Birçoğumuz aileye, şehre ya da ülkeye ait olmak üzerine düşünmüş , okumuş hatta yazmıştır. Ama daha önce okuduklarınız ve yazdıklarınız çiçeklerle kurulan ilişkinin bizi evimize, yaşadığımız şehre hatta hayata bağladığını bu kadar net ortaya çıkarmamıştır. Gülsüm Çelik, “bağlanma” kavramını yetiştirilen çiçekler üzerinden irdeliyor…
Evden ayrı olduğum on dört yıl boyunca yaşadığım hiçbir yere küçük bir saksıyla da olsa çiçek almadığımı fark ettim. Tatil dönemlerinde ailemin yanına döndüğümdeyse gördüğüm, annemin çiçeklerine bir yenisini mutlaka eklemiş olmasıydı. Ya kendisi, kırılan dalları yeniden köklendirip dikmiş oluyor ya da bir yakınımız yahut komşumuz kendisine aynı yoldan bir çiçek fidesi veriyordu. Bu çiçek halkasının sonuncusuna yeni evlenen ablamın annemden menekşe, yengemden mum çiçeği fidesi istemesiyle şahit oldum.
Kadınların kendi aralarında bu sakin ve gösterişsiz hareketi beni çiçekler özelinde ev bitkileriyle kurduğumuz bağı yeniden düşünmeye sevk etti. Bunların üstüne, birisine çiçek götüreceğim zaman saksı bitkilerini tercih ettiğimi de hayretle fark ettim. Çiçeğin solmamasını, kalıcı olmasını hesap ederken temelde daha başka bir amaca hizmet ettiğimi o zaman bilmiyordum.
Belleğimi havalandırmak için aklıma gelen her görüntünün dibini kazımaya başladım. Bahçe kapısından evinin girişine kadar uzanan yolun iki tarafına kadife güller diken eski komşumuz sadece güzel görüntü ve koku için mi bunca zahmete giriyordu? Bir başka komşumuzun bahçesinde sırasıyla boy gösteren kasımpatılar, yediveren güller; kendi bahçemizde ve balkonumuzda petunyalar, sardunyalar; halamın bahçe kapısında hanımeli, çocukken palyaço çiçeği deyip yüzümüze yapıştırdığımız gülhatmiler, sabah kapanan çiçeklerinin akşam üzeri yeniden açılmasını seyrettiğimiz akşam sefası birlik olup bir şarkı söylese, hangi notasında bulurduk kalbimizi?
Arkadaşlarıma sevinçle saksıda çiçek götürürken, komşumuz güllerini vazoya dizip bahçesindeki tarhları kabartırken, annem her biri başka yerde olan çocuklarının ismini çiçeklerine verirken, mum çiçeğinin kokusu çocukluğumuzun telaşsız günlerini temsil ederken çiçeğe sadece çiçek diyemiyorum.
Nihayetinde bir varlığı yetiştirmeye kalkmak, onun bakım ve büyüme sürecini göze almak, belirli bir süre orada bulunmayı gerekli kılıyor. Çiçeğin yaşaması, bakımı ve gözetimi için birini memur kılmak belki sahibini de mekanda sabit kılma niyetini içten içe taşıyordu. Arkadaşlarıma bir saksı “ait olma” hediye ettiğimi neden sonra kabul ediyorum.
Küçük Prens’in üç adımda biten gezegeninde, tehlikeli baobaplara karşın etrafını cam fanusla çevrelediği bir gülünün olması da bu açıdan tesadüf değildir. Konu Küçük Prens iken sembolizmin bizi taşıyacağı bambaşka ülkeler olsa bile en somut haliyle gezegenindeki gülün varlığı bana çok anlamlı geliyor.
Gülüyle kavga edip gezegenini terk eden Küçük Prens, yolculuğu boyunca gülünü aklından çıkartamaz. Serüveninin tilkiyle olan bölümünde bağ kurmayı, evcilleştirmeyi ve sorumlu olmanın ne olduğunu öğrenir. Tilkinin ona verdiği sırla gülün sorumluluğunun kendinde olduğunu keşfeder. Bir çiçek için verdiği suyun, dikenlerini temizlemenin, kelebeğe dönüşsün diye bir iki tırtıl bırakmasının onu gülüne ve gezegenine bağlayan şey olduğunu bilmek, prensle birlikte bizim de keşfettiğimiz temel bir davranışı işaret ediyor: yeryüzüyle kurduğumuz organik bağın, aidiyetimizi inşa etmedeki güçlü etkisini.
Göçebe hayattan yerleşik hayata geçmenin en belirgin hallerinden birisinin tarımla uğraşmak olması, ekim ve dikim işlerinin yapılması da bitkiler üzerinden kurduğumuz ünsiyet ve aitlik duygusunu bence ortaya koyuyor.
Yoksa Orta Asya’dan göçüp Anadolu’yu kendine yurt edinen atalarımız gelirken yanlarında yabani bir çiçek olan laleyi neden alıp gelsin? Hem kendini hem de bir çiçeği evcilleştirmenin hatırına, ev yeşillenip çiçek açtığımız bir yer oluyordur belki.
Fen Bilgisi dersinde ödev olarak pamukta fasulye ya da nohut çimlendirip onun gün gün kabuğundan ayrılıp yukarı doğru yapraklarıyla uzanmasını not etmemiz gibi, pencere önündeki, balkondaki, terastaki ya da bahçemizdeki çiçekler de bizim aidiyetimizi not düşüyor penceremize.
Belki şöyle diyordur şarkıda, bu evin sahibi bizden de köklü. Ne çok yaz ve bahar gördü. Bizden önce de gördü, bizimle birlikte de. Kuşlar geldi, kuşlar göçtü. Herkes şahit. Biz şahidiz, yaşıyoruz kendimizce. Bir bahçeden diğerine.