Aytül Akal’ın çocuk ve gençlik edebiyatı dünyamızda çok kapsamlı bir yeri var. Yazdığı yüzlerce kitapta işlediği farklı konular, özgün bakış açısı, mizahı ve yalın dili ile kurduğu gerçek dünya yazarın kitaplarının çocuklar tarafından çok sevilmesini sağladı. Yazdığı birbirinden güzel kitaplarla hem çocukların hem yetişkinlerin sevgisini kazanan Aytül Akal ile yapılan bir sohbeti okumaya ne dersiniz?
Ezgi Alkan Tuzcu’nun sorularıyla çocuk edebiyatını, ‘günümüzde çocukluk’ kavramını çocukların kitapla ilişkisini, yayın dünyası ve yazmak hakkındaki görüşlerini, iyi bir çocuk kitabının özelliklerini hatta daha fazlasını okuma fırsatı yakalayacaksınız.
Keyifli Okumalar…
- “Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktu ama çok azı bunu hatırlar.” (Küçük Prens)
Kendi çocukluğunuzdan bahsedebilir misiniz? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Çocuk kitabı yazarlarının içinde hiç büyümeyen bir çocuk olduğu doğru mu?.
Küçükken, iki çocuk vardı hayatımda. Dışardan herkesin gördüğü, yaramaz, tembel, duyarsız bir çocuktu. Diğeri bana özeldi, içimde gizliydi; örselemesinler, üzmesinler diye. Çok azarlandım, terlik yedim, cezalandırıldım, küçümsendim… İçimdeki çocuk şarkılar söyledi o sırada; hayaller kurdu, kırlarda dolaştı, çiçekler topladı. Cezanın fayda etmediğini gördüklerinde “duygusuz” olduğuma karar verildi. Kim nasıl etiketlediyse, hiç itirazsız o rolü oynadım ben de.
Evet alışılmıştan çok daha fazla hareketliydim belki, ama bir dakika…ben hâlâ öyle değil miyim? Uçakta koridor, masada köşe sandalyesi… Hep kenarlardayım, sıkıldığım an kaçabilme içgüdüm devrede sanırım. Bir yemekte ya da davette, sürekli yer değiştiririm. Bir oradaki koltuğa, bir buradaki sandalyeye… Kendi evimde konuk ağırlarken bile kimseye fark ettirmeden kıyafet değiştirmişliğim vardır. Öyle değişken, hareketli, sabırsız…
1991’de yayımlanan ilk masal kitabım Geceyi Sevmeyen Çocuk’tan sonra ikinci kitabıma “Canı Sıkılan Çocuk” adını verdim. Anlaşılmak yerine azarlanan, baskılanan, cezalandırılan tüm çocuklar için. Olsun, içimdeki çocuk hep sevdi beni, anladı, renklendirdi, geleceğe dair güven verdi, yanımdan hiç ayrılmadı.
Tüm çocuk kitabı yazarlarının çocukluklarını içlerinde saklayıp da yetişkinliğe taşıyıp taşımadığı konusunda bilgece sözler edebilecek yetkide değilim, sadece kendi yaşadıklarımı bilir, kendimi tanır, kendimi şekillendirebilirim. Bu yüzden yine kendimden yola çıkarak diyeceğim o ki, çevrenin dayatmesıyla kendi varlığını unutan ve gerçekte var olmayan birinin hayatını yaşayanlar, umarım bir gün silkelenip özlerine dönebilirler. İnsanın “kendisi” olabilmesi kadar büyük bir özgürlük yok. İşte o özgürlük ki, içimdeki gerçek çocuğu hayata yansıtabilme fırsatını verdi.
- TDK “çocuk” kelimesini belli bir işte yeteri kadar deneyimi ve yeteneği olmayan kimse olarak tanımlıyor. Bu deneyimsizlik çocuktaki hayal gücünü ve zekayı besleyen güzel bir hâl aslında. Büyükler ise tecrübeyi alışkanlığa dönüştürerek zekanın kıvraklığını da yitiriyorlar. Kitaplarınızdaki dünyada çocuğun zekasına güven duyduğunuzu hissetmek mümkün. Buradan yola çıkarak günümüzde yorumlanan “çocukluk” kavramı üzerinde durabilir miyiz?
Dört yaşında klasik eserler yorumlayan, beş yaşında tüm dünya ülkelerini ve başkentlerini bilip haritada yerleriyle bulan, element tablosunu formülleriyle birlikte ezberleyen, vücudumuzda kaç kemik varsa tamamını sayıp sıfırdan iskeleti oluşturabilen ve daha o yaşlarda bunun gibi nice beceriye sahip olan çocukların internette dolaşan videolarına ayıracak zamanı olmamış sanırım TDK’nın. Hayat deneyimi eksiktir, kesinlikle doğru, ama ailesi ve çevresi tarafından sevgiyle desteklenen çocukları tanıdıkça, onları “yeteneği olmayan kimse” olarak tanımlamanın doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Ben yeteneğin doğuştan geldiğine inanıyorum. Sonrasında yeteneği geliştirmek de yok etmek de, kişinin çevresiyle ve öz farkındalığıyla ilgili.
Çocuk, yüz yıl önce de çocuktu, bin yıl önce de. Zekâ düzeyindeki dalgalanmaları yaratan baş faktör, bir çocuğun doğduğu dünya zamanında var olan yaşam tarzında neler deneyimlediği ve bu etkileşimde, içinde bulunduğu çevrenin onu nasıl şekillendirdiği. Günümüzde varlığına sevgiyle, kişiliğine saygıyla birlikte doğru beslenme, olumlu iletişim, bilişsel ve teknolojik gelişim gibi ek destekler, çocuğun algısını esnetip daha hızlı çiçeklenmesini sağlıyor. Böyle sağlam temeller üzerine eklenen deneyimler de, yaşama uyum becerilerini daha hızlı geliştirme fırsatını veriyor. Öte yanda, deneyimsizliğin hayal gücünü beslediği tabii ki doğrudur. Deneyimle birlikte önyargılar oluşuyor çünkü, alışkanlıklara bağımlılık gelişiyor üstelik. Yine de bunlar aşılamayacak engeller değil, eğer içimizdeki o çocuk her durumda ve her yaşta şaşırmayı, sevinmeyi, üzülmeyi, kısacası hayata duygularıyla ve hayranlıkla bakmayı bırakmamışsa. Mozart, ailesinden çok mu destek görüyordu da beş yaşında beste yapabiliyordu gibi sorular da geliyor insanın aklına. O ve onun gibiler genelin çok dışında özel insanlar olmasıyla birlikte evet, ailesinin Mozart’ın müzik gelişimini desteklediği ve hep onun yanında olduğu da hakkında yazılanlardan anlaşılıyor. Öte yanda, böyle bir temel desteği olmasa da, kendi öz farkındalığıyla gizli yeteneklerini ortaya çıkarabilme, geliştirebilme ve yaşatabilmeyi becerebilenler de var ve bu sihirli güç aslında herkesin içinde mevcut. Çocukların bu gücü küçük yaşta keşfetmelerine ışık tutabilmek de benim başlıca hedefim.
Dedim ya, konunun uzmanı değilim, sadece çocuklar için yazdığım kitapları nasıl bir görüşle kurguladığımın anlaşılması için konu ile ilgili düşüncelerimi belirttim.
- Sizin çocuklar için yazmaya başladığınız dönemde çocuk edebiyatı böylesine gündemde değildi. Edebiyatımızda farklı gerekçelerle çocuk edebiyatını kabul etmeyen yazarlar vardı. Bugün çocuk edebiyatında bayram havası esiyor. Çocuk edebiyatının gelişimine yönelik düşünceleriniz neler? Sizce, çocuk edebiyatında dünya standartlarını yakaladık mı?
Çocuk edebiyatını kabul etmeyenler yalnızca yazarlar değildi ki. Ne mücadeleler verdik o dönemde, ne çok dil döktük yetişkinlere, çocuklara kitap okumanın önemini anlatabilmemize fırsat vermeleri için. Kitapçıların kapısından, okul müdürlerinin odasından kovulduk. Gazeteleri dolaşıp çocuk kitapları hakkında yazmak için yer isteğimizle alaya alındık. Ağladım. Üzüldüm. Kırıldım. Sonunda 1997’de Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nde yer bulduk, 20 yıl boyunca ekip arkadaşlarımla birlikte çocuk kitapları üzerine tanıtımlar ve eleştiriler yazdık.
İlk masal kitabım “Geceyi Sevmeyen Çocuk” 1991’de Mavibulut’ta yayımlanmıştı. 1995’te de çocuklar için nitelikli kitaplar yayımlama hedefiyle Uçanbalık’ı kurmuştuk. Bu tarihten sonra çocuk ve gençlik edebiyatının öneminin ve değerinin yayınevlerince fark edilme süreci başladı. Dikkat ederseniz, Mavibulut gibi bir iki yayınevi dışında küçük büyük bütün yayınevlerinde “çocuk kitabı” bölümlerinin açılışı, Uçanbalık’ın kuruluşundan sonraya, hatta çoğu 2000 sonrasına denk düşer.
Dünya standardlarının yakalandığını düşünüyorum, evet. Ancak tanıtımda yetersiz kalıyoruz. Tanıtıma ayrılabilen bütçe ile yurt dışında fuarlara katılmak, kitapların çevirilerini yapıp tanıtmak yayınevlerine büyük maliyet yüklüyor.
- 1967 yılında günlüğünüze “Ben büyüdüğümde ünlü bir şair ya da yazar olacağım, ülkeme yararlı olacağım,” diye yazmışsınız. Çocukluk hayaliniz ve yazıyla aranızda kurduğunuz güçlü bağ pek çok nitelikli kitabın üretimini sağlamış. Yazım süreciniz nasıl ilerliyor? Türlere göre farklılık gösteriyor mu? Yazmaya başlamadan önce ya da yazarken belli bir yazma rutininiz var mı? Hiçbir eser üzerinde çalışmadığınız dönemlerde kaleminizi canlı tutmak için uyguladığınız yöntemler var mı?
Çocukluğumdaki bölünmüşlüğü anlattım ya… Dışımdan, başkalarının beni kendi sınırlı algılarıyla kabul ettiği gibi, içimden de gerçekten olduğum gibi yaşayan bir çocuktum. Yazmak, içimdeki çocukla bağımdı. O düşünür, o anlatırdı, ben de yazardım. Anlatıcı o, eli kalem tutan ben… O zamanlar özel günlükler yoktu, sadece okul defterim vardı, ona yazardım. Üçüncü sınıfta öğretmenim ödevleri kontrol ederken defterimde ödev yanıtları yerine sayfalar dolusu başka yazılar olduğunu görünce, yüksek sesle okuttu onları bana. Sonra da ödev yapmadığım için beni sınıfın önünde azarlayıp küçük düşürmek ve kalbimi kırmak yerine, serbestçe yazma ve her derste okuma ödevi verdi. Yazdıklarımla ilk kez görünür olmuş, fark edilmiştim. Beni gerçek dünyada var eden o çocukla bağımı artık hiç koparamazdım, hep benimle yaşayacaktı.
Belirli bir yazma rutinim yoktur; her şartta, her yerde yazabilirim. Geçmişte elime bir defter vermeniz yeterliydi, daha sonra daktilo, şimdi de bilgisayar. E tabii aslında en gerekli şey, heyecan. Ona ister ilham deyin ister kıvılcım, dürtü, merak, coşku… İşte o ateş olmadan yazamam. Uzun, çok uzun bir süre yazmamışlığım vardır, ama paylaşmak için heyecan duyduğum bir konu aklıma düştüğünde duramam, gece gündüz yazarım. Birkaç ay içinde birkaç roman yazabilirim ya da birkaç yıl hiçbir şey yazmadığım olur. Yani kalemimi canlı tutmak diye planlı bir çaba ya da düzen yok benim hayatımda. Her gün şu kadar yazayım, böyle yapayım… Yok yok, hiç bana göre değil. Planlamayla ya da zorlamayla sözcüklerin ruhu eksik kalır, tarzıma uymaz. Olsun beklerim. Ne zaman o kıpır kıpır çılgın kıvılcım düşerse aklıma…
Türlere göre farklılık olur mu diye soruyorsunuz ya, yazma sürecim her durumda aynıdır. İster öykü, ister şiir ya da roman, bir yandan yazarken bir yandan konuyla ve sözcüklerle ilgili araştırma yaparım. Çok hızlı yazarım. Son yazdığım bölüme gelene kadar baştan okur, ordan yazmaya devam ederim. Böylece hem ayrıntıları kaçırmam ve hatalarımı düzelterek ilerlerim, hem de dilin sürekliliğini sağlarım. Asıl çalışmam ise son sayfadaki “Son” sözcüğünden sonra başlar. Cümlelerin melodik yapısını, akışkanlığını, anlatımın açıklığını kontrol ederken, bir yandan da ayrı ayrı okumalarla karakter, mekan, mantık uygunluğu, zaman akışı gibi kontroller yaparım. Dosyayı teslim etmeden son kez de editörün ve okurların gözüyle, onların duygularını hissetmeye çalışarak birer kez daha okurum.
- Günümüz okuru sizi çocuk kitapları yazarı olarak tanısa da yazın hayatınızda şairlik, şarkı sözü yazarlığı gibi birçok türde eser verdiniz. Bu denli zengin bir yazın geçmişine sahip olmanızın sizce özgün metinler üretmenize ve çocuk kitaplarınıza katkısı oldu mu? Kitaplarınızı yazarken düş gücünüzü besleyen kaynaklar nelerdir?
Biri bana “İlerde çocuk kitapları yazacaksın,” deseydi, asla inanmazdım. Tutkum yazmaktı ama çocuklar için yazmak aklımın ucundan bile geçmezdi.
Lise son sınıfta, her alanda yaşamı kolaylaştıracak püf noktalarını derlediğim bir dosya hazırlamıştım. Bu dosya kitaplaşmadı ama 1974 yılının ilk haftasından itibaren Hayat Mecmuası’nda “Aklınızda Bulunsun” başlığıyla haftalık köşe yazısı olarak yayımlanmaya başladı. Ardından Elele Dergisi’ne ek olarak verilen on altı sayfalık Bindallı adlı aylık dergiyi hazırlamaya başladım. Haftanın Sesi, Ayna, Gezinti ve Yeni Günaydın’ın eki Sobe dergisinde haftalık/aylık yazılar yazdım. Bir yandan akşamları evde Tay Yayınları’na Mandrake, Kızıl Maske, Mandrake gibi çizgi romanların çevirilerini yapıyordum. Haftanın üç tam günü bir şirkette çalışıyor, diğer iki tam gün de Hayat Mecmuası’na gidiyordum. Öğle saatinde Laleli’de başka bir iş yerine kadar koşar adım yürüyüp orada bir şirketin iş mektuplarının çevirileri yapıp yemek molası bitmeden yine hızlıca işe geri dönüyordum.
Cenk Taşkan’ın, Nükhet Duru için güfte aradığını duymuştum. Tanıştık, şiirlerimi beğendi, bestelemek istedi. Sevinçten göklere uçtum. Böylece “Deli Diyorlar Bana”, “Gidiyorum” ve “Hep O Kışı Hatırlarım” adlı şiirlerim bestelendi, Nükhet Duru seslendirdi.
1982’de, o güne kadar yazdığım şiirlerimi “Kent Duygusu” başlıklı bir kitapta topladım. Kitap daha piyasaya çıkmadan yayıncım yayıncılıktan vazgeçip gazeteciliğe geçince elimde kitaplarımla kalakaldım. Kitapçıları dolaşıp raflarına koymaları için ücretsiz vermek istedim, “Şiir okunmaz, bari roman olsaydı,” diye geri çevirdiler. Bir miktar kendime tutup kalanını kapının önüne bıraktım.
Yani çocuklar için yazacağımı keşfedemediğim ve sürekli arayış içinde olduğum o dönemde, doyumsuz bir hevesle her konuda, her alana saldırıyor, yazıyor, yazıyordum.
Bu çılgın koşuşturmanın çocuk kitaplarıma etkisi oldu elbette. Özellikle dergi ve gazetecilikten gelen alışkanlıkla az, öz ve anlaşılır yazma, fazla sözcükleri ayıklama, tekrarlardan kaçınma, metne etkileyici başlık koyma gibi özellikleri o dönemde kazandım. Bir metnin kaplayacağı yer, anlam tekrarıyla ya da gereksiz eklenen sözcüklerle boşa harcanamayacak kadar değerliydi. O yüzden yazdığım her sözcüğün/her cümlenin kullandığı alana değer olmasına dikkat ederim. Geceyi Sevmeyen Çocuk, gerek bu özellikleriyle, gerekse masal başlıklarının özgünlüğü ve dikkat çekiciliğiyle herkesi şaşkına çevirmiş, 1991’den sonra yazarlara özgürlük alanı açarak esin kaynağı olmuştu.
- Her şey bir kertenkele ile başladı😊Küçük oğlunuzun sizden ısrarla kertenkele masalı anlatmanızı istemesi üzerine yazmaya başladığınız kertenkele masalı çocuk edebiyatının kapılarını size açtı. Bugün çocuk edebiyatımız için kitapları sayısız defa yayımlanmış, adına sempozyumlar düzenlenen, eserlerine dair araştırmalar yapılan usta isimlerindensiniz. Bu bağlamda çocuk edebiyatı yazar adaylarına önerileriniz nelerdir?
Kapılardan geri çevrilmek onları yıldırmasın. <https://www.aytulakal.com> adresindeki “Masallar ve Kapılar” başlıklı yazıyı okumalarını öneririm. Eğer ellerindeki dosya sağlamsa ve yazmak onlar için aşksa, bir gün o kapılardan biri kesinlikle aralanacaktır. Artık çok sayıda kitabı yayımlanmış bir yazar da olsam, yayınevinin yayım planına ya da satış politikasına uymuyorsa, benim verdiğim bir dosyanın da ret edilmesi her zaman muhtemel.
Editörün üzerinde öneri geliştiremeyeceği kadar yetersiz bir dosyaysa, alınan ret yanıtı, metnin yeniden elden geçirilmesi, geliştirilmesi ve hatta yeniden yazılması gerektiğinin ipucunu verir. Bu da iyi bir şey aslında, çünkü bu gerçekçi geri bildirim ne aileden ne de yakın çevreden alınabilir.
Yazmak bir tutkudur, aşktır. “Benim de bir kitabım olsun,” ya da “Ne yapsam ne yapsam, hadi çocuklar için kitap yazayım,” hevesiyle yola çıkılan dosyalarda işte o tutkunun ruhu eksik kalır; iyi okur o eksiğin yarattığı boşluğu hisseder.
- Kitap yazma sürecinizden söz edebilir misiniz? Ne kadar sürüyor, nasıl gelişiyor? Karakterler sizinle konuşup hikâyeye müdahale ediyor mu?
Çocukluk hallerimden de anlayacağınız gibi epeyce sabırsız ve canı pek çabuk sıkılan biriyim. Öyle her gün şu kadar sayfa yazayım, şöyle yapayım gibi kendimi mecbur kıldığım programlarım yoktur. Beni heyecanlandıracak o kıvılcım aklıma düştüğündeyse nehir olur çağlarım, volkan olur taşarım; galaksilere uçar, ışık hızıyla yazarım.
Başlarken, karakterlerin metne katacağı özgün ayrıcalıkları konusunda pek bir fikrim yoktur ama kişilik özellikleri geliştikçe, ne yapıp ne yapmayacakları da belirlenmeye başlar. Gözümün önünde hareket eder, kendi aralarında konuşurlar. Çocukken içimdeki çocuğun bana fısıldadığı gibi, bu kez karakterler söyler, ben yazarım.
- Ebeveynler çocuklarının zorla değil severek kitap okumasını hayal ediyor. Çocuğun kitap okuma hazzına varması için “doğru” kitabı seçmek çok önemli. Sizin için “iyi kitap” tanımı nedir? Özellikleri nelerdir?
En doğru yanıt çocuklarda aslında. Hani bazı kitapları son sayfaya kadar merakla, heyecanla okuyor, bazılarını okumaya kalkıştıklarındaysa, “Ben okumayı sevmiyorum,” kararına varıyorlar ya, işte iyi kitapla niteliksiz kitabın tanımı ve aralarındaki fark bu… Hiç kimse genlerinde ‘kitap okumayı sevmeme’ özelliğiyle doğmuyor. Kitabı sevdiren de okumaktan soğutan da, kitabın kendisi aslında.
Sürprizlerle dolu kurgusu ve nehir gibi akan diliyle, merakı ve okuma isteğini ilk sayfadan son sayfaya kadar tempoyu düşürmeden sürdürebilen kitaplarla tanışmalı çocuklar. Anlama düzeyine uygun derinlikli öyküler, masallar, şiirler dinleyen/okuyan çocukların, kitapları sevmeme olasılığı çok uzak bir ihtimal.
- Geçmiş yıllarda yayınevi de kurmuş, kitabın oluşum sürecinde teknik kısımda da deneyimli bir isim olarak sizce bugün çocuk kitapları yayıncılığında eksikliklerimiz nelerdir? Size göre gelişmesi, değişmesi gerekenler nelerdir?
Yayınevlerine çok da yük ve sorumluluk bindirmemek gerek aslında, sonuçta ayakkabı üreticisi ya da bisküvi fabrikası gibi ticari bir firma onlar da. Kâr etmek zorundalar, yoksa elemanlarına maaş ödeyemez, yeni üretimler yapamaz, kısacası yaşayamazlar. Dolayısıyla ellerindeki malzemeyi, ki kitap oluyor bu, satabilmek için ne gerekiyorsa onu yapmak zorundalar. Ayakkabının yırtığını ya da bisküvinin kurtlanmışını satın alır mıyız? Neden kitap alırken bu özeni göstermiyoruz da, yayınevinin onlara en iyisini sunmuş olmasını, yazarın, çizerin en nitelikli işi yapmış olmalarını bekliyoruz? Pazardaki sergiden üç kuruşluk tişört alırken bile defolu olmasın diye enine boyuna evirip çevirirken, tezgahtaki meyveleri tek tek mıncıklayıp en iyilerini bulmaya çalışırken, raftaki yiyeceklerin kullanım tarihlerini kontrol ederken, kitapları niye ellemiyor, araştırmıyor, okumuyor ve aslında bize ait olan iyiyi/doğuruyu seçme sorumluluğunu üstlenmiyoruz?
Okurunu önceleyen ve yayımlarının nitelikli olmasına değer veren çok sayıda güvenilir yayınevi de var aslında. Bence yayınevi seçiminde de yine çocukların tercihlerine güvenmek gerek. Bir çocuğun ona sunulan bir tabak leziz şeftalinin içinden çürüğünü seçip yediğini gördünüz mü hiç?
- Çocuk Edebiyatı coğrafyasının değişiminde editörün değişen bakışı da etkili sanırım. Kitap yazım aşamasındayken devam eden yazar-editör iş birliği konusunda ne düşünüyorsunuz?
2000 öncesinde gazete ve dergilerde, editör değil de metnin belirli bir sütuna sığabilmesi için sözcük silen, cümleleri kısaltan ve noktalama işaretlerini düzenleyen düzeltmenler/redaktörler vardı. Çocuk kitapları ise zaten edebiyatın önemsenmeyen külkedisi idi. 1995’te editörlük sektörü yeterince gelişmemiş olduğundan, Uçanbalık’ta kitaplarımın editörlüğünü kendim yapardım. Uçanbalık’ın kuruluşunun ardından çocuk kitapları önem kazanmaya ve yayınevlerinde “çocuk kitabı” bölümleri kurulmaya başlanınca bu yeni alan için editöre ihtiyaç olduğu fark edildi. Başlarda bu işe deneyimsiz gençler heveslenmişti; “kolaçan” sözcüğü yerine “kontrol” sözcüğünü koyan, “dertop etmek” eylemini “katlayıp koymak” olarak düzelten, kendisine hitaben yazdığım notları okumadan metne aitmiş gibi basıma hazır PDF içinde bırakan… Haliyle editörlerle uyumlu bir çalışma düzeyini yakalayabilmem epey zaman aldı, bu süreçte onlar da kendilerini geliştirdiler, deneyim kazandılar.
Ben bir editörden, gözümden kaçan hataları yakalamasını ve metni daha ileriye taşıyabilmem için yaratıcı öneriler getirmesini beklerim ki, artık piyasada dosyamı güvenle teslim edebildiğim çok donanımlı ve yetkin editörler olduğunu da söylemek isterim.
- Süper Gazeteciler 1 ilk romanınız ve 2000 yılında yazmışsınız. Bugün de çok severek okunduğuna öğrencilerim yoluyla tanık oluyorum. Okuru maceranın içine çeken, aksiyonu bol, merak duygusu capcanlı bir kurgu olan “Süper Gazeteciler” zamana kafa tutan bir seri olarak karşımızda. Sizce seriye bu özelliği veren nedir?
Yıldan yıla yaşam koşulları değişirken 2000 yılında yazılan romanın yıllardır okunuyor olmasının sanırım bir değil birçok nedeni var: Karakterlerin ve olayların inandırıcılığı, son sayfaya kadar düşmeyen hızlı temposu, dilinin sadeliği ve akıcılığı, gençlerin sorunlarına yakın durması, okurun karakterlerde kendini bulması, sesinin duyulduğunu ve anlaşıldığını hissetmesi gibi…
Evet ilk romanımdı, acemiydim, bu yüzden epey zorluklar yaşadım; bilgisayar başında heyecandan kasılarak saatler boyu yazdığım için kollarımı kaldıramaz olup üç hafta fizik tedavi görmem dahil. Klavyeyi çok hızlı kullanmama rağmen düşüncelerime yetişmem çok zor oluyor ve yazarken atlamalar yapabiliyordum. Bu yüzden dosyaya her girişimde ilk sayfadan okumaya başlayıp bıraktığım yere kadar düzelte düzelte ilerliyor, sonra yazmaya devam ediyordum. Başlarda elektrik kesintisinde yazdıklarımın kaybolması, metin taramasıyla eklediğim ya da çıkardığım sözcüklerin atlanması gibi eksikleri de vardı programların.
Süper Gazeteciler’i benden roman isteyen okurlarımın ısrarları üzerine ‘tek roman’ olarak yazmıştım. Sonrasında ikinci kitap için ısrarlar başladı. O noktada, başlık konusunda çok zorlandım. Seri olarak yazacağımı baştan bilseydim, ilk kitaba farklı bir başlık koyar, Süper Gazeteciler adını da seri adı olarak kullanırdım. Ama artık onu ilk kitabın başlığı yapmıştım bir kez, sonraki kitaba Parktaki Esrar dedim, tamam, peki ama seri adı ne olacaktı? Düşündüm düşündüm, bulamadım. O zaman ilk kitabın adı olan Süper Gazeteciler’i kullanmaya karar verdim. Bu yüzden ilk kitabın alt başlığı yoktur.
İkinci kitaptan sonra da okurlar devamı için baskı yapmaya başladılar. Ama her iki romanın ardından üçer hafta fizik tedavi görmem gözümü korkutmuştu. Ara vermeyi, duraklamayı, dinlenmeyi unutuyor, sadece yazıyor ve sonrasında da tabii kollarımı kaldıramaz oluyordum. Üçüncü macerayı yazmaya hiç niyetim yoktu, bu yüzden okurları, “Yazıyorum,” “Yazım aşamasında,” “Baskıya hazırlanıyor,” diye oyalıyordum. İstanbul Kitap Fuarın’da kirli sakallı bir delikanlı yaklaştı standa, tüm kitapları gözden geçirdi, sonra bana dönüp, “Üçüncü kitap nerede?” diye sordu. “Yazıyorum” diye oyalamaya kalkışınca da azarlarcasına, “Beş yıldır soruyorum, her defasında ‘Yazıyorum’ diyorsunuz,” dedi. “Ben artık üniversiteye başladım. Ama bilin ki evlenip çocuğum da olsa üçüncü kitabın peşindeyim.” Çok utandım, çünkü haklıydı. Bu denli vefalı okurlarımı yalanlarla oyalamaya hakkım yoktu. Böylece ikinci kitaptan altı yıl sonra üçüncüsünü, bir yıl sonra da dördüncüyü yazarak seriyi sonlandırdım. Ama yine ısrarlar ısrarlar…
İlk kitabı yazarken seriye dönüşsün diye bir planım olmadığından, roman karakterleri yedinci sınıftaydı ve maceralarını da Mart ayında başlatmıştım. İkinci kitap Nisan, üçüncü Mayıs derken dördüncü kitapta yaz tatiline girdiler. Sekizinci sınıfta hayatlarına LGS gibi zorlu bir süreç gireceğinden, gazete çıkarmak ve macera yaşamak için zamanları kalmazdı gençlerin, bu nedenle seri yaz tatilinde bitmişti. Oysa seri olarak yazacağıma dair bir planım olsaydı, macerayı Ekim ayından başlatabilirdim, böylece Kasım, Aralık, Ocak derken karakterler sekizinci sınıfa geçinceye kadar epey macera yazılabilirdi. Yine de ısrarlar üzerine beşinci kitabı yazıp adını “Son Baskı” koydum. Yani bu kez gerçekten “bitti”!
Aslında serileri uzatmayı pek sevmiyorum. Aynı mekan, aynı zaman dilimi, aynı karakterler, kimin ne yapacağı, nasıl davranacağı biliniyor… geriye ne kaldı? Hepi topu bir macera konusu bulmak. E o zaman yazmanın bir heyecanı kalmıyor. Yeni ve farklı maceralara açılmak, bilinmeyen ortamlarda yeni yeni tanımaya başladığı kahramanlarla dolaşmak, bence sadece yazarın değil okurun da merak duygusunu tazeler, zihnini canlandırır, dikkatini toplamasını sağlar.
- Her yazar bir okur hayal eder. Kitaplarınızı okuyunca yazdığınız kitlenin sadece çocuklar olmadığını fark ediyoruz. Çocukların, gençlerin yanı sıra ebeveynlere, eğitimcilere yönelik göndermeleriniz de bol. Yalnız çocukların değil yetişkinlerin de kendilerini sorgulaması için kapılar aralıyorsunuz. Buradan yola çıkarak çocuk edebiyatı okuruna dair düşüncelerinizi almak isterim.
Çocuk edebiyatının olmadığını ve edebiyatın bir bütün olduğunu söyleyenler bir bağlamda haksız değillerdi ama sanırım yeterince ifade edemediler ne demek istediklerini, çünkü çocuk kavramından uzaktılar.
Yetişkin kitapları, yetişkinlerin yaşadığı ortak sorunlardan söz eder, aşklarını, maceralarını, başarılarını ya da düş kırıklıklarını anlatır. Bankada çalışan muhasebecinin hesaplarından, umuda sarılmaya çalışan fahişenin yalnızlığından, kiralık katilin eylemlerinden ya da borsada dönen entrikalardan çocuklara ne? Öte yanda çocuklar için yazılmış iyi bir kitap, iki tarafın da hayatına dokunabildiğinden hem çocuklara hem yetişkinlere seslenebilir. Yani edebiyat bağlamında bir bütün olsalar da, yetişkin kitapları tek tarafa, çocuk kitapları ise iki tarafa birden seslenebilir. Aynı konuya, aynı olaya farklı açılardan bakıp farklı düşünseler de kendi algı dünyalarına ait olan kapılardan geçerek paylarına düşen anlamları sahiplenirler.
Nitelikli her çocuk kitabı iki yönlü oluşuyla, çocukların davranışlarının nedenlerini anlamak, onlarla özdeşim kurabilmek, böylece aralarındaki olumlu iletişimi güçlendirmek için yetişkinlere kaçırılmayacak bir fırsat sunar.
- Kitaplarınızda okura sunduğunuz zengin hayal dünyası, macera dolu anlatının gerçeklikten uzak olmadığını sosyal konularla, sorunlarla bir şekilde bağlantılı olduğunu okuyoruz. Buradan yola çıkarak edebiyat-gözlem ilişkisinin eserlerinizdeki yeri nedir?
Hatırlarsınız belki, masallarda bir ayağı yerde bir ayağı gökte devler vardır. Bu ifade benim yazım üslubumla birebir örtüştüğünden, gerek bir şiir kitabımın adını, gerekse yıllar önce bir dergide masallar üzerine yazdığım makalenin başlığını öyle koymuştum: “Bir Ayağı Yerde Bir Ayağı Gökte Şiirler” (ya da makale başlığında “…Masallar”).
Ağaçlar konuşsa, yataklar uçsa, tabaklar uçan daireye dönüşse, aydede yeryüzüne inip kitap kapağına yerleşse, giysiler pikniğe gitse, periler sihirli değneğini düşürse, çocuklar aya zıplasa, ip bacaklı uzaylı çocuk dünyalı çocuğu kendi ülkesine götürse de, yazdıklarımın bir ayağı mutlaka yeryüzünde, tam da çocuğun bulunduğu zamanda, yaşadığı yerdedir. Her çocuğa, kahramanla birlikte ne kadar uzaklara uçarsa uçsun, yaşadığı dünyayla bağının kopmayacağının, evine döneceğinin güvenini hissettirmek isterim. Hayatına hiçbir şey katmayacak amaçsız bir metinle okurumun zamanını harcamaktan da kaçınırım. Fantastik bir macerada bile, yaşadığımız dünyanın çok yönlü sorunlarını sezdirmek mümkünken, bu fırsattan yararlanmamak okura ve harcanan zamana saygısızlık olur. Metni değerli ve kalıcı kılmayı önemsiyorum, bu yüzden her yazdığıma çok sayıda yan temalar katarım ki her okur kendi duygu durumuna ve algı seviyesine göre payına düşeni alsın, tekrar okumalarda da yeni anlamlar keşfedebilsin.
Arden Köprülüyan yıllar önce hazırladığı Tudem tanıtım bültenlerinde bana Kitap Perisi ünvanını yakıştırmıştı. Neden yakıştırdı, nasıl yakıştırdı, nereden hissetti bilmem ama evet, perileri çok severim, en çok da onlara özenirim. Ancak belirli bir ünvanı sahiplenmeye çalışırmış gibi görünmeyi hiç istemem; yok ustaymış, yok kalemşörmüş, ödüllü yazarmış, kilometre taşıymış, duayenmiş falan da falan… Fazla iddialı. Herkes kendi değerlendirmesini yapmalı, tabii ki uzaktan bakarak değil, okuyarak, anlayarak vermeli kararını. Arden’in tanımı yapıştı kaldı bana ama. Başlarda çok kızmış, silsin, kullanmasın diye söylenip durmuştum ama artık itiraz etmiyorum, öyleyse öyle. Hem açıkçası perilerin iyilikle dolu olup çevrelerine yardım etme özelliklerini gizliden gizliye kendime yakıştırmıyor da değilim. Bilenler bilir.
Ezgi Alkan Tuzcu (@ezgialkantuzcu)
Röportajın videosunu Netyazı Youtube sayfamızdan izleyebilirsiniz.