşmanlık hissim) yoktur dediler. Eğer öyle olsa idi Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim. İstiklal marşını kaldırırdım.
Akif: “Demek öyle. (duraklar, arkasına bir yastık koyulmasını ister) Hakkı Beyefendi dedi hatırlar mısınız biz Gaziyle harp sahasında ön saflarda beraber gezdik, beraber yürüdük. Kendisini mecliste sonuna kadar destekledik. Bu böyleyken Gazi hazretlerinin adavet kelimesini telaffuz etmesine hayret ettim. Beni memlekete sokmayabilirlerdi, lütfettiler, kendilerine minnettarım.

İstiklal Marşına gelince, işte onu kaldıramazdı. Nasıl kaldırırdı ki mecliste ilk okunduğu gün Tunalı Hilmi (Tunalı Hilmi bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli/ ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli mısralarındaki inlemeli kelimesi yerine gürlemeli kelimesi olmasını istemişti) hariç herkes ayakta dinledi, kendileri de dâhil. (Tekrar biraz durur) İstiklal marşı bir daha yazılmaz, kimse bir daha İstiklal Marşı yazamaz, ben de yazamam. ( kendi kendine söylercesine) Allah bu millete bir daha bir İstiklal Marşı yazdırmasın”

Mehmet Akif’ten meali alabilmek için daha sonra kendi yeğenleri de ricacı oldu. Akif canı sıkılarak konuyu kapatmaya çalışınca, yeğenleri: “ Gazi Hazretleri belki verilecek 4 bin TL’yi az görüyor bu parayı 1O bin TL çıkarırız dedi” diyerek kendilerine tembihlenen sözleri söylediler. Bu cümle, giyeceği paltosu yokken İstiklal Marşından kazandığı parayı bağışlayan Akif’in önünde durdu. Maaş bağlamadıkları, şu anda dahi sağlığıyla ilgilenmedikleri, hastane masraflarını bile Mısırlı bir aileye bıraktıkları Akif’in önünde durdu. Ülkesinin milli marşını yazdıktan sonra ülkesinde kalmasına izin verilmeyen Akif’in önünde durdu. Akif bu vefasız cümleyi eliyle kenara itti ve içini çekerek: “ Bu fakire dört bin TL bile fazla… İyi olursam getirir üzerinde meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir” dedi.
Mehmet Akif’ten meali yazması istenildiğinde ona bin lira da peşinat verilmişti. Elmalılı Hamdi Yazır şairi bu para için bunalttıklarını görünce tefsir çalışması için kendisine yatırılan paradan bu borcu ödedi.

‘DÖNEMEZSEM YAKARSIN’

Mısırdaki Yozgatlı Müderris Mehmet İhsan Efendiye, Akif göğsüne bastırdığı meali bırakırken şöyle demişti: “Dönebilirsen üzerinde yeniden çalışır, neşrederiz, dönemezsem yakarsın”
Mehmet İhsan Efendi meali yakamadı.
Her gece enfes bir yazıyla onu temize çekmek için gayret etti.
Mısırdaki Yozgatlı Müderris Mehmet İhsan Efendi vefat edeceği zaman on bir yaşındaki oğluna -Ekmeleddin İhsanoğlu’na- bir çekmece gösterip o çekmecedeki defteri yakmasını istemişti. Bu Akif’in mealini yazdığı defterdi. İhsan Efendi bu şekilde eski dostunun “yak” vasiyetini yerine getirecek fakat kendisi meali temize çektiği için de bir kayıp olmayacaktı.

15 Mart 1961 yılında vefat eden İhsan Efendi döneminde artık Türkçe ibadet yapılmıyordu.
Üç gün sonra çekmece açıldı. Odada bazı Türk üniversite talebeleri ve edebiyatçı Profesör İbrahim Sabri Bey vardı. Bu kişiler Akif’in mealinin haricinde, Mehmet İhsan Efendi’nin de nüshasını yakmaya karar verdiler. 1960 ihtilalinden sonra Türkçe ibadetin yeniden başlayacağından endişe ediyorlardı. Bir leğenin içinde ateş yaktılar. Sayfaları tek tek yırtıp alevlere attılar. O esnada çölde yeniden bir kum fırtınası başladı. Yakılan her kâğıdın dumanı ah ederek bu fırtınaya doğru ilerledi. Orada göğe doğru savrulan kumlarla birleşerek Mehmet Akif’in resmini çizmeye başladılar. Akif bu resimde kılı kırk yararak meali hazırlıyordu.
İbrahim Sabri Bey için daha sonra orada bulunanlardan biri şöyle diyecektir: “ Dilim varmıyor söylemeye ama biraz dengesizdi. Biz ise daha yeniydik. Onun o durumunun farkında değildik. Genciz heyecanlıyız. Türkiye’ye döneceğiz ve ülkeyi ıslah edeceğiz, o havalardayız. O da bizim duygularımızı coşturan bir insan. Tabii hoşumuza gidiyordu bu tavırları. Allah rahmet eylesin, evet biraz dengesiz bir insandı.”

Yakılan tercümeyle ilgili gençleri coşturan İbrahim Sabri Bey şu dörtlüğü kaleme aldı:


O bir eserdi ki yangın denilse layıktı


Eğer kalaydı yakar kül ederdi imanı


O bir ateş ki sönmezdi etmeden ihrak


Yakıldı sönmesi kurtardı nass-ı Kuran’ı

 *Bu yazı 04 Mart 2016 tarihli Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır.


**Bu yazı M. Ertuğrul Düzdağ’ın, Mehmet Akif Mısır Hayatı ve Kuran Meali isimli eserinden istifade ederek hazırlanmıştır.


[1] Akif’in şapka takmak istemediği için ülkeyi terk ettiğini söylenir. Bu kendisine sorulduğunda, bunu komik bulduğunu ifade etmiştir.

[2] Bu ilahi sözleri Akif’in en sevdiği mısralarmış, sık sık söylermiş kendisi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek