Babası ölünce annesi tarafından terk edilen, geçirdiği rahatsızlık sonucu bir gözünü kaybeden büyükbaba disipliniyle büyüyen bir çocuk nasıl yazar ve filozof olmuştur? Okumak ister misiniz?
“Kahvehane Filozofu” diyerek alaya alınan Sartre, sadece felsefi içerikli romanlar yazmamış
Ayrıca Nobel Ödülünü de reddetmiştir.
Yazar hakkında daha nice bilgi Rabia Kanpolat’ın yazısında sizi bekliyor…
“Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız.” Burjuva bir ailenin en küçük kızı olanAnne Marie ve onun kadar bedbaht bir çocukluk geçiren Jean Baptiste Sartre’ın yolları kesişir. Mutluluğu bulan iki ruh, kısa süre sonra, 1904’te Fransa’da evlenir. Çok geçmeden, 21 Haziran 1905’te oğulları Jean Paul Sartre dünyaya gelir. Bir ömür bekledikleri bu sıcak aile tablosu, Sartre on beş aylıkken babasının hummadan ölmesiyle parçalara ayrılır. Annesi Sartre’ı bırakarak kendi ailesinin yanına taşınır. Böylece Sartre babaannesi ve Sorbonne Üniversitesi’nde Almanca profesörü olan dedesi ile yaşamaya başlar. Dedesinin sahip olduğu geniş kütüphane ve yazdığı kitaplar Sartre’ı henüz sekiz yaşındayken yazının büyülü denizine atar. Okuduklarının da etkisiyle bu denizde kendi roman gemisinin kaptanı olur. Dışlanmış ve yabancı hissettiği, katı ve disiplinli havayı solumaktan yorulduğu erken çocukluk yıllarında başlayan yazma tutkusu ömrünün sonuna kadar devam edecek ve onun “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle kuşatılmış olarak yaşar, başına gelen her şeyi bu hikâyeler aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” cümlelerini kağıda dökmesine yol açacaktır.

Sartre’ın sağ gözünde, küçük yaşta geçirdiği bir rahatsızlık sonucu görme kaybı oluşur ancak bu durum onun okumaya ve yazmaya karşı duyduğu heyecandan hiçbir şey eksiltmez. Çünkü o, okuduğu ve yazdığı anlarda gerçekten var olduğunu hisseder. Dedesiyle birlikte bazı bölümlerini uydurarak amatörce sahneledikleri tiyatro oyunları, ileride yazacağı sarsıcı senaryoların ve oyunların habercisi niteliğindedir. Sartre, büyükanne ve büyükbabasının varlığına yönelttiği kontrolcü ve eleştirel bakışlar arasında, hem tiyatro oyunlarındaki uyumlu tavrıyla hem de günlük hayatta ‘aile üyesi’ rolünü oynayarak kendisine gösterilen konukseverliği hak edecek kalitede olduğunu göz önüne serer. On iki yaşına geldiğinde annesi yeniden evlenir ve Sartre üvey babasıyla yaşamaya başlar. Dedesinin evinde büründüğü role burada da devam eder. Sonraları sarf ettiği “Hiçbir zaman mülkiyet duygum olmadı. Hiçbir zaman herhangi bir şey gerçekten benim olmadı. Önceleri büyükanne ve büyükbabamla yaşadım, annemin yeniden evlenmesinden sonra da kendimi üvey babamın yanında hiçbir zaman evimde gibi hissetmedim. Çevremdekiler gereksindiklerimi veriyorlardı bana o kadar.” sözleri, ‘küçük sığıntı’ olarak yaşadığı bu yıllardan doğacaktır.

Bedensel kusurlarını, gösterdiği üstün zihinsel aktivite ile örten Sartre “İnsan kendini ne kadar yaratıyorsa o’dur, ne gerçekleştiriyorsa o’dur.” tezini bizzat yaşama geçirir. Liseyi 1922’de bitirdikten sonra İsviçre’deki Fribourg Üniversitesi’ne devam eder. Öğrencilik yıllarında doğrudan politik bir hareketi benimsemeyen Sartre kendini ‘Yalnız Adam’ olarak nitelendirir.1928 yılında mezuniyet sınavında sonuncu olur. Aynı yıl Simone de Beauvoir ile tanışır, sınavlara birlikte hazırlanırlar. Sartre birinci, Beauvoir ikinci olarak sınavı geçer. Hayat arkadaşlığına dönüşen bu tanışıklık ömürlerinin sonuna kadar devam eder. İkili, burjuvaziyi temsil ettiğini düşündükleri için evliliğe inanmazlar ve hayatlarını toplumun genel kabul gören ahlak kurallarının dışında bir ilişki biçimiyle devam ettirirler. Sartre yazma tutkusunu Simone’a da adeta bulaştırır. Sartre’dan önce hiçbir şey yazmamış olan Beauvoir üretken bir kalem haline gelir.

Sartre 1929yılında felsefe doktorasını alarak mezun olur ve on sekiz ay sürecek olan askerliğini tamamlar. Zor zamanlar geçirerek ve olağan üstü bir çaba göstererek mezun olduğu kendi lisesinde öğretmen olarak görev alır. Başka bir yerde görev yapan Simon ile sık sık Paris’te buluşurlar. 1938’de okuyucuyu gözlemlediği şeyleri tekrar keşfetmeye davet eden ilk romanı “Bulantı” yayınlanır ve Sartre önde gelen Fransız yazarlar arasında anılmayı başarır. İkinci Dünya Savaşı’nın 1939’da başlamasıyla Sartre, görme kaybından dolayı Fransa ordusunda meteorolog olarak görev alır. Fransa 1940’da işgal edilince esir düşer. Yazacağı kitaplara yön verecek olan Heidegger’in Varlık ve Zaman eserini dokuz ay süren esareti esnasında okur.1941 yılında kaçarak özgürlüğüne kavuştuktan sonra öğretmenliğe devam eder ve kendini yazmaya verir. “Sinekler” oyununu bu yıllarda yazar. Charlie Chaplin’in ünlü filmi Modern Zamanlar’dan esinlenerek editörlüğünü Simone de Beauvoir’un üstlendiği Les Temps Modernes isimli aylık politika ve edebiyat dergisini çıkarmaya başlar. “Akıl Çağı”, “Yaşanmayan Zaman” ve “Yıkılış” romanlarından oluşan “Özgürlüğün Yolları” üçlemesini kaleme alır. 1945’te kendini tamamen yazmaya adamak için kamu görevinden ayrılır ve aynı yıl Cezayir’i özgürlük mücadelesinde destekleyerek 121 aydın tarafından imzalanan “121 Bildirgesi”nde yer alır.

“İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir ‘biçimde’ söylemeyi seçtiği için yazardır. Biçim hiç kuşkusuz, düzyazıya değerini veren şeydir. Ama göze batmamalıdır. Güzellik burada tatlı ve belli belirsiz bir güçten başka bir şey değildir.” diyen Sartre roman türünü anlatım araçlarından biri olarak kullanır ve güdümlü edebiyatı “Edebiyat Nedir?” eseriyle anlatır. Sartre, felsefi kimliği edebi kimliğinin önüne geçmiş bir yazardır. Edebiyatı seven, edebiyattan beslenen, çocukluğunda akranlarıyla değil kitaplarla arkadaşlık eden Sartre, yazılarını kahvehanelerde kaleme aldığı için Fransız akademisyenler tarafından küçümsenir ve ‘Kahvehane Filozofu’ olarak anılır.
Sartre’ın çocukluğu, düşünce dünyasının çekirdeği niteliğindedir. 1964’de çocukluğunu ve ilk gençliğini edebi bir dille, açıkça ve detaylı olarak anlattığı “Sözcükler” eseriyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür ancak ödülü reddeder. “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Bir Nobel ödülü buna bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel ödülü, tanınma peşinde olan amatörler için güzeldir. Ben yaşlıyım ve yeterince keyif yaşadım. Yaptığım her şeyi severek yaptım. En büyük ödül zaten buydu. Başka da bir ödül istemiyorum. Çünkü almış olduğum ödülden daha güzel bir şey olamaz.” sözleriyle gerekçesini açıklar ve ödülü kabul etmeyen ikinci kişi olarak tarihe geçer.

17. yüzyıldan beri süregelen varoluşçuluğu ünlü ‘Var oluş özden önce gelir.’ tezini ortaya koyarak kendi siyasal ve felsefi yaklaşımıyla zenginleştirir ve günceller. Geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantıyı, insanın kendisini düşünüp tasarlaması üzerinden kuran Sartre, görüşlerinin merkezine özgürlüğü ve sorumluluğu yerleştirmiştir. Ona göre“İnsanlar sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludurlar.” Bu nedenle de dünyayı etkileyen önemli olaylar karşısında görüşlerini çekinmeden belirtir.
Sartre’ın son yapıtı, on yıl boyunca kendini adadığı üç ciltlik Gustav Flaubert incelemesidir. Sekiz yaşında çıktığı yazınsal yolculuğun son büyük limanı, başka bir yazarın eserini yorumlamak olmuştur. Bu nedenle Sartre’ın vasiyetnamesi olarak nitelendirilebilir. Bu çalışma, aynı zamanda Sartre’ın felsefeden edebiyata kaçışı olarak da yorumlanmaktadır.

Yetmişlerin ortalarında Sartre’ın gözleri neredeyse görmez olur. Simone de Beauvoir “Veda Töreni” yapıtında 1970-1980 yılları arasındaki yaşamlarını ve birlikte geçirdikleri zaman kesitlerini kâğıda döker. Onun son günlerini “Yarı körlüğünün ilk günlerinin dışında, başına gelenlere hep alçakgönüllülükle katlanmıştı. Kendi sıkıntılarıyla başkalarını sıkmak istemiyor ve elinden hiçbir şey gelmeyen bir yazgıya karşı isyan etmek de ona yararsız görünüyordu (…) Yaşamı hâlâ şiddetle seviyordu, ölümü seksenlerinin sonuna kadar erteleyebileceğine inansa da bu düşünceye yabancı değildi. Ölümün gelişini gürültü patırtı çıkarmadan kabul etti; dostluklara, kendisini çevreleyen sevgilere duyarlı ve geçmişinden hoşnuttu: Yapmamız gerekeni yaptık.” sözleriyle anlatır.
Yazmayı bir varoluş tarzı olarak seçen Sarter’ın “Saate karşı, ölüme karşı sürdürdüğü yorucu koşturmaca” sona erer. Yalnız Adam ardında pek çok edebi ve felsefi yapıt bırakarak Paris’te 15 Nisan 1980’de yaşama veda eder.Tanrıyı on beş yaşında terk eden Sartre, on binlerce insanın katıldığı kalabalık bir törenle daha sonra Simone de Beauvoir ile paylaşacağı ortak kabre, Paris’deki Montparnasse Mezarlığı’na gömülür.