“Deneme yazacak cesaretim, öyküden uzaklaşacak özgüvenim yoktu. O yüzden kendim için bir ara yol icat etmeye çalıştım.”
Farklı üslubu, etkileyici hikâyeleri ve yayınları ile Türk öykücülüğünün son yıllarda öne çıkan isimlerinden biri olan Aykut Ertuğrul, eser verdiği türlere bir yenisini ekleyerek ilk deneme kitabını yayınladı. Öykü ile denemenin iç içe geçtiği metinler gördüğümüz “Bellek ve Başka Tuzaklar” vesilesiyle yazar ile konuştuk.
Bellek ve Başka Tuzaklar deneme türündeki ilk eseriniz ve farklı zamanlarda, -bir tanesi hapishanede olmak üzere- farklı mekânlarda kaleme alınmış yazılarınızdan müteşekkil. “Bu yazılar, benim için düz anlamıyla da deneme idi” yazmışsınız kitabınızla ilgili yapılan bir yoruma. Kitabın oluşum sürecinden biraz bahseder misiniz?
Kitaptaki yazıların yarısı –belki biraz daha fazlası- Cins dergisinde yayımlandı. Cins’te yazmak istiyordum ama ne yazacağım konusunda zihnim net değildi. Önce “sevdiğim şarkılara kurgu hikâyeler yazayım” diye düşündüm mesela; Chavella Vargas’ın yorumladığı La Llorona ile başladım. Bu yazı “Ağlayan Kadın” adıyla kitapta yerini aldı. Fakat La Llorona’dan sonra yeni bir şarkının hikâyesini yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde aynı heyecanı duymadım. Meğer “şarkıların hikâyesi”ni değil La Llorona’nın hikâyesini yazmak istiyormuşum.
Ardından Calvino’nun Görünmez Kentler’ini kendi bildiğim gibi –kâh selam gönderip kâh meydan okuyarak- yeniden yazayım; her yazıda hayali ya da gerçek bir şehirden bahsedeyim diye düşündüm. (Gördüğünüz gibi bir yazıya başlamak için ille de zihnimde onu “bir büyük resim”in parçası olarak kodlamam gerekiyor.) Uzun süre yazdım da. Doğrusu yazdıklarım içime sindi de! Henüz bir kitap hacminde olduklarını düşünmediğimden ve ayrı bir kitap olmalarını istediğimden şehir yazılarını bu kitaba almadım. Bir vesileyle yeni şehirler yazmayı bekliyorum. Bilgisayarımda saklılar. Bir süre sonra bu şehir yazılarında kendimi tekrar ettiğim, aynı imgeleri kullandığım, hayali şehirler yazarken bir şehri ötekilerden ayıran farkın yeterince yaratıcı olmadığı vehmine kapıldım.
Bazen ara vermek gerekir. Dimağımda yeni şehirler ve şehir imajları biriktiğinde bu fikre yeniden dönerim deyip ara verdim. İyi de Furkan Çalışkan, Yusuf Genç, İsmail Kılıçarslan sıkıştırıp duruyorlardı beni, hatta Furkan Cins’e yazmazsam Post Öykü’ye yazı göndermemekle tehdit ediyordu! Kendime bir format bulmalıydım.
En başta söylemem gerekeni şimdi söyleyeyim; ben bir “denemeci” değilim; Salah Birsel, Refik Halid gibi büyük isimlerin olduğu bir süper lige öyle elini kolunu sallayarak girilmeyeceğinin de farkındayım. Ne yapacaksam yapayım, en iyi bildiğim şeyi yaparak ilerlemeliydim. Bu yüzden bir şekilde bir şeyleri hikâye edecek bir format bulmalıydım kendime.
Öykü yazarken kullanmaktan zinhar uzak durduğum kişisel hatıralarımı bir kavramı, bir kelimeyi, meseleyi anlamak için nirengi noktası olarak alabilir miydim?
Düşünme eylemi, çoğunlukla ve aynı zamanda bir hesaplaşma eylemidir. Öncelikle kendinle sonra başkalarıyla gide gide fikirlerle, fikir adamlarıyla hesaplaşarak ilerlediğin bir yol.Ben biraz düz bir adam olduğum için doğrudan kendimle hesaplaşmayı seçtim.
Hesaplaşırken de iyilik, kötülük, savaş, barış, aşk gibi hayatımızı kuşatan bazı temel kavramlara yaklaşmayı hiç olmazsa etrafında dolaşmayı denedim. Böylelikle yazılar birikmeye başladı. Bazen kavramlar bazen hikâyeler öne çıktı ama temel meselem hep hatırlamak ve hesaplaşmaktı. Çünkü hatırlamak düşünmeye düşünmek hesaplaşmaya açılıyor. Her birinden ötekine açılan kapılar var. Her kapının etrafında ise kurulu tuzaklar.
Mümkün Öykülerin En İyisi ’nde yer alan “Güneş Yaralarımızı Yakıyor” öyküsünde yalnız kaldıklarında dedesinin kendisine sucuk pişirdiği bir çocuk var. Bu kitapta -eğer kurmaca değilse- o çocuğun “Aykut” olabileceğine dair ipuçları veriyorsunuz. Garip Azzam öyküsünde yetim bir karakter var, sizin de Askeri lisede okuduğunuzu biliyoruz. Hasan Ali Toptaş’tan ödünç alarak soracak olursak, çocukluğunun elinden tutmuş bir yazar mısınız?
Sorunuz beni tedirgin etti. Beklemiyordum. Öykülerimde –kimse boşuna aramasın diye- kendi hayatımdan tespit edilebilir izler olmadığını söylemeye alışkınım. İlk sorunuza cevap verirken de vurguladım hatta. E madem yakalandık cevap vermeliyim.
Sucuk sahnesinin orada (öyküde) olduğunu bile unutmuştum. Şunu söyleyebilirim, Güneş Yaralarımızı Yakıyor öyküsünde o sahne oraya bilinçli olarak koyulmadı, yani ille de kendi çocukluğumdan bir sahne bulunsun diye. Büyük ihtimalle öykünün tam orasında dokunaklı bir çocukluk hatırası gerekiyordu ve bilinç dışım devreye girip o sahneyi bana yazdırdı. Çocukluğum imdadıma yetişti, -Hasan Ali Toptaş’ın mükemmel ifadesiyle-elimden tuttu. Garip Azzam için de aynısı geçerli. Yetim bir çocuktan bahsederken, kendi yetimliğim gelip elimden tuttu. Tutmasaydı, sahici olmazdı herhalde.
Bellek ve Başka Tuzaklar’daki sucuk sahnesi ise okurun “Aykut’un çocukluğu olabilir” diye düşünmesi istenerek koyuldu. Hatırlayarak, kendi belleğimde yolculuk yaparak. Belki de bu defa da ben çocukluğumun elinden tutmuş oldum.
Öykü yazarken insan kendinden kaçamıyor. Kaçmaya çalışmak da abes bir gayret zaten. Öte yandan şunu da görmek lazım: asla kendisi de olmuyor. Olmamalı. Ama deneme türünde biraz daha serbest davranabiliyor yazar; çocukluğunu kapattığı odanın kapısını biraz daha fazla aralama hürriyeti kazanıyor. En azından benim için durum biraz böyle.
Yeni başlayanlara birtakım tavsiyeleriniz var. İlk etapta intiharın eşiğinde birini, kalabalıklar arasında yalnız birini ve aşkı yazmayın diyorsunuz. Peki, kadınların evi anlatan öyküler kurgulamaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiç yazmayın demiyorum aslında. Başlangıçta pek bulaşmasanız iyi olur diyorum. Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da genç şaire “aşk hakkında yazma” derken onu bu duygunun yüz yıllardır yüzlerce usta şair tarafından yazıldığını, dolayısıyla kendi kelimelerini bulmasının zor olduğunu söylüyordu. Ben de Rilke’nin nasihatini çaldım. Çünkü “adam haklı”. Kadınların evi çokça anlattığı ön kabulüyle sordunuz sanırım. Öyle mi acaba? Açık söyleyeyim bu gözle bakmamıştım. Ama öyleyse evet, başlangıç için uzak durulması gerekebilir. Bir şey daha var;
Günümüz öyküsünde genel olarak bir tematik sıkışma olduğunu düşünüyorum. Herkes aynı şeyleri anlatıp duruyor gibi sanki. Bu daralmanın da pek hayra alamet olmadığını söyleyebiliriz ve tam da bu yüzden yeni temalar, yeni konular aramak bir genç öykücü için yapılacak en iyi şey.
Evet, ev, aşk, kalabalıklar arasında yalnız genç… Her an hayatımızın göbeğinde. Evet, bir şey yazmak için etrafımıza baktığımızda önce onları görüyoruz. Ama hayat, çok daha zengin, yeni şeyler söylemek hep mümkün.
“Okur! Az kalsın ‘Ruhun Tükenişi Üzerine’ diye Cioran’la Bauman arasında gidip gelen bir yazı yazacaktım. İtiraf edeyim yazdım da ama şimdi bilgisayarımın gizemli dehlizlerinde,” diyorsunuz. Neden çöpe gitti o yazı? Ve cahil bir mü’min olmak mümkün mü?
Çünkü ne zaman didaktik olmaya başlasam, eğer zamanında fark edebilirsem hemen siliyorum. Cioran da Bauman da müthiş üslupçular ve onları sevenler olarak onları taklit etmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Çünkü ne Cioran’ım ne de Bauman. 2020 yılında yaşayan hasbelkader hikayeler anlatmaya çalışan biriyim.
Kendimle ilgili en çok korktuğum şey, kendimi yazdıklarımı haddinden fazla önemseyip, komikleşmek. Derinleşememek. Derinleşemeyip ama derinleştiğini sanıp karikatürleşmek. Bir çeşit fobi. Ama durup dururken ortaya çıkan bir fobi değil. Üzücü örneklerle dolu etrafımız.
Öykü ile denemenin iç içe geçtiği metinler görüyoruz kitabınızda. Yazılarınızdaki bazı bölümleri müstakil birer öykü olarak değerlendirebiliriz. Neden öykü yerine denemeyi tercih ettiniz?
İlk soruyu cevaplarken söylemiş bulundum. Deneme yazacak cesaretim, öyküden uzaklaşacak özgüvenim yoktu. O yüzden kendim için bir ara yol icat etmeye çalıştım. Türü ben icat ettim demiyorum, aman yanlış anlaşılmasın; kendi eser verdiğim türlere bir yenisini eklemek anlamında icat.
Bir denemenizde “Şehrazat, Şehriyar’ı hikâyelerle azar azar bin bir gece süren bir tedrisattan geçirmiş olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Şehrazat bugün yaşasa ne anlatırdı? 1001 gece sürebilir miydi bu anlatı?
Sürer miydi? Sorunuz çok güzel. Sadece sorunun güzel olduğu bazı anlar vardır. O anlardan birinde miyiz acaba? Sürmezdi galiba. Kimse o kadar sabredemez bugün değil mi? Bin bir gece süren bir flood belki. Öte yandan anlatıcının maharetine kalmış da diyebiliriz. Bin bir gece masalları Şehriyar sabırlı ve iyi bir dinleyici olduğu için mi sürebildi yoksa Şehrazat büyük bir anlatıcı olduğu için mi? Bir büyük anlatıcı çıktığında ise ne anlatacağını yalnızca kendisi bilir. O ben olsam söylerdim ama değilim.
“Marquez’in, Aytmatov’un, Kazancakis’in … Dilini değdirdiği, kalemini batırdığı kaynağın başında, tespit etsek de etmesek de mutlaka ama mutlaka çömelmiş oturan bir kutlu babaanne vardır” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Aynı yazımdan alıntı yapacağım biraz utanarak. Çünkü orada söyledim. Bir zamanlar bir yerlerde, kıyamet habercisi sayılan Yecüc Mecüc’ün arkasında tıkılı olduğu duvarı aşmasının önündeki tek engelin kadınlardan oluşan bir grup olduğunu iddia eden bir öykü yazmıştım. Bana öyküyü yazdıran imge, bir yandan gündelik hayatlarına devam ederken, örgü örerken, çocuğunu büyütürken, işe giderken ya da evinde otururken bir yandan da sessizce büyük bir salonda hikâye anlatarak dünyanın sonuna engel olan “Şehrazatlar takımı” görüntüsüydü. Zamanın tuhaf etkisiyle çıldırmış, Yecüc Mecüc’ü andıran bir kıyıcılıkla dünyaya ve kendi fıtratına karşı gelen insanlığa usulca hikâyeler anlatan ve “son”u mümkün olduğunca geciktiren kadınlar… Dünyaya baktığımda bugün de aynı şeyi görüyorum. Sadece bugün eskiden olduğundan biraz daha muğlak ve karmaşık bir görüntü hâkim. Hikâye yaşamaya, anlatılmaya devam ediyor, sadece hayatın içindeki anlatıcılar biraz daha az farkında bunun. Hikâye anlatmaktan kastımın sadece öykü roman yazmak film çekmek olmadığını söylemiş miydim? Kapı önünde yapılan dedikodu da kendimizi ifade ettiğimiz bir anı da dost muhabbeti de hikâyeye dâhil.
Geleneksel anlatı ile bağ kurmaya çalışan bir yazarsınız ve bununla ilgili çalışmalar da yapıyorsunuz. Kıymetli yazarların hayatlarına baktığımızda yazdıklarında etkili olmuş bir “hikâye anlatıcısı” dikkat çekiyor. Biz hangi hikâyeye muhatabız? Anlattığımız, dinlediğimiz, beslendiğimiz bizim hikâyemiz mi?
Bu zor bir soru. Evet, elbette anlattığımız daima bizim hikâyemiz. İnsan kendi hikâyesinden başka bir şey anlatabilir mi? İnsan olduğu şeyi anlatır. Olduğu şey her ne ise anlattığı da odur. Dervişin fikri neyse zikri de odur demiş ya atalar. Sorun anlattığımız şeyden yani olduğumuz şeyden memnun muyuz? Olmak istediğimiz biz bu mu? Değişmeliyse o biz nasıl değişir? Değiştirmek istediğimizi varsayarsak evet cevaplardan birisi yine hikâye.
Muhatap olduğumuz dünyayı, muhatap olduğumuz “biz”i, muhatap olduğumuz hikâyeyi değiştirmenin, güzelleştirmenin yollarını aramalıyız. Bu yollardan biri başka hikâyeler hayal etmek. Bireysel ve toplumsal olarak kendi muhayyilemizin, belleğimizin peşine düşmek.
Zaten Müslüman, “etrafını güzelleştiren”, olduğu her yerde bunun yollarını arayan kişi değil midir? Soru zor olduğu için ben de soruya sorularla cevap vererek kaçtım farkındayım. Çünkü bir şey bulmuş değilim esasen. Yani benden önce bizden önce onlarca yüzlerce hikâyecinin yaptığı şeyi ve o şeyin, bizi biz yapan o şeyin ne olduğunu aramak da benim hikâyemin bir parçası. En azından ben öyle olsun istiyorum. Güzel bir “biz”e ulaşmak sadece hikâye anlatırken, öykü yazarken değil yaşarken hepimizin görevi. O meşhur sözü hatırlayalım: Anlatılan senin hikâyen!