2 Ocak 1943’de 2. Dünya Savaşı devam ederken İstanbul’da doğan ve ailesinin umut olsun diyerek adını Barış koydukları Mehmet Barış Manço’nun doğum günü bugün.
7’den 77’ye gönüllerimizde taht kuran, şarkıları on dilde söylenmiş, unutulmaz isim Barış Manço 1 Şubat 1999 yılında aramızdan ayrılmıştı.
Netyazı olarak Çağdaş Türk Ozanı diye anılan Barış Manço ile yapılan son röportajı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Yazar Ayşe Sevim’in sorularına içtenlikle verdiği cevaplarla Manço’ya hasretimizi bir nebze dindirelim…
Üç cümleyle özetleyecek olursanız Barış Manço kimdir?
Özetleyemem ama gerekirse, Barış Manço şarkı söyler, ikincisi çocuk programı yapar, üçüncüsü dünyayı gezer. Bu toplum beni şarkı söylerken tanıdı ve çocuklarla ilgilenirken bir daha tanıdı ve bu arada dünyayı dolaşıp başka insanları anlatan kişi olarak tanıdı.
‘Ben, bir şarkıcı olarak gelmedim bu dünyaya, bir besteci olarak gelmedim bu dünyaya; düşüncelerimi aktarmak üzere geldim’ demiştiniz. ‘ Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, anlatamıyorum,’ dediğiniz düşünceleriniz oldu mu?
Yok! Fikrimde hala ısrar ediyorum. Ben bu dünyaya şarkıcı olarak gelmedim. Benim birinci işim bu değil. Ben bu düşüncelerimi bu dünyaya aktarmak için geldiğime inanıyorum. Bu düşünceler bazen müzik eşliğinde daha güzel, daha şirin, daha hoş algılanıyor. Onun için bana verilen bu nimeti kullandım. Ben her şeyi gayet iyi anlattığımı düşünüyorum. Acaba şunu anlatamadım mı diye hiç kendimi sınırlandırmadım. Kendimi sınırlandırmadığım gibi, dünyanın en iyi anlatım dilinin de ana dilim olduğuna inanıyorum. Türkçe’nin çok muazzam bir esnekliği olduğunu düşünüyorum. İki buçuk yaşındaki çocuğun anlayabileceği şekilde de anlatabiliyorum şarkılarımı. Kırk yık kafasını çalıştırsa da bu adam ne demek istiyor diye zorlanacak şekilde de anlatabiliyorum; yani Arkadaşım Eşek ile Dört Kapı şarkısı arasında akıl almaz bir uçurum var. şarkılarımda ‘ Hay Allah şöyle dese miydim?’ diye hayıflandığımı hatırlamıyorum.
Kırk senede iki yüz beste yaptınız. O bestelerle aşık olanların torunları da bestelerinizle aynı duyguları yaşıyor. Müziğinizdeki gençlik iksiri nedir?
Beni bir şey ayakta tutuyor: Bana yukarıdan enerji geliyor. O enerjinin de nereden nereden geldiği biliniyor. Gerçi işte o gücü gönderen, benim hala ayakta kalmamı istiyor. Yani ben kendi kendime jimnastik yapmıyorum. Biraz daha ayakta kalayım diye bir çabam yok. Türk müzik piyasasında –genelde demesem de- çoğu parçaların satış amacıyla piyasaya sürüldüğü bir gerçek. Bizim zamanımızda satış amaçlı ürünler piyasaya sunulmazdı. O zaman ne piyasa, ne de pazar vardı. Görsellik de bugünkü duruma ulaşmamıştı. Bizim çıkışımızda televizyon yoktu, radyo vardı. Sadece siyah beyaz gazeteler vardı. Şimdi periyodik rengarenk gazeteler, radyolar var. Bildiğim kadarıyla bugün herkesin elindeki uzaktan kumanda aletinde otuz-kırk kanal var. Bunların on sekiz tanesi de ülkemiz kanalları zaten. Şimdi bizim çıktığımız dönemi düşünün, bir de şimdiki durumu. Bizim zamanımızda Ankara ve İstanbul radyosunu dinlerdik. Bir takım renksiz gazeteler vardı. İnsanların gönüllerine hakikaten seslenmek zorundaydık. Sizi radyodan dinliyorlardı bu insanlar. Gazetelerde lütfederlerse iki satırla falan yer veriyorlardı. İşte o zaman biz kelimelerle, melodilerle, ezgilerle direk gönüllere girme savaşı veriyorduk. Zaten gönüllere girerseniz çıkmıyorsunuz. Şimdiki arkadaşlarımızın kavgaları gönüllere girmek değil, insanların eklem yerlerine hitap ederek gözlerine girmek sadece. Adı üzerinde zaten; göze girenler de hemen gözden çıkıyorlar. Eklem yerleri de bir süre sonra yoruluyor.
Sizin gelenekle ve halk müziğiyle olan bağlantınızı öğrenebilir miyiz? Size neler kattı bu iki öge?
Ben halk müziğinden hiçbir şey almadım. Burada bir hata var. okuduğum bir kaç klasik eserin dışında yararlanmadım halk müziğinden. Mesela Selahattin Pınar’ın eserini okudum. Aşık Veysel’in türküsünü okudum. Onlar haricinde, tüm eserlerimi kendim yazdım. Geleneğe gelince ben İstanbul doğumluyum. Galatasaray Lisesi’nde okudum. Ardından, Belçika Kraliyet Akademi’sini bitirdim. Otuz sene Fransızca konuştum. Bu açıdan bakılınca batı kültürüyle yetişmiş bir insan olarak görünüyorum. Anadolu topraklarını ilk olarak on dokuz yaşındayken gördüm. Bunun izahını yapabilmek çok zor. Bilmediğim bir şeydi Türk Halk Müziği. Çok sonra birtakım kültür ve değer birikimlerini. Dolayısıyla benim ortaya koyduğum şarkılar tümü ile kendi ürünlerim olduğu için bir yere oturması gerekiyor. Diyemiyorsunuz ki Barış Manço’nun şarkıları Sivas türkülerine benziyor, Urfa türkülerine benziyor. Balkan havası var galiba da diyemiyorsunuz. Orta Asya var da diyemiyorsunuz ama Türkçe’nin konuşulduğu bütün coğrafyada çok rahat algılandığı için her coğrafyadan bir parça bulabiliyorsunuz. Bunu söyleyebiliriz: Parçalarında Türk’ün tarihinde nefes aldığı her coğrafyada bir parça bulabilirsiniz. Bu benim genlerimde var. Elli beş yıllık yaşamımın büyük bir bölümünü yabancı ülkelerde konuşarak ve yaşayarak geçirdim.Ona rağmen hala kendi dilimden, kendi dinimden ve halkımdan kopamadım.Diğer insanlar onbeş günlük tura gidince hemen Türkçeleri bozuluyor, aksanları değişiyor. Gittikleri ülkenin dili ile konuşuyorlar. Ben bu dilimi otuzbeş yıldır bozamadım. On beş günde bir insanın dili Türkçe’den kayabiliyorsa o insanın geninde bir bozukluk vardır.Bakıma ihtiyacı vardır böyle bir insanın. Geçen Ramazan ayında Kudüs’teki çekimlerimde Kudüs’te yaşayan, Anadolu’dan seksen sene önce göçmüş bir Ermeni ailesinden bahsetmek istiyorum. Kudüs’te Ramazan ayında bizi görünce iftara davet ettiler.Buraya kadar her şey çok doğaldı.Biz bunu Ramazan’da yayınladıktan sonra bir sürü vatandaşımız tekrar yayınlanmasını istedi. Burada garip olan şu: Bu aile seksen sene önce Türkiye’den göçmüş;anne baba çocuklar da orada doğmuşlar.Torunlar da orada doğmuş ve senden benden iyi Türkçe konuşuyorlar.İnsanları etkileyen de sanırım bu durumdu. Ama öteki taraftan İstanbullu bir aile on beş günlüğüne Venedik’e gidiyor.Bir bakıyorsun, İnsanların dili dönmüş.Bu işte bir tuhaflık var.Bizim oturup kendimize sormamız lazım. Sen bu toprakların sana verdiği kültürü dilin ve dinin ne olursa olsun. Reddedecek misin, reddetmeyecek misin ? Bu reddetmeye hazır insanları verdiği örneklerdir bizi hüsrana uğratan. Ben de aynı olayların sıkıntısını çekiyorum. Almanya’daki Türkler Türkçe konuşamıyor. Seksen sene sonra Ermeniler Türkiye’ye adım atmadıkları halde konuşabiliyorlar.
Her bestenin koşulları ayrıdır. ‘Kol Düğmeleri’ni, ‘Dağlar Dağlar’ı, ‘İşte Hendek İşte Deve’yi bestelerken Türkiye’nin koşulları başkaydı, şimdi ise bambaşka demiştiniz. Şu anda gündemdeki popçular Türkiye’nin koşullarını ne kadar yansıtıyor?
Herhalde yüzde yüz yansıtıyorlar. Bana öyle geliyor. Türkiye’de spor neyse müzik de odur. Türkiye’yi idare edenler ne kalitedeyse, müzik de odur. Türkiye’nin bakkalı ne kadar namusluysa, pop da odur. Ben bugünü anlatmadım; bin yıldır gelen esintinin genlerime işlemiş şeklini anlattım, Dört Kapı’yı anlatırken insanlara. Bu benim kültürümden gelen bir olaydı. Ha o kültür neydi ? Bu imparatorluğu biz yapan değişik unsurların birbirine saygısından kaynaklanan bir ortamdan geliyorum ben. Her sabah siftahını açarken bizim esnaf birbirine hayırlı olsun diye açardı. Siftah yaptıktan sonra komşusuna gönderirdi. Şimdi böyle bir toplum var mı? O esnaf market oldu. Zaten benim zamanımda hatırlamıyorum bir futbol maçında olay çıksın. Bugün her futbol maçında olay çıkıyor. Tribünde çıkmasa da sahada çıkıyor. Böyle topluma böyle müzik olur. Mecliste şimdi kavga ediliyor. Bizim zamanımızda en fazla sıra kapaklarına vurulurdu. Şimdi meclisimiz tekme tokattan geçilmiyor. Bu böyle gidecek tabii ki; her hareket kendi alternatifini ortaya çıkarır. Her reaksiyon kontrareaksiyonu getirir. Devamlı bir bozulmayı hiçbir toplum kaldıramaz. Asırlardır müstemleke haline gelen toplumlar bozulmak için de ellerinden geleni yapmışlar. Ama Türkiye hayatı boyunca müstemleke olmamıştır. Türk toplumunun dünyada eşi benzeri yok ki! İstiklal Savaşı yapacak,dünyaya kafa tutacak böyle bir toplum yok ki! Türk toplumu kaldıramaz bunu.Kendine çeki düzen verirse bunlar eninde sonunda düzelecektir.
“On yedi yaşındaki gençlerin benin şarkılarım hakkında fikir yürütmesi yanlış,” demiştiniz. On yedi yaşındaki gençlerin yorumladıkları şarkılarda sizdeki dokunulmazlık özelliğini bulundurmayacak eksiklik nedir?
Şimdi alıyorlar parçayı Barış abiden, soylu bir parça diye sunuyorlar. Hoppala diyorum. Benim o gencin yaşı kadar parçam var. Ben onların ahkam kesmelerine doğru bulmuyorum. Benim sözlerim DJ ve VJ’lere söylenmiş sözlerdir. Durup dururken ahkam kesiyorlar. Bu yoruma yapmalarına hakları olmadığını düşünüyorum. Hani bir söz var ya, ‘Bilgi sahibi olmayan fikir sahibi de olamaz’ hemen fikir üretiyorlar ama konuyu bilmiyorlar. Neymiş ‘Dağlar Dağlar’mış, adam daha o zaman doğmamış. Yani bir şarkının ne koşullarda üretildiğini bilmesi lazım. Her şarkının ayrı koşulu var.
Sanatçılar gündemde kalabilmek için sık sık imaj değişikliği yapıyorlar. Oysa siz yıllardır uzun saçlarınızla ve yüzüklerinizle insanların karşısına çıkıyorsunuz. Sizce imaj nedir?
Ben bugün imajımı değiştirmiş durumdayım işin açıkcası gördüğünüz gibi yüzüklerimi takmadım. Çok büyük bir yenilik yapıp saçlarımı da kestirdim, ama belli olmuyor. (Gülüşmeler)
Ekvator’dan kutuplara, 5 kıtada 140 değişik yörede 800.000 km’ye yakın yol katettiniz. Neyi arıyordunuz?
Vay şimdi ağır soru değil mi? Ben oralarda insanlara ulaşıyorum, program çekiyorum. Amacım belli, insanlara neden geldiğimi anlatıyorum, onlardan gördüklerimi de kendi insanıma aktarıyorum. Çünkü bazı şeyleri baştan tarif etmeye gerek yok. Entelektüel tarifi de budur. Zaten hafızasına aldığını başkalarına aktarabilen insanlara entelektüel denir. Başka bir tanım bulamadığım için entelektüel diyorum. Entelektüel olmak mecburiyetindeyiz. Ama sen kafana yerleştirdiklerini anlatamazsan insanlara, o zaman entelektüel değilsindir. Kendi kabuğuna çakılmışsındır. Koca koca adamlar var 70-80 yaşında hala kitap yazmıyorlar. Koca bakanın anıları var. Bu adam kendi anılarını mezara götürüyor. Bu doğru değil. Keşke hepimizin altmış milyonun kitabı olsa. Herkes kendi hayat öyküsünü anlatsa, biz bunu okusak da faydalansak. Mesela ben bütün edindiğim tecrübelerimi insanlara aktarmaya çalışıyorum. Şu anda muhteşem bir olay var kamera, tv, video gibi onları kullanıyorum. Yani benim derdim dünyayı gezmek falan değil. Öyle bir kaygım yok. Kimse evinin sıcak rahatlığı varken, öyle kutuplara, ekvatora gidip dolaşmaz. Ben insanlar arsında iletişim köprüsü kurmanın yaşamımdaki görev olduğuna inanıyorum.
Gittiğiniz yerlerde Türk imajı nasıldı?
Bizde, dışarıda fesli ve şalvarlı tanındığımıza dair bir kompleks var. Aslında kimsenin bizi fesli, şalvarlı dört karılı filan tanıdığı yok. Ayrıca tanırlarsa da tanısınlar, ne yapalım yani? Bu onların kendi sorunu. Bunların gereksiz bir kapris haline getirildiğini düşünüyorum. Öbür türlü olunca bizim imajımız yok diye dertleniriz. Mesela Malezyalı’yı çizelim desem var mı? Malezyalı’nın tipi çok mu farklı Endonezyalı’dan. Biz çok farklıyız; işte bıyığımız var fesimiz var. Madem çizsinler, fena mı imaj. Hem imaj kavgası ediyoruz hem de imajımıza kızıyoruz. Ben katiyen onaylamıyorum fese kızanları, kapalı çarşıda fes satılıyor. Herkes alıyor. Kafalarına koyuyorlar. Alman turistlerde çok komik duruyor. Hele Japonları gördünüz mü? Fesle inanılmaz görünüyorlar. Bence Türk halkı barışmalı biraz böyle şeylerle. Biraz kapatmalı bu konuları. Şimdi gündemdeki konularda böyledir. İnsanın türban takması ayrı bir şey, başkalarına empoze etmesi ayrı bir şeydir. Sıkıntı galiba buradan kaynaklanıyor… Bana da hala kalkıp inşallah bir gün sen de hidayeti bulursun, İslam’la tanışırsın diyenler var. Bunu söyleyenin bana karşı dolaylı yoldan bir hakareti var. Benim 55 senelik hayatımı bir anda yok ediyor. Ben bu durumun görsellikle bağdaştırılmasına karşıyım. Son günlerde üniversitelerde meydana gelen türban, sakal olayları son derece yanlıştır. İnsan okumaya türbanlı da gider türbansız da gider. Uzun saçlıları da almıyorlar şimdi. Bizim zamanımızda da almıyorlardı. Böyle saçmalıklar bizim dönemimizde de çok vardı. Bunlar yapay sorunlardır.
Mevlana kendini, bir ayağı hak üzerinde sabit, öbür ayağı bütün dünyayı dolaşan bir pergele benzetiyordu. Çağdaş bir Evliya Çelebi ve Yunus Emre olarak ayağınızı hangi noktada sabit tutuyorsunuz?
Estağfurullah; sorunu kabul ediyorum ama cevabımı böyle yayınlarsan sevinirim. Bana böyle sorular sormayın; beni çok büyük kişilerle karşılaştırıyorsunuz. Estağfurullah deyip diğer soruya geçiyoruz. Allah razı olsun diyorum. Bu isimler çok büyük isimler. Onlarla aynı coğrafyayı aynı kültürü ve kimliği paylaşmak zaten benim için ayrı bir onur. Ha ileride benim torunlarımın torunu benim büyük bir dedem varmış, çok da sağlam bir adammış derse onun gururu bana yeter.
Politikaya yeni bir boyut, tat, çizgi farklı bir gusto ve renk getirmek için kolları sıvamışken ‘ya atlarsın, ya düşersin baktın olmaz vazgeçersin’ deyip çekildiniz. Sizce siyaset hayatının aşılamayan hendeğinde neler var?
Öyle zannediyordum. Ben böyle olmadığını anladım. İnsanlar bir şeyi denemeden hayır dememeliler. Örneğin bir eve gidince size ev sahibi bir yemek sunduğunda ‘bana dokunuyor’ deyip yemezseniz, bu doğru bir davranış olmaz. Bir kaşık aldıktan sonra bana dokunuyor derseniz bu doğru bir davranıştır. Doğrusu benim politika maceram aynen böyle oldu. Bize öyle bir tabak getirdiler ki; ya bu neyin nesidir dur bakalım dedik. Baktığında dışarıdan güzel bir tabaktı, biz de güzel bir şey zannettik bir çatal aldık, estağfurullah dedik. Her şey çok kötüydü. Bana sunulan şey gerçek politika değildi. Sunulan direk Kadıköy Belediye Başkanlığı idi. Kadıköy Belediye Başkanlığı politika içinde yer alır ama Türkiye’nin politikasını belirleyecek bir durumda değildir. Ben izninizle bundan almayayım dedim. Aldım tadına baktım, zaten bana göre bir şey olmadığını anladım. Kimseye göre bir şey değil aslında, yapanlara da bravo diyorum.
Ben çok hasta oldum bu işten, manevi bir hastalık geçirdim; adaylığımı açıklar açıklamaz, beş altı gün içinde benim dünyam karardı. Hava limanına gidip heyetler karşılamak bana göre değildi. Çok gerekiyorsa gider karşılardım. Ama hiçbir ülkede böyle bir serenomi yok. Bana dediler git havalimanında şunları bunları karşıla, çünkü sen koskoca Kadıköy Belediye Başkanı aday adayısın. Ben de karşılamaya meraklıysanız siz gidin karşılayın dedim. Aday olmakla heyet karşılamanın ne alakası var ki. Ben polis memuru, VIP elamanı değilim ki. Kadıköy Belediye Başkanı aday adaylığı için henüz adımız açıklanmıştı ki kapı çaldı, iri kıyım bir adam çıkagelip ‘Yenge’ diye seslenmeye başladı. Yenge de benim hanım Lale oluyor. Benim hanımıma şimdiye kadar yenge dememişti. Sonra adam Lale’ye yenge öpeyim arzu hürmet ederim, deyip girince, ben ve Lale birbirimize bakıp biz ne yaptık da bu adam bize arzı hürmetlerini bildiriyor diye düşündük anladık ki böyle ilk günden bize arzı hürmet gösterecek ki daha sonra bir daha geldiğinde hatırlayacağız onu. Daha kötüsü adaylığımız açıklandıktan sonra BMW ve Mercedes’ler kapımıza dizildi. Araçtan inen koca koca adamlar bana ‘Arslanım sen al bunları, seçim kampanyanda kullanırsın dediler’ Ya ben ne yapacağım bunları benim arabam var şükür dedikçe bana “ama bunlar BeeeeeeeeeeMeeeeeeeeeeeVeeeeeeeeee” dediler. (Gülüşmeler) Benim için gerçekten hata idi bu durum insanlar hatasız olamazlar. Bende ömrümü en az hata ile tamamlamak istiyorum ama ben burada kandırıldım. Beni -ismi lazım değil- Ankara’daki büyük isimler kandırdı. Sokaktaki vatandaşlar da beni görünce ‘Ah Barışcım ne iyi ettiniz de aday oldunuz, artık Kadıköy’ün sokakları temiz olacak suları akacak çöpleri kalkacak dediklerinde ‘Vayyy Kadıköy’ün çöp sorununu çözen adam !’ Dedim kendi kendime herkes beni çok gaza getirdi açıkcası bende hakikaten Kadıköy’ün tüm sorunlarının benimle birlikte çözüleceğini zannettim. Tabii o atmosferde sonrasını düşünmüyorsun. İstemeyerek beni kandıran insanlar oldu. Hepsini hepimiz tanıyoruz. Ankara’daki kocaman kocaman insanlar var ya, Türkiye onlarla gurur duyuyor. Bana: ‘Türkiye’nin senin gibi erdemli insanlara ihtiyacı var’ dediler. ‘Sizin gibi insanlar politikaya girerse daha erdemli politika yapılır ve seviye yükselir’ dediler. Ben de aman gireyim dedim. Yani gerçekten sonuçta öyle gaza geliyorsunuz ki ben olmaz isem hiç bir şey olmaz gibi bir duruma geldim. Akşam hanımla başbaşa kaldığımızda biz ne yapıyoruz ya dedik. Bu olay bir daha açılmamak üzere kapandı. Türkiye’nin benim politik fikirlerime ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. Ben Türkiye için aldığım kadarını verdiğim kanaatindeyim. Enerjim olduğu müddetçe de vermeye devam edeceğim.
Antikaya olan merakınızı biliyoruz. ‘Müthiş bir masal’ olarak nitelediğiniz siyaseti de antikalarınızın içine yerleştirdiniz mi yoksa yeni bir zamana mı bıraktınız?
Artık siyaset ile ilgili sorulara cevap vermeyeceğim.
Türkiye’nin alameti farikası olmak için Çankaya’ya tırmanma hazırlıkları yapıyordunuz. Çankaya yokuşunu çıkmak Himalaya dağlarına çıkmaktan daha mı zordu?
Evet o apayrı bir konu. Çankaya’ya çıkmak mümkün değil. Himalayalar’a ben çıkabiliyorum ama Çankaya’ya çıkamıyorum. Çankaya’ya çıkmanın iki tane yolu var; diğer yollar zaten kapalı. Biri kışladan geçiyor, biride meclisten geçiyor. On cumhurbaşkanımızın yedisi zaten asker kökenli. Bu hususta bir kanun yok ama teamül var…Veyahut meclisten geçeceksiniz. Beni zaten bu yaştan sonra askere almayacaklarına göre kimse meclise almaz beni. O yüzden Çankaya’ya çıkamam.Ama benim burada vermek istediğim başka bir mesaj var. Çankaya’da oturmak için tek bir kural var bu ülkede. O da Türk olmaktır. Ben de Türküm. Bu coğrafyada yaşayan altmış beş milyon insan gibi benimde doğuştan bir hakkım var Çankaya için. Senin de var ama orada oturmanın da bir amacı vardır. Türkiye’deki en yüksek hizmet makamı ile Türkiyenin alamet-i farikası olmak,yani Türkiye denince akla gelen ilk isim olmak. Bu fotoğraf siyasal ve politik değildir. Benim istediğim budur. Cumhurbaşkanlığı için Türk koşulu aranmaktadır. Bu imajı tüm Türk çocukları içlerinde taşımalıdır. Bu ateşle ben bir gün bana her şeyini veren Türkiye’nin en büyük makamında hizmet edebilirim. Bende o makama hazırım.Ha bir de bunu ciddiye alıp kardeşim yürü bakalım Çankaya’ya yürü derlerse oturur konuşuruz. Çünkü Çankaya için yol şimdi iki tane, bakarsınız başka yolar da açılırsa ben şimdiden hazırım.
Kol düğmeleri akşamdan akşama bir araya gelse de biz aynı milletin çocukları bir türlü bir araya gelemiyoruz. Bu hüznümüz ne zaman son bulacak?
İnşallah bir gün. Bilemem vallahi ? Bu soruyu bizi ayıranlara sormak lazım. Tarihten beri ayrılıyoruz. Fetret devrinden bu yana ayrılıklarımız devam ediyor. Şimdi bakın herkes korkuyor; ya Cezayir gibi olursak, ya İran gibi olursak. Biz hiçbir zaman öyle olmadık ki şimdi olalım Bu ülkede garip bir paradigma var. Bilmeden konuşuyor insanlar. İslami tarihimizi bilmiyoruz. Hala kalkıp kendi toplumumuzu ona buna göre ölçüyorlar. Türban kavgaları da bundan kaynaklanıyor işte. Kimse alınmasın ama gerçek böyle. Sen bana karışmazsan ben sana niye karışayım. Şu anda var olan türban eylemlerinde de gençler haklı. Ne yapacak bu yaştan sonra; cebinde parası yok okumak zorunda. Ülkücüsü de solcusu da haklı. Hepsi kendi kafasına göre ülkeye hizmet etmek istiyor. Dünyanın en güzel gençliği var Türkiye’de. Bu konular bizim zamanımızda da vardı. Konserlerimde türbanlısı da vardı mini eteklisi de vardı. Çeşitlilik içinde kavga da vardı. Gençler bizi biraz rahat bırakın biraz da biz düşünelim diyorlar. Sizin hiçbir probleminiz olmasa da medyaya olay lazım. Ortada konu kalmayınca bunları gündeme getiriyorlar. Bunlar Treni kaçırmış insanlar. Gençlere hep kızıyorlar, bizim zamanımızda da bize kızıyorlardı. Gençler bunlara direnecek. Sağcısıyla solcusuyla türbanlısıyla sakallısıyla bunlar bizim evlatlarımız.
Büyüklerin meclisinden uzak durmanıza rağmen Tetrapak’ın kurduğu Türkiye Çocuk Meclisi’nde başkanlık yapıyorsunuz. TV programlarında da hedef kitleniz çocuk.
Benim tüm söyleşilerimde söylediğim bir şey var: Kimse dünyaya sebepsiz gelmiyor. Yaradan bizi belli işleri yapsın diye göndermiş dünyaya benim inancım bu. Dolayısıyla çocuklara hizmet etmek de benim görevlerim arasında bunun kararı verilmiş zaten.
Hoşgörüsüzlükten, kabalıktan fanatiklikten hala kurtulamadık. Adam olacak çocuk ne zaman büyüyecek?
Benim içimdeki çocuk hiç büyümüyor zaten hep birlikteyiz onunla. Allahtan ayrılmıyoruz kendimin büyümediğini hissettiğim için çocuklarla hep birlikteyim.
‘Bizim için bir hakimin karar vermesinden ya da beni bir avukatın savunmasından hoşlanmıyorum. Yaşamımda aracılara yer yok’ demiştiniz. Müzik nasıl bir aracı sizce?
Müzik insanlara ulaşmak için kullandığım bir yoldur. Ben Japonlara müzik ile ulaştım. Şimdi de Hindistan’daki insanlar için bazı projelerim var… Bir milyara yakın Hintliye ulaşmayı düşünüyorum; tıpkı yüz otuz milyon Japon’a ulaştığım gibi. Müzik insanlara yeni kapılar açıyor. Ben bu dünyaya müzik yapmak için gelmişim. Bu özelliğim var ve ben bunu kullanıyorum. Gösterdiğimiz tatlı dil sayesinde kolayca insanlara ulaşabiliyorum. Afrika’daki bir kabileye gitmiştim ilk hareketim gülümsemekti, insan gülen bir hayvandır. Diğer canlı türleri gülemiyorlar ama insan gülebiliyor. Hayvanlar da ağlıyorlar ama gülemiyorlar, ben gülüyorum. Allah’ın bize verdiği en büyük özellik gülmektir. Ben gülüyorsam insanlara yaklaşabiliyorum. Daha sonra sağ elimi uzatıyorum ve onlara dokunuyorum, onlar da bana ellerini uzatıyorlar. Sonra beş dakikada onun dilinde nasıl merhaba denileceğini öğreniyorum. Ondan sonra müzik geliyor. O size söylüyor biz ona söylüyoruz ve yumuşuyor insanlar bir saat sonra kaynaşıyorsunuz sıra maharetlerinizi göstermeye geliyor. O hemen bir yemek yapıp getiriyor, size sunuyor. Tabii senin yanında hiç bir şey yok ne vereceksin? Ben her zaman hazırlıklıyım, bir müzik aleti yanımdadır.Hemen çıkarıp şarkı türkü söylüyorum. Müzik işte ruhun gıdası. Benim müzik olayım işte böyle. Ama birinci olayım ise güler yüz tabii.
Son on yıldır yaptığınız çalışmalarınız müzik hayatınızın önüne geçti. Müziğin sizden alacaklı olduğuna inanıyor musunuz?
Ödeyeceğim onu inşallah; zaten yeni bir kaset geliyor.
Peki film müziği yapmayı düşündünüz mü hiç?
Ben ısmarlama bir müzik yapamıyorum. Eurovision’a da şarkı yapamadım. Birkaç defa istediler, yapar gibi oldum ama olmadı. Onun da zaten koşulları vardı: Üç dakikayı aşmayacak, şu kadar nakaratı olacak; o tür sıkıntılara gelemiyorum.
5 Eylül 1997’de Liege Prensliği tarafından size onursal hemşehrilik ödülü verildi. Türkiye’de şimdiye kadar kaç şehir size hemşehrilik ödülü verdi size?
Karşıyaka verdi. Yanılmıyorsam Kayseri’den de bir tane var. Başka da yok. Karşıyaka bana 9 Eylül 1997’de verdi. Sorunuzdaki hafif alaycı ifadeyi algılıyorum… Karşıyaka’da verdiğim bir konserde Karşıyaka Belediye Başkanı sahneye çıkarak yüz elli bin insanın önünde o coşkulu ortamda beni Karşıyaka’nın fahri hemşehrisi ilan etti. Liege Prensliği’nin bana verdiği ödül ise iki buçuk ayda hazırlanmış bir tören neticesinde verildi. Bir takım sertifikaları filan var. İşte valisinin Belediye başkanının bilmem hangi kontesin imzaları var. Bunları görgüsüzlük ifadesi olarak söylemiyorum ama törende polis eskortları dahi bizim peşimizden geldi. Karşıyaka’daki olayla Liege’deki olay aynı şey değil. Ben anladım sizin sorunuzu. Biz ülke olarak teşekkür etmeyi bilmiyoruz. Teşekkür de bildiğiniz gibi Arapça ‘Şükran’ dan gelir. ‘Lütfen’ de Farsça’dan geliyor. Türk’ün lügatında bir şeyi isteyerek almak yok. Biz tarih boyunca almışız, gitmişiz öyle hani lütfen verir misiniz deyip arkasından teşekkür etmemişiz. Bu bizim bir yaramız, yaraları ortaya koyup teşhir etmez isen önleyemezsin. Sevincimizi nasıl ifade edeceğimizi bilmiyoruz. Yani maçtan takım galip çıkınca penceredeki masum bir vatandaşımızı vurabiliyoruz. Neymiş takım gol atmış. Yerin dibine batsın böyle gol atma… Düğünlerimizde de böyle. Ancak gençlerden ümitliyim. Hem politik hem ideolojik görüşlerinden hem de duygusal renklerinden. Çünkü hepsi farklı. Bu gençlerin babaları tek tipti. Bizim dönemimizde kaşkolu solundan mı, sağından mı bağlayacaksın; bıyıkların aşağıya mı sarkık olacak, yana mı yukarı mı tartışması bulunuyordu. Bu saçmalıklardan, günümüz güzel gençliğine geldik.
Leo Pold Şövalyesi nişanı başta olmak üzere iki yüzü aşkın ödülün sahibi olarak insana verilebilecek en büyük ödülün ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Zor bir soru. Daha doğrusu cevabı var ama herhalde bir insanın ödülü yaşamında verilmiyor. Sonuçta insanın bıraktığı mezar taşında ne yazdığı önemli. Ben bir şey beklemiyorum ha şöyle bir beklentim var: Ortaya bir şeyler koyuyorsam bunların ilerideki kuşaklar tarafından bilinmesini istiyorum. Bu da ancak yazı yoluyla olacak. Bu söyleşide bunlardan biri olacak. O açıdan ben söyleşilere çok büyük önem veriyorum. Televizyon söyleşilerine o kadar sıcak bakmıyorum. Bunlar yazılı kaldığı için daha önemli. Magazin basınındaki abuk sabuk haberlerin kalmasını istemiyorum. Gerçek dışı haberler yüz sene sonra benimle ilgili referans olmamalı. Kalıcı ve doğru olanların araştırmacılar tarafından okunmasını istiyorum.
Dostlarımızı birer birer kaybediyoruz. Halil İbrahim Sofrası’na kimi buyur edeceğiz?
Dostlarımızı kaybettiğimizi zannetmiyorum insan dostunu kaybetmez ki, kaybettiysen zaten o senin dostun değildir.
Fotoğraf makinası koleksiyonunuz olduğunu biliyoruz. Eski bir fotoğraf makinası size hangi duyguları veriyor?
Hiçbir şey vermiyor. Çünkü koleksiyonum yok benim artık. Hediye ettim çoğunu. Bir müze kurulsa bağışlamayı düşünüyorum.
Sizce aile nedir?
Şimdi ben ne dersem senin sorun olmayacak; bizce aile bizim kendi ailemiz. Benim ailem. Çünkü ne Lale, ne ben birbirimizi taşımıyoruz. İkimizde ayrı işlerle uğraşıyoruz. İki çıplak bir hamama yakışır derler ya, biz ikimiz evlendik. Kendimize bir yuva kurduk. Lale bana yirmi üç yaşında bir genç kız olarak geldi, ben de otuz yaşında bir adam olarak geldim. Onun kendi dünyası var, benim kendi dünyam var. biz dünyalarımızı iyi ayarladık. O benim hasekim ben onun hasekisiyim. Tam olduk böylece.
‘Bizim gece hayatımız sıfırdır. Barış ve Lale Manço’yu diskoda dağıtırken gördünüz mü hiç? Gitmediğimizden değil ama bizim yaşamımızda öyle bir boyut yok’ demiştiniz. Sizce o boyut neleri barındırmıyor?
Bizim de bir gece hayatımız var tabii ama bu tür bir gece hayatı değil. Çünkü o gece hayatı bir vitrindir. Paparazziler kapıda seni bekliyor. Bunlar bekar eğlencesidir. Aile için değil. Dolayısıyla Lale ile ben de bekar değiliz artık. Bizim hayatımızda böyle bir olay yok.
Ne güzel, siz magazine konu olmuyorsunuz ?
Magazine konu olmak ne demektir? Bir diskoyu dağıtmak veya kendini dağıtmak demektir. Benim gazetenin birinci sayfasına girmem için belirli şeyler var. Yarın ben boşanacağım Lale’den veyahut karı koca kavga çıkaracağız veya af buyurun ben Hillary Clinton ile basılacağım ya da Diana’yı öldüreceğim. Ancak bu sayede birinci sayfaya girebilirim. Ben bu yaşıma geldim, ancak bir defa birinci sayfaya haber oldum. O da askere gittiğim gündü.
Feministler yerine üretken ve mücadeleci kadınların yerini savunudunuz ve ‘Feminizim dört tane hanımefendinin can sıkıntısıdır’ sizce bu hanımların neden canı sıkılıyor?
Bunları laf olsun, kavga olsun diye çıkarmadım daha önce söylediklerimi şimdide söylüyorum… Benim karşılaştığım yalnız feministler değil. Ben çevrecilere de kızıyorum. Unescoculara, konkencilerede kızıyorum. Feministler konken oynar demiyorum ama can sıkıntısından yapılan işlere sıcak bakmıyorum ben. Tek konuya kilitlenen insanlardan hoşlanmıyorum ben. İnsanın çok daha geniş bir dünyası olmalı.
Uzakdoğu’daki konserleriniz için ‘Tarikatlara müzik yapıyor’ diye eleştiri aldınız. Müzik kime yapılmalı sizce?
Tarikatlara değil mi? (Gülüşmeler) Ben oradayken Türkiye’de sadece bir yazar yazdı bunu. (Ek bilgi Hürriyet Gazetesi Yazarı Serdar Turgut bu iddiayı ortaya atmıştı) Diğer yazarlar bu yazardan alıntı yaptılar olayı büyüttüler bunlar bilmeden yazılan asılsız olaylardır. Uzakdoğu’da tarikat aramak demek çölde kutup aramasına benzer can sıkıntısı insanlara böyle şeyler yaptırıyor.
Sanatçı ile Allah arasında sizce nasıl bir ilişki var?
Bunu bilemem. Allah ile kul arasındaki bir durumdur bu. Apayrı bir röportaj konusu. Bana yaradan bu yeteneği vermiş.
Gelecek kuşakların sizi nasıl anmasını istersiniz?
Ben kendimi gelecek kuşaklara anlatamayacağıma göre belgeler kalacak. Bak şimdi Dede Efendi’yi biliyoruz, tanıyoruz. Ama Dede Efendi’nin babası kimdi bilmiyoruz. Ölen ölüyor, ama kafamızda yaşıyorsa o zaman sağdır dedelerimiz.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
4 Comments