Acil servislerin belkide tek iyi yanı ne yapacaklarını bilemez halde bekleyen kaygılı,telaşlı ve çaresiz hasta yakınlarını bir süreliğine de olsa rahatlatıp bütün kontrolü kendi ellerine almalarıydı.
Bir köşeye çekilip acildeki görevlilerin babamı sedyeye yatırmasını,koluna damar yolu açmalarını,tansiyonunu ölçüp yüzüne oksijen maskesi geçirmelerini izlerken ürkek bakışlarla etrafıma bakıyor,ne yapmam gerektiğini bilemiyor hâl böyle olunca tedirginliğim bir kat daha artıyordu. Belki de beni asıl huzursuz eden şey diğer hasta yakınlarıyla aramdaki o kapanmayacak farktı. Ben diğerlerinin aksine kendi hastamla ilgili tek kelime bilgi verecek durumda değildim. Çünkü onu gerçek anlamıyla tanıyalı yirmi dört saat bile olmamıştı.*
Bir kişiye “Baba” diyebilmek için onu, kaç gün, kaç ay, kaç sene tanımak gerekir acaba? Yirmi saattir, tam tamına yirmi saattir tanımadığım bir adama, hayatım boyunca dilimde biriktirdiğim kelimeyi söylemek için ağzımı açıyorum.
Ciğerlerime tutunmuş, bir yerlere takılmış, çıkmıyor. Seneler önce, trenin kara dumanlarına sarınma hayaliyle valizini alıp köydeki diğer gençler gibi oturmuş traktörün arka kasasına. Annem, on yedisinde dimdik bir kadın. Elime vermiş bir kap su,
-“Haydi dök babanın ardından, su gibi gitsin su gibi dönsün, demiş. Kendisi de inanmıyor ya aslında çağlayan deli suların geri gelmeyeceğine. Sonunu bile bile, avutmuş beni, kendini, bir kap suyla. Traktör taşlık köy yolundan yokuş yukarı vurdururken, kasa sağa sola yalpalanıyormuş. Kasketleri yoksulluk kokan genç babalar, özgürlüklerini bulacakları ecnebi ülkenin hayaline çoktan dalmışlar bile.
İhsan. İhsan’mış adı. İhsan, ecnebi ülkeye varmış. Her ay mektuplar yollamış Hatce`sine. Uzun uzun oraları, kendini anlatmış. Sormamış pek geriyi, Hatce`yi, oğlunu. Bir gün, bir fotoğraf yollamış. Briyantinli kumral saçlarını yana taradığı. Atmış kasketi. Sigaraya başlamış belli ki. Parlak metal kayışı olan saatini taktiği elinde sigara diğer elini beline koymuş. Sol bacağını hafif bükük, sağ ayağının üzerinde ayakta poz vermiş.
Bu fotoğraf, onu son görüşümüzmüş. Uzun uzun bakmış, ezberlemiş anam. Sonraki aylarda ne bir mektup ne bir fotoğraf gelmiş. Az birazcık alin teri, üç beş hal hatır o kadar. Hatça, lavanta kokulu bembeyaz çarşafların arasına gizlemiş hasretlerini. Kimseler almasın, kaybolmasın diye. Arada sessizlik çöreklenmiş yüklüğün içine… Tarla kenarından geçmez olmuş postacı, Hatce`nin yüklüğü, yüklenmiş bütün hasretliği. Kalbine de koca bir yalnızlık çökmüş on sekizinde. Geceleri, ben anamın sıcak kuytusunda uyurken, ona dar gelmiş pamuk döşek. Damda İhsanıyla geceye bürünürrken, on sekiz bin alemi gösteren yıldızlar sönmüş. Gözleri, ruhu, geceleri kurumuş. Ciğerini yakmış bu dert. Anam beni ısıtırken, kendini tutuşturuyormuş meğer.
On yedisinde dimdik duran Hatce`ye, koş kurtar İhsan’ı gönderme ellere, koş hadi koş deselerdi, koşardı ya. Hem de öyle bir koşardı ki…Yokuşun sonu Hira olurdu. Kavuşurdu en sevdiğine. Saadet yılları vaat ederdi İhsan’ına. Ama yapamadı. Ne yollar Hira’ya çıkıyor, ne de İhsan’ın gözleri çağırıyordu.
Aylar sonra, On sekizinde temize çekmiş her şeyi anam. Elimden tutup mıhlamış beni kara tahtanın önüne.
“İsmin gibi olacaksın Aziz’im” demiş her seher vakti avuçlarına. Ondan sonra ki bütün seher vakitleri, anamın gönlünü döküşünü duymuş, hepsini kazımış benim kaderime. O gün elime tutuşturulan su, çağlamış, coşmuş benim hayatımda.
“İsmin gibi Aziz ol gittiğin yerde,” deyip asker ocağına yolladı beni. Ardımdan su dökmedi. Biliyordu döneceğimi. Ben Aziz’dim çünkü. Oğul aziz. İhsan’ ın yadigârı, ama İhsan gibi değil.
Ben anamın, ismimle ettiği bu duayı üçüncü kez duyduğumda, büyük şehre gelmiş, büyük okula başlamıştım. Zaman su misali. Yine su, yine su…
İçimde İhsan’dan hiçbir eser yoktu. Unutulmuştu. Hayat güzeldi. Kendi alin terimi kazanmaya başlamıştım. Köyden haber aldım. Ayaklarımla değil kanatlarımla koşuyordum köye. Ulaklar görse kıskanırdı.
“Yettim anacığım” dedim. Duyuramadım. Ben söyleyemedim. Haykırdım selviler altında, herkes dondu evine, ben kaldım yani başında. Gece damdaki pamuk döşeğe gömülür gibi gömüldüm yokluğuna… sen gülümsüyormuşsun öyle dediler. Gözlerinin kaldığı o yokuşun sonundaki tepeye ulaştın artık. Her seher vaktinde dertleştiğin en sevdiğine kavuştun diye teselli ettim kaynayan, fokurdayan yüreğimi…
Beni düşünme sen, gözün hiç arkada kalmasın. Aziz`in, su gibi aziz, senin gibi dimdik ayakta.
Hemşirenin omzuma dokunmasıyla irkildim bir an. Hastane bahçesinde hatıralarımı eşeliyordum. “Baba” kelimesini arıyordum acele acele. Hiçbir yerde bulamadım. Yirmi sene olmuş o kelimeyi kaybedeli. Ne çocukluğumun ceplerinden, ne içtiğim ilk sigara dumanından, ne de annemin yüklüğünden çıkmamıştı. Yoktu İhsan. Silmiş kendini. Sigaramın son dumanı gözümün içini kavurdu. Oydu gözlerimi. Damlalar çağlayan olmuş aşıyordu yanaklarımı hınçla. Dumandan olsa gerek. Son duman fena yaktı ciğerimi.
-Aziz Bey, Aziz Bey, doktor bey sizi bekliyor,
-Buyurun doktor bey,
-Hayır pek tanımıyorum, uzaktan bir akraba.
-Allah merhamet eylesin. Amin, sağ olun.
Toprağa kavuşturduk çarçabuk. Bekletmek olmazdı. Eve geldim. Çoktan akşam olmuştu. Sigaramı yaktım, gözüm yanar simdi yine diye geçirdim içimden. Olsun dedim, olsun. Son kez, tutsun kavursun, yaksın…
Masamda, parlak metal kayışı olan bir saat, gümüş bir sigara kutusu, yıllarca gelmesi beklenen bir mektup, yüklüğüme gömülmek için beni bekliyordu…