Türkiye’de üç kuşağı eserleriyle büyüten Gülten Dayıoğlu çocuk ve gençlik edebiyatımızın en kıymetli isimlerinden. Gülten Dayıoğlu’nun “çocuk için çocuğa göre” kitaplar yazma gayesiyle 1960’lı yıllarda başlayan yazarlık macerasının her aşaması günümüz yazar adayları için çok öğretici.
Ezgi Alkan Tuzcu’nun sorularıyla Gülten Dayıoğlu’nun kitaplar, okumak, yazmak ve yayın dünyası hakkındaki görüşlerini, çocuk edebiyatı ve günümüzde çocukluk kavramına dair düşüncelerini, klasikleşen sayısız çocuk kitabını yazma sürecini okuma fırsatı yakalayacaksınız.
Keyifli okumalar…
- Gülten Hanım, aslında çok da kolay geçmeyen çocukluk yıllarınızın edebiyatınıza etkisinden bahsetmek mümkün mü? Kendi çocukluğunuzdan bahsedebilir misiniz? Çocuk kitabı yazarlarının içinde hiç büyümeyen bir çocuk olduğu doğru mu?
Doğrudur, ben de onlardanım. Benim de hiç büyümeyen bir çocuk mevcut varlığımda. İlk romanım Fadiş’te ben ayrımında ve bilincinde olmadan tümüyle kendimden esinlenmişim. O dönemde yeni bir yazarım, çok gencim ve 60’lı yıllarda yazıyorum Fadiş’i. Süreçte tümüyle içimde birikenleri, bütün duygu yoğunluğumla çözülmüşüm yavaş yavaş. Ne güzeldir ki o duygu yoğunluğum okuruma geçmiştir. Yayınlandığı yıllarda her yazara olumlu, olumsuz eleştiriler gelir ki Fadiş ilk kitabım olduğu için acıklı olduğu yönünde eleştiriler aldım ama bildiğim yoldan hiç şaşmadım.

Meğer acının tatlı olanı da bir başkaymış. Fadiş’i on kere okudum diyenler, ailece okuduk ağladık diyen okurlarım var. Ben bu yaşta kimseye yalan söyleyecek değilim. Kesinlikle ve asla oturayım da ben de acıklı roman yazayım diye Fadiş’i yazmadım. Yaşadığımı paylaşmışım meğer. O da insanların içine öyle bir koymuş ki düşünün ben üç hafta önce ölmüş bir kişiye kitap imzaladım. Üç yıl önce ölmüş. Kızı bana kitabı getirdi.
Annemle birlikte okurduk Fadiş’i ve annemin sandığını açtığımda bu kitap çıktı, dedi. Bakar mısınız? Çok hoş, çok güzel. Ben de ikinci hayatının huzur içinde sürmesini diledim. İlk defa böyle bir olay başıma geldi. Çocuklara çok kitap imzaladım ama ölmüş bir okuruma ilk defa imzalamış oldum.
Çok zaman geçti, kitap oturdu. Şimdi Fadiş 115. baskıda ve bilincinde olmadan yazdıklarımda kendimden esinlenmişim. Daha sonra pek çok farklı türde hatta bilim kurgu türünde bile yazdım, biliyorsunuz.
92. kitabımda Yapı Kredi’de yayıma hazırlanıyor. 3 yaşından itibaren yaşadığım her şeyi hatırlıyorum. Bazen keşke hatırlamıyor olsaydım dediğim oluyor. Üzüle sevine bugüne geldik.
- 92. Kitabın müjdesini almış olduk, mutluyuz. En son “Yüzler ve Sözler” eserinizi ve o kitapta anlattığınız tecrübelerinizi de çok severek okumuştum. Gülten Hanım sizin yazma yeteneğinizi keşfeden Ayşe Öğretmen’i ve edebiyatımızın kıymetli isimlerinden Reşat Nuri Güntekin’i anmadan geçmeyelim isterim. Hayatınızda değişime, dönüşme vesile olmuş bu isimlerden bize bahseder misiniz?

İlkokul 3. sınıfı Kütahya 30 Ağustos İlkokulunda okudum. Öğretmenim bana ilk kez yazılı anlatım, o zaman “tahrir” derdik, ödevi verdi. Öğretmen konuyu verir, biz işleriz. Ders bu şekilde ilerlerdi. İlk yazımı öğretmenimin önünde yazdım. Biliyor musun sen doğuştan yeteneklisin benim gözümde ve gelecekte yazar olacağını umuyorum, dedi. Ben yazarlığın ne olduğunu bile bilmiyorum. Gidip anneme söylediğimde o, mahkeme kapılarındaki arzuhalciler sanmış. Ben öğretmenimin bu dediğine sımsıkı tutundum çünkü doğuştan yeteneklisin bence diye pek önem vererek söyledi. Ayşe Öğretmenim edebiyata başladığım ilk dönemler yazdığım sosyal içerikli kısa öykülerden, kendi başına doğum yapan tek başına bir kadını yazdığım “Döl” isimli öykümü, o dönem gözleri görmediği için kızından dinlemiş.
İkinci olay ekmek peşinde ailece İstanbul’a taşındığımız dönemde, ortaokula yıllarımda geçiyor. Nişantaşı Kız Ortaokuluna yazıldım. Orada Türkçe öğretmenim rahmetli Bedia Ermaş bizden depremle ilgili bir yazı yazmamızı istedi. Çanakkale’de Çan depremi olmuştu. 1950’li yıllarda yürek yakıcı bir depremdi. Ben de deprem çocuğuyum zaten. Memleketimiz Emet, Kütahya sürekli kıpırdama halindedir. Geceleri bahçelerde geçirirdik. Tıpkı yaşadığım gibi yazmışım demek ki öğretmenim “İnanamıyorum Gülten, çok güzel. Doğuştan bir yetenek var sende,” dedi.
Ben de Anadolu’dan gelmişim, olanca kaba sabalığımla “Doğuştan yetenek varmış bende dediydi bizim öğretmen,” diye cevap verdiğimi hatırlıyorum. Henüz dilim bile yerine oturmamıştı. Sonra o öğretmen artık beni hep yönlendirmeye başladı. Dilbilgisi adına ne biliyorsam rahmetli hocamdan öğrenmişimdir
Bir gün biz dersteyken Kapı tık tık. Biz irkildik hemen. Takım elbiseli bir bey içeriye girdi.

Öğretmen hemen toparlandı. Gelen müfettiş beyle tokalaştılar. Müfettiş sınıfa bir baktı Yürüdü. Öğretmenimizin elinde tebeşir var. Müfettiş bey devam etmek ister misiniz, dedi.
Bedia Hanım siz devam edin, dedi. O gün de sıra arkadaşım gelmemiş,müfettiş geldi benim yanıma arka sıraya oturdu. Çomak gibi uzun bir kızdım. O nedenle en arkada oturuyordum. Öğretmenim anlatmaya devam etti. Benim gözüm kulağım onda fakat gelen müfettiş bey dikkatimi devamlı bölüyor. Bana sorular soruyor: “Niye geldiniz? Kaç kardeşsiniz?” Oradan buradan ne sorduysa yanıtladım. Defterlerime baktı. Zil çaldı. Çocuklar çıktılar. Ben aldığım terbiye nedeniyle süt dökmüş kedi gibi duruyorum. Kasıldım. Müfettiş Bey de ayağa kalkınca arkasına geçtim. Onu adım adım izliyorum. Kapıya gelince teneffüse kaçacağım. Ama kaçamadım. Öğretmenim o zaman sen dur, dedi. Durdum. Müfettiş Bey de o sırada. Öğretmenin yanına gelmiş oldu. Müfettiş Bey şu çocuğu size tanıştırmak istiyorum, dedi. Ben bir öğretmenime bir müfettişe bakıyorum. Öğretmenim “Bu taşralı ama çok yetenekli,” dedi. Müfettiş Bey gözleri gülen biriydi. Öğretmenim bana döndü: “Beyefendi kim biliyor musun Gülten?” dedi. “Bilmiyorum,” dedim. Geçen ay ne okumuştuk? Kızılcık Dalları? Ondan önce ne okumuştuk, bu ay ne okuyoruz derken ilk önce hepsini birbirine karıştırdım. Sonra Kızılcık Dallarını ve Akşam Güneşini hatırladım. Çalıkuşu der demez yazarın adını da hatırladım. Ondan sonra ikisi de sırtımı sıvazladılar. Böyle korkudan titriyorum. Reşat Nuri Güntekin’le böyle bir hoşluk yaşadık. İyi ki yaşamışım. İyi ki paylaşıyorum sizlerle bunu. Hem Ayşe öğretmenimi hem tabii ki Reşat Nuri Güntekin’i hem de Bedia Öğretmenimi rahmetle anıyorum.
- İlkokul üçüncü sınıfta öğretmeninizin sizi yetiştirme gayesiyle kütüphaneye yönlendirmesiyle tam vaktinde başlayan okurluk serüveniniz eğitim hayatınız boyunca devam etmiş. Kütüphaneler hayatınızda yer eden en önemli mekânlardan ve buna bağlı olarak da kitaplarla dolu bir ömürden söz etmemiz mümkün. Sizin hayatınızda dönüştürücü etkisi olan kitaplardan ve yazarlardan söz eder misiniz?
Bana kitap okuma eylemini gene Ayşe öğretmen öğretti. Kütüphaneye götürdü. Çünkü Anadolu çocuğuyum ve kütüphaneye gitmek gibi bir yol, yöntem bilmiyorum. Önüme gelene ben yazar olacağım. Ayşe Öğretmen öyle dedi diye soruyormuşum. Yani acaba utanmam da yok muydu diyorum ama ekmek istemiyorum, şeker istemiyorum. Öğretmen herkese yazarlığı sorduğumu duyunca “Gülten yazar nasıl olunur diye herkese sorup durma kızım. Ben sana göstereyim, yürü,” dedi. Kütüphaneye götürdü. Arkalı önlü gittik. Beni kütüphane görevlisine bu filancaların kızı, anası bile parmağını basıyor, dedi. Yardım edecek kimse yok ama yetenekli bir kız. Yeteneği boşa akıp gitmesin, dedi. Tamam dedi kütüphaneci hanım da. Hani Zekiye Hanım gibi bir isim geliyor şu an aklıma. Neyse sen merak etme, ben sahip çıkarım ona, dedi. Bana da döndü dedi ki hep buraya geleceksin. Kütüphaneciye bu kıza yaşına göre kitaplar vereceksin, dedi. Öğretmenimin “yaşına göre kitaplar” sözü kendi öğretmenliğim boyunca da kulağıma küpe olmuştur. Sonra ben kütüphaneye dadandım. Unutmuyorum akşam ezanı okundu mu bizde kapılar kapanırdı. Karanlık basar, annem beni kütüphaneden almaya gelirdi. Niye bana bu işkenceyi ediyorsun kızım diye söylenirdi. Boyum kadar soba var, sıcacık. Kitaplar da var. Hep aklım kitaplarda kalırdı. Sonra kütüphaneci bana ödünç kitap vermeye başladı. O yolu da öğrendim. Böyle böyle bir girdim bir daha da ömrüm böyle geçti. Şimdi de hâlâ okuyorum.

Öğretmenim, üç gün önce ne okudum biliyor musunuz? Mevlâna Hazretleri’nin Gül Destesini on beş yaşında okumuştum. İş Bankası tarafından yayımlanmış “Candan Cana” adlı eseri okuyorum. Bu yayını nasıl atladımsa okumamışım şimdiye kadar. Rüyalarıma giriyor okuyalı beri. Çok şahane bir eser.
- Gülten Hanım, sizin çocuklar için yazmaya başladığınız dönemde, 1960’lı yıllarda, çocuk edebiyatı böylesine gündemde değildi. Edebiyatımızda farklı gerekçelerle çocuk edebiyatını kabul etmeyen yazarlar vardı. Masa başında çocuk edebiyatı için üretmeye devam ederken sanatınızda sebat duygusunu güçlü tutmanızı sağlayan neydi?
Öğretmenliğim. Çünkü söz konusu olan toplumun içindeydim. Çocuğu tanıyordum, anne olmuştum. Baktım ki olay hiç başkalarının dediği gibi değil. Çocuğa kitap veriyorsunuz. Boş boş yüzünüze bakıyor. Verdiğimiz kitap çocuk kitabı değil ki. Yani çocuğa görelik ilkesi kesinlikle yok.

Ben başkaldırdım açıkçası. O dönem için çok öncü bir hareket oldu. Bizim bakanlığımız bir kitap haftasında yılda bir iki kez çocuk kitaplarıyla ilgili toplantı yapardı. O herhalde olması gereken bir toplantıydı öğretmen olarak. Biz İstanbul’dan Ankara’ya açık oturuma çağırırlardı. Bu işin heyecanını yaşadığım herhalde biliniyor. Otobüse atlar, giderdim. Çocuğumu anama, eşime bırakıp giderdim. Gittiğim yerlerde tanıdığım kalburüstü kişilere anlatıyordum. Yani içinde bulunduğum tabloda okul içinde çocuklar karşısında kitap sıfır.
Varlıklı aileler resimli kitaplar gösteriyorlarmış çocuklarına ama benim aradığım kitap o değil ki! Öğrenciyi doyuracak kitaba ihtiyaç var. Başka da kitap bilinçleri yok. Onlar bana kızım sen ne diyorsun demeye başladılar. Ben anlatmayı sürdürdüm. Azar da işittiğim oldu. Pek gençtim çünkü. Ama öyle iç acıtıcı bir söz vardı ki sen bir ilkokul öğretmeni olarak çizmeyi aşma dediler. Bedeni besliyoruz ama beyni kim besleyecek? İşte okuyor ama öyle değil. Sonra vurdum kendimi, araştırmaya başladım. Yani kütüphaneye kütüphane geziyorum. Şimdi evimde kitabım dolu çok şükür ama o zamanlar Işık Lisesinin karşısında otururduk. Müdürün kapısını çaldım. Kütüphaneden yararlanabilir miyim, dedim. Kapı sana açık, dedi. Tembih ettiler görevlilere. Sonra işte Millet Kütüphanesine giderdim. Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi çok sonra açıldı. Beyazıt Kütüphanesine giderdim ve beslenirdim. O zaman Cumhuriyet daha sonra da Milliyet’te yazılar da yazmaya başladım. Eğitimle ilgili değil ama çocuk edebiyatıyla ilgili yazdım. Araştırmalar sonucunda çocuk her şeyi okur savına karşı sımsıkı vurabilme gücünü edindim. Kendi savımı “Hayır, çocuk her şeyi okuyamaz” savını oluşturdum. İtilip kakılsam da önemi yok. İyi bir işin peşinde olduğunu bildiğim için direndim.
Hep çocuk çocuk dedik, buraya geldik öğretmenim. Hâlâ ben savımı sürdürüyorum.
- Gülten Hanım bugün çocuk edebiyatında bayram havası esiyor. Çocukların dil ve görsel olarak nitelikli kitaplarla buluşup edebiyat okuru olarak büyümeleri, kitap okurken zevk almaları, mutlu olmaları çok değerli. Çocuk edebiyatının gelişimine yönelik düşünceleriniz nelerdir?
Öğretmenim çok zor bir kapıyı çaldınız, ben nasıl açacağım onu? 90’a merdiven dayadım, çok şükür. Yani biraz mutsuzum, kırığım. Çünkü o kadar çok çalakalem yazar çıktı ki ortaya, ifade edemem. Fuara gidince bedava kitap dağıtanlar var. İki tarafa bakmıyorum, arada bir kitap alıp bakıyorum. Yani işi ticarete döktüler, bu yüzden çok üzgünüm.

1979’da UNESCO tarafından çocuk yılı ilan edilmişti. O zaman çocuk edebiyatı parladı ve en usta kalemler bile çocuk kitabı yazmaya başladılar. İşte orada benim mutluluğum tavan yaptı. Ben sandım ki daha iyi olacak ve en arı duru şekliyle ilerleyeceğiz. Öyle olmadı. Çocuk kitabı ilgi görünce, ki ilgi görecek kitaplarda o yazılanlar her şeyiyle derli toplu, dili, anlatımı, konusu, çocuğa göreliği, yaş düzeyine göre oluşu ve kelime dağarcığı, yazım kuralları ve aileler kapışırdı. Oysa hayalim odur ki öğretmenler ve aileler kitabı okuyup göz atsın ki sonra çocuğa verilsin. O pek göz ardı edildi. Sonra da iyice yozlaştı. Hiç kimse darılmasın bana. Hepsine yol açıklığı diliyorum, satışlarına bereketler diliyorum. Ama çocuğa ne verirseniz beşikten mezara kadar belleğinde taşır. Onu ısıtır ısıtır değişik şekillerde önünüze koyar, fark etmezsiniz. Ya bu niye böyle oldu? İşte çocukken aldığı birtakım zehirler ile olmuştur. Yani zehirler derken niteliksiz kitap okudu demek istiyorum.
Şurada üç günüm kaldı, rahat gitmeyeceğim öte tarafa. Gönlüm başka şeyler isterdi. Çok daha başka bir çocuk edebiyatı dünyası isterdim. Şöyle bir kale gibi olalım. Hep birlikte, el birlik olalım. Olamadı. Özür dilerim kızmasın kimse. Eser bir müddet ister, alın teridir. Yazanlar, mutlular, heyecanlılar. Anlıyorum ama nasıl yemek pişirirken sebzeleri, meyveleri aileye yedireceğiz diye önce çok iyi yıkıyoruz, pişirirken çok yakmıyoruz, çok tuz koymuyoruz. Çocuğa eseri hazırlarken de çok aşırı titizlik göstermemiz gerekiyor. Çünkü çocuk unutmuyor ve etine derisine işliyor. Bunun ayrımına varacak kesimin sayıların artmasını bekliyorum, inşallah.
Çünkü gerçekten bunun için çaba gösteren, bu yolda okuyup yazmaya çalışan bir kitle de var, Ezgi Öğretmenim. O kadar çok var ki bana pırıl pırıl eserler yolluyorlar. Onların da başımın üstünde yerleri var. Zaman ayırıp okurum. Hemen oturup onlara cevap yazarım. Kimine sen biraz daha çalış bakalım, derim.
- Bugün maşallah 92. kitabı yazdığınızdan bahsettiniz bize. Yazım süreciniz nasıl başlıyor? Yazmaya başlamadan önce ya da yazarken belli bir yazma rutininiz var mı? Hiçbir eser üzerinde çalışmadığınız dönemlerde kaleminizi canlı tutmak için uyguladığınız yöntemler var mı?
Bir kere en birincil özelliğim benim gençliğimden beri tarhana çorbamı karıştırırken bile elimde bir kitap oluyor. Elimde değil, inanın. Çok şükür ki okumadan duramıyorum. Çünkü biliyorum ki öyle ayaktayım ben ve son soluğuma kadar okumam lazım.. Eğer ayrımındaysa okurum en yeni kitaplarımda dahi çağa erişmeye çalışıyorum. Hep aşmaya ve çalışmaya çalışıyorum öğretmenim. Bunu da okuyarak yapıyorum. Kimse kapımı itip de gel sana bilgi vereceğiz demiyor. Kendim kapıları çalıyorum. Üç cilt Mo’nun Gizemi’ni yazarken profesör bey ile çalıştım. Kendi gittiğim doktorumun bile başının etini yerim. Onunla ilgili bilgiler soruyorum adeta oyuyorum. Şu ana kadar herkes bana dört elle yardım etti. Tabii en büyük yardımcım da kitaplar.
Mesela bilim kurgu türünde ilklerindenim ben ülkemde. Bu tarz kitapları yurt dışında kitap fuarında ilk defa gördüğümde şaşırdım. Yani durduğum yerde dursaydım cesaret edemezdim. Ama baktım ki millet neler yapmış. Kitapların arkalarını hep okuyordum. İnanamazsınız nasıl heyecanlanıyorum böyle. Sonra bunu ben de yapacağım diye giriştim. Fransız Kitap Fuarında 15 yıl gide gele çok eğitim gördüm. Benim ilk bilim kurgum Suna’nın Serçeleri’dir. Kuşlar gelir anlatır. Birçok kişi dönemine göre çok ilginç bir kurgu olduğunu söyler. Kitabın en sonunda okura güm diye gerçeği söylerim. Annesi ayakkabıcıya gittiklerinde o kuşların masallarının artık bittiğini söyler. İlk bilim kurgu üstünde Üstün Dökmen Hocam da bunu bana demiştir.

Ben Fadiş’i yazarken plan yapmayı filan bilmiyordum. O der ki yetenekten yararlandın. Ama Suna’nın Serçeleri’nde gözlemden yararlandım. Eve katkı olması için özel ders veriyordum. Yıllarca yaptım bunu ama yıllarca. Sonra kolejleri hazırlamaya bile koştum attım canımı. Neyse yüz akıyla çıktık elhamdülillah hepsinden de. Çok eve girdim çıktım. Çok insan tanıdım. Çok farklı hikayelere tanık oldum anlatamam yani. Onlardan etkilenerek, onları düşünerek bir bileşim yaparak öykü yazmaya başladım. Ondan sonra da plan yapmaya başladım. Neyi yazmak istiyorum, beni neler etkiledi? Yazıyorum. Sonra o planlar elimin altında duruyor.
Kocaman defterlere destanlar gibi planlar yazıyorum. Bu elimdeki kocaman defteri Mo’nun Gizemi’nde yayınevim yapıp gönderdi. Ciltlerce deftere planlar yazıyorum. En hoşuma giden de bazen o planları ben dörtte birini bile almamışım ama planlar bir şekilde o kurgu için yol açmış. Planın iyi yanı değinmemem gereken yanları da göstermesi.
Bir de düzenli yazmayı seviyorum. Hiç ömrümde kabul gününe falan gitmedim ki gidemedim. Bir tek ölümlerde, doğumlarda mutlaka zaman ayırırım. Camilerde hatır sayarım, koştururum. Rahmetli eşim de çok destek verdi, hoşgörülü davrandı da benim hayatıma uydurdu.
Yazdıklarımla ilgili şunu da ekleyeyim: Yazdıklarımı 6 kere okuyorum. Çünkü hata yaparım diye korkuyorum. Çünkü çocuk kitabında hatayı bir daha düzeltemezsiniz. Çocuğun beynine çakılır. O nedenle 6 kere okurum. Sonra bırakırım. Bir itirafta bulunayım. Bu son kitabı, hayatımı anlattığım kitabı 11 kere okudum. Neredeyse yaşamış gibi oldum. Çok yoruldum ve yıprandım, Ezgi Öğretmenim. Ayrıca yaşam hikayeniz olduğu için çok yorucu ama gitmeden yapabildiğim için armağanım olsun. Ömür boyu beni okuyan, okutan öğretmenlere, okuyan okurlarıma, annelere ve hep babalar herkese armağanım olsun.
- Gerçekten çok kıymetli bir haber ve eser bizim için. Ben tam da konuyu dünya gezgini olmanıza getirecektim. 116 ülkeye, seyahat ettiniz ve yolculuğu bir yaşam biçimi edindiniz. Pek çok gezi kitabı da kaleme aldınız, gezi yazılarınızı Türkçe ders kitaplarında metin olarak da öğrencilerimizle severek okuyoruz. Sizce bu seyahatlerin yazarlık bakışınıza ama ondan da önemlisi insan olarak hayata bakışınıza katkıları, etkileri neler olmuştur?
12 gezi kitabı yazdım. Önceleri ilk gezileri Avrupa’ya karadan yaptık. Belki bu yaptığımız da bizi okuyana, dinleyene bir örnek olur. Sizinle paylaşayım. Biz çok zor yıllar yaşadık, öğretmenim. O derece ki çocuğa 250 gram kıyma alıp iki öğün yedirdiğimiz gün oldu vaktiyle. Son kitabımda okuyacaksınız her şeyi. En ufak süsleme yok, kurgu yok, olduğu gibi anlattım. Ayakkabı pençelettik. Elbiseyi ters yüz yaptık. Her şeyi yaptık, o zamanlar olurdu bunlar. Biz önce eşimle nur içinde yatsın, eşim çok el verdi bu konuda. Para biriktirirdik. Aylığımızı o zaman zarfla alırdık. İşte bu bakkal parası, bu çocuğun ayakkabı parası, bu çocuğun şu parası bu sütü, şusu, busu… Sonra üç kuruş kenara koyardık. Bir de benim derslere gidiyorum ya. Bunlar da öğretmen aylığımın dışında ayrı bir gelir. Eşim de getiriyor yeni avukattı o zamanlar tabii getirebildiği, gelebildiği kadar müşterinin ama her zaman temelimiz olmuştur. Önce Anadolu’yu gezdik. Sonra turlarla dünyayı gezdik. Şimdi ören yerlerinin yakası açılmadık zamanlarını gördüm ya ben geçmişte. Allah’ım neler varmış meğer burada diye gittiğimde elim ayağım koyuveriyordu. Göbeklitepe’ye de ilk gidenlerdenim. Daha hiçbir şey ayrılıp seçilmemiş. Göbeklitepe’de o çukurun içine attım kendimi. Vallahi çukurun içinde nereye dokunsam diye debeleniyorum. Sonra Avrupa’ya açıldık. İşte Almanya’da işçi akrabalarımız vardı. 1969 depremiyle Almanya kapılarını Türklere açtığında bizim de akrabalarımız Kütahya’dan Almanya’ya gitti. Oraya gittiğimizde bize çok sahip çıktılar, hiç yabancılık çekmedik. Bir de bir işçiden satın aldığımız arabamızla Avrupa’yı gezdik.

Ne zaman kuzeye geldi iş artık gezemez olduk. İnanamazsınız. Benim okul tatilim eşimin adli tatili, onları değerlendirirdik. Sonra İsveç ve Norveç’i Danimarka’yı, Finlandiya’yı bir tur şirketiyle gezdik. Ondan sonra da turlarla gezmek çok rahat geldi, gezdik. Transatlantikler dahil dünyanın çok büyük Antarktika dahil çok yere gittik ve gittiğim yerler zenginleştirdi. Kitaplarımda da sözünü ediyorum, paylaşıyorum. O da içime sinmediğinden hani bir ana bir şeyi yerse böler evvela o çocuğuna yedirir hesabı. Türkiye’yi gezdikten sonra Avrupa’yı hiç yazmadım. Avrupa’yı yazmadım çünkü o bilinçte değildim. Ne zaman ki Doğu’ya açıldık ilk Singapur’a vardık. Eşime bana bir teyp alır mısın diye rica ettim. Daha Türkiye’de yok öyle teypler. Hemen aldık. O anda başladım uçakta. Gördüklerimi, duyumsadıklarımı her şeyi yazdım. Sonra benim okurlarım bir yere gitmiyor musunuz siz diye sormaya başladı. Biz de okuyup konuşuyoruz. Her şeyi paylaştık. Gezilerimin bir bölümünü Doğan Kardeş dergisinde yazdım. Sonra o yazılar kitaplaştı. Birkaç yıl önce Hollanda’dan bir mektup geldi bana. Diyor ki biz burada Hollandalılara Türkçe öğretiyoruz. Dilleri düzgün olduğu için sizin gezi kitaplarınızdan öğretiyoruz fakat bir hatanız var. Onu duyurmak için sizi aradık. Elim ayağım koyuyordu az kalsın. Ne hata yaptım acaba diye. Meğer Antarktika’da sözünü ettiğim bir pengueni imparator penguen diye bahsetmişim. İmparator penguen Kuzey’de yaşıyormuş. Antarktika’da yaşamazmış. Bir utandım ki karıştırdım demek. Bilemedim. Hemen yazdım, düzelttim. Kitabı da düzelttim. Onlar uyardı beni. Bakar mısınız?
- Gülten Hanım, gezilerin yazarlığınıza katkısı büyük. İnsan olarak hayata bakış açısından yolculuğun gezinin yine böyle bu anlamda da bir etkisi, zenginleştirici yönü var değil mi?
Oldu, öğretmenim. Hani bir binayı sağlamlaştırmak için beton tuğla koyarsınız ya ben her ülkeden sanki bir tuğla kazandım ki temelime ayakta olabileyim diye dik durayım, yazayım. Uygarlıklar insanı ağzına lokma götürürken utandırıyor. Ya ben bu dünyada ne yaptım ki? Yedim, içtim, giyindim, kuşandım güldüm, söyledim diye. En çok da o koydu bana, öğretmenim. Yani bomboş geçip giden hayat korkuttu. Ondan sonra daha dört elle sarıldım. Neler gördük anlatamam. Çok besleyici oldu benim için.

- Yine çocuklara dönecek olursak Gülten Hanım bugün çocukların ihtiyaçlarının, meraklarının çok değiştiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Hızlı hayatların içinde teknolojik bir çağda çocukların dikkatleri de matbu eserlerden dijitale doğru yön değiştirdi. Pek çok kuşağı eserleriyle yetiştirmiş bir yazar olarak sizce bugünün çocuk okurları geçmişten farklı olarak kitaplarda neyi okumak istiyor? Yazmaya başladığınız günlerden bugünlere çocukların beklentileri nasıl bir değişim gösterdi?
Ben ticari kaygıyla çocuk neyi okumak istiyor diye teslim olmamaktan yanayım. Yarınlara hazırlanmak için neyi okuması gerekiyorsa ardından girip, önünden kesip, yukarıdan inip, ne yapıp edip bir biçimde bizim çocuklara aktarmamız gerek. Yoksa günümüz çocuğu bunu seviyor diye onu sunmaya kalkarsak ayağımızı boşa basmış oluruz. Ben öyle düşünüyorum.
Ne yapıp yapıp onlara hayatla ilgili pek çok şeyi aktaracağız. Yani bizleri bugünlere getiren temel bilgileri görmezlikten gelebilir miyiz ki? Gelirsek üstünkörü bir kuşak yetişir. Zaten kara kaderimiz biz dijitale hazırlıksız yakalandık. Biz dijitalde yüzmeyi bilmeden suya atılmış gibi olduk. Bilmiyoruz ki ebeveyn olarak da bilmiyorduk. Meğer neler varmış hocam? Olumlu olumsuz. Bilmiyordum. Ben uyandıkça aa öyle miymiş diyorum.
Gerçekten. Biz eşimle tartışacağımız zaman bürodan randevu alırdım. Bana zaman ayırırdı, giderdim. İki oğlumuzun önünde tartışmamak için inanır mısınız? Çünkü okuduklarım bana öyle yapmam gerektiği eğitimini verdi.
Okuduklarımdan başka beni eğitecek kimse yoktu tabii. Ama kendi kendimi eğiterek, okuyarak gözleyerek, yazarak eğitim verdi bana. Bugün öyle bir şey mümkün değil. Bunu düşünen de yok. Dudak büken olur belki de.
Çocuk her şeyi bilecek tabii çocuk ölümü de bilecek kavgayı da bilecek ama kendi özüne değgin olmasın. Genel olsun. İnsana değgin olsun. İfade edebildim mi? İnsana ve insanlığa dair olanı bilsin. Bunları düşündüm hep ama hazırlıksız yakalandık bunlara biz. Yağmura tutulduk diyeceğim. Bilmiyorum, üzülüyorum da ama tabii çok yararı da var. Öğretmenken benim anlatıncaya kadar canımın çıktığı bazı konular var. Bugün açık seçik ortada yani görselle de destek alarak kırk dakikada anlatır, geçer giderim. Ona da nankörlüğün lüzumu yok ama en az yararı kadar da terazinin öbür tarafında zararı da var.

- O yüzden belki sadece tüketmek değil bir yandan üretmek içinde çalışmak bu yönde çaba sarf etmek çok gerekli. Sizin nitelikli çocuk ve gençlik edebiyatını desteklemek ve genç yazarların yolunu açmak gayesiyle kurduğunuz Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı yeni kitapların çocuklarla buluşması açısından çok kıymetli çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmalardan ve Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı ödüllerinin sizin dünyanızdaki anlamıyla ilgili konuşmak isterim.
Çok büyük anlam ifade ediyor. Çünkü böyle kuru kuru konuşmakla olmayacağının bilincindeyim. 2007’de vakfı kurduk. Ondan sonra da hızla geliştirdik. Geliştirmemiz de şöyle oldu: Çok seçkin insanlarla çalıştık. Bu alana gönül vermiş kişilerle, hocalarla, yazarlarla da olabildiğince çocuk edebiyatının düzeyini yükseltmeye çalıştık. Gönlüm şöyle istedi: Kuruluş projesini yaparken öyle eserler yazalım ki zaten o zamanlarda yozlaşma başlamıştı. Bende onun telaşı vardı. Dedim ne bekliyorsun ölmeyi mi? Hemen ailem de destek verdi, eksik olmasın. Ben kendim mutlu olayım diye vakıf için belli bir para yatırılır ya onu alın terimden yatırdım. Anlatamam öyle duygularla doluyum hep. Sonra şöyle hayal kurdum o kitaplar seçkin zihinlerin süzgecinden geçip ödül aldı ya onlardan bir küçük bir kütüphane yapma hayali kurdum. Şimdi yavaş yavaş bir kütüphane oluşmaya başladı. Yeteneği olmasına rağmen gözü kara olmayan insanlara kapılarımızı açalım ve nitelikli kitap örnekleri ortaya çıksın istiyorum. Çok güzel yeteneklerin ve güzel seçkilerin ortaya çıkmasına vesile olduk. Altın Kitaplar ile bu yarışmayı düzenliyoruz ve şartnamemizde şöyle bir madde var: Kazanan kitap Altın Kitaplarda yayımlanacak. Çünkü ben kitabı bastırabilmek için kapı kapı çok dolaştım. Yeni ve yetenekli yazarlara da bu anlamda yardımım olsun istedim. Bir yıl çocuk romanına ve bir yıl da gençli romanına ödül veriyoruz. Başka kurumlarda da bizden sonra benzer yarışmalar düzenlenmeye başladı. Buna da vesile olduk. Dilerim ve inanıyorum ülkemize daha da faydası olacaktır.
- Gülten Hanım sizinle sohbet etmek çok keyifliydi. Bize vakit ayırdığınız için Netyazı olarak çok teşekkür ederiz.
Ezgi Alkan Tuzcu (@ezgialkantuzcu)
Röportajın videosunu Netyazı Youtube sayfamızdan izleyebilirsiniz.