Netyazı ailesi olarak 21.09.1932 yılında vefat eden usta yazarımızın şehir mektuplarından birini 88. Vefat yıldönümü münasebetiyle paylaşmak, henüz kendisini tanımayan okurlarımıza bir pencere açmak istedik.
Keyifli okumalar dileriz…
Ahmet Rasim, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Başka şehre tayini çıkan babası annesiyle onu terk etti. Bakımını ve yetiştirilmesini sadece annesi sağladı. Mahalle mektebinde aldığı eğitim sonrası 1876’da Dârüşşafaka’ya girdi, burada devrin edebî ve fikrî akımlarına karşı büyük bir ilgi duydu okumalar yaptı. Bir yandan Fransızca öğrenerek Fransız yazar ve şairlerini tanıdı, diğer yandan da bilhassa Şinâsi, Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa ve Ahmed Midhat Efendi’nin eserlerini okudu; biraz da onların tesiriyle şiir ve makaleler yazmaya başladı. 1883’te okulu birincilikle bitirdi birkaç ay sonra diğer Dârüşşafaka mezunları gibi Posta ve Telgraf Nezâreti’ne memur olarak girdi. Binbaşı Bilâl Bey’in kızı Sadberk Hanım’la evlendi.
Memuriyeti sevemediği için yazı yazmaya, çeviri yapmaya yöneldi. Fransızca’dan çevirdiği bazı yazıları Ahmed Midhat Efendi’ye götürdü ve gördüğü ilgi üzerine Tercümân-ı Hakîkat’e girdi ve memuriyeti bıraktı.
Hem Osmanlı Döneminde hem Cumhuriyet kurulduktan sonra aktif bir şekilde yazdı, çeviriler yaptı. Gazeteci olarak savaş muhabirliği bile yaptı. Daha sonra 1927’de İstanbul’dan milletvekili seçildi. Üçüncü ve dördüncü dönem milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. 21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde öldü; cenazesi adadaki Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedildi.
Edebiyatımızda şehir yazıları türünün ilk örneklerini 1897-1899 yılları arasında şehir mektupları eseriyle veren Ahmet Rasim’in aynı adı taşıyan kitabında atmış altı mektup bulunmaktadır.
Bu yazılarda 2. Abdülhamit döneminin İstanbul’u hakkında pek çok bilgiye ulaşır; mekân, kültürel yapı, gelenekler, insan alışkanlıkları gibi konular hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olursunuz. Bu yazılardan birçoğu Malûmat gazetesinde yayınlanmış daha sonra dört cilt olarak kitap haline getirilmiştir.
Anı, fıkra ve makale yazarı olarak, yaşadığı devirde her sınıftan insanın yaşayış tarzını, inançlarını, gelenek ve göreneklerini bütün incelikleriyle yansıtan Ahmet Rasim, özellikle üçer beşer kelimelik kısa, hareketli, canlı cümleleriyle devrinin yazı yönteminden büsbütün ayrılmış, konuşma dilini ve İstanbul ağzını bütün incelikleriyle ustaca kullanmıştır.
Eserlerinde hayatı hep iyimser bir bakışla yorumlamış, en acı olayları dahi gülümseyerek, tatlı bir mizah çeşnisiyle anlatmıştır. Kendine özgü bir üslup ve ironiyle ortaya koyduğu eserler geniş bir okur kitlesi tarafından zevkle okunmuştur.
Netyazı ailesi olarak 21.09.1932 yılında vefat eden usta yazarımızın şehir mektuplarından birini 88. Vefat yıldönümü münasebetiyle paylaşmak, henüz tanımayan okurlarımıza bir pencere açmak istedik.
Keyifli okumalar dileriz…
KARA ANNEMİN HOTOZU*
Benim uzaktan bir bacım vardı. Bacı, diye çağırmazdım da “Kara Anne” derdim. Aramızdaki muhabbeti sormayın. Ağzımdan bir “Kara Anne” çıkar çıkmaz onun ağzından da:
– Yavrum, diye âşıkça bir sesleniş fırlardı. Zavallı kara anneciğim! Şimdi kara topraklar altında, her neyse! Gelelim maksada. Kara annemin hotoza pek fazla merakı vardı.
Hotoz dediler mi kara annem tencereyi, kepçeyi, kaşığı, tabağı, maşayı, ocağı terk eder odasına koşar, o zamanın en moda renklerinden olan al bir gaz boyaması çıkarır, aynanın karşısına geçerdi. Gelsin artık tuvalet! Fakat o vakit tuvalet kelimesi nerede? Şık, şıklık bile meşhur değil. Hem bu kelimeler nereden gelecek? Birbirine ekli trenler yok, Mesajeri Maritime, Frasine vapurları istedikleri zaman uğrar, eski Edebiyat-ı Cedide şöyle böyle meydanda. Sembolün adı değil hayali bile edebiyatçıların hatırlarında yer etmemiş. Hey gidi vakitler hey!
Kara annem bir, bir buçuk saatte ancak aynanın önünden ayrılır, aşağıda et tencereye yapışmış, pilâvın altı tutmuş, çorba taşmış, kedi kilere girmiş, kuru köfteleri devirmiş, reçel kavanozunu çevirmiş, muhallebi tabakları üzerinden yürümüş, hamur tahtasının altında kemikleri kemirmiş kimin umurunda? Kara annem, al hotozu kıvırcık saçları üzerine kondurmuş ya. İşin güzelliği burada. İnsan çocukluk hatıralarını unutamıyor.
Geçen gün Kâğıthane’de hotoz görür görmez kara annem aklıma geldi. Ah! Sağ olaydı da şimdiki hotozları göreydi? Ah! Ne çok sevinirdi ah! Ben o özlemle o kadar dalmışım ki kadının biri başında bir şey var zannıyla el aynasını çıkarıp bakındı. Ben bu hali görür görmez kara annemi bütün bütün hatırladım. Ayna, hotoz benim kara annem demektir. Şimdi bu iki kıyafeti, bu iki tuvaleti kritik edeceğim! Kara annemin hotozu yüksek, iki üç bükümlü, tepesinin ortası huni bir çıkıntıyla süslü, başın genişliğinden biraz ufak, sağa daha çok meyilliydi. Güya hotozun hal dili; “Mutfakta ateşin karşısında al al oldum, aynaya bakıyorum, kendim de söyleyecek bir şey görmüyorum, gerçi saçlarım kıvırcık sonbülî (sümbüllü değil) biçimde, kıvır kıvır. Gözlerim kara, rengim siyah, fakat al ki al hafifleştirilmiştir. Soğan, sebzevat ayıklamaktan dilim dilim. Sade ellerim mi? Gönlüm de öyle. Onun için bana bakma şu al hotozuma bak” derdi. Gördüğüm hotoz böyle değil. Kestane karası saçlar bağa, demir, kemik, fildişi, toplu, iri toplu, menekşe gülü iğnelerle, tokayla üç dişli taraklarla toplanmış, uygun bir nezaketle düzenlenerek ensenin yuvarlaklığı kaybedilmemek şartıyla bir yarım küreye çevrilerek uçları birbirine eş değerde her tarafa dağıtılmış, yalnız kâkül olarak ön parçalardan bir parça ayrılarak alna doğru sarkıtıldığı halde yine kıvrılarak bükülmüş. Artık bu güzel baş ne türlü bir hotoz ister? Kadın bunu pek güzel bulmuş. Fakat kara annemin hotozu gibi al değil, kırmızı da değil, koyu ateş rengi diyeceğim geliyor. İşte böyle ipekli bir şey. Onu İngilizlerin basık, yansız, tepesiz şapkaları gibi dilim dilim birleştirmiş. Öyle bir güzel karışım meydana getirmiş ki baş bu hoş başlığı yüzdeki pudralı güzelliği bozmadan kabul ederek, çehrenin açıklığı üzerinde beliren kaş, göz, kirpik, burun, ağız gibi güzelliği tamamlayan unsurlarını o renge, o biçime has bir uyum içine sokmuş. Hal dili de diyordu ki: “Ben öyle içerisi boş, puf böreği gibi değilim. Bütün sırlı iplikler benim alnımda toplanmıştır. Eğer bu başa ben baskı olmasam o saçlar perişan olur. Dağılır, dökülür, sıkı fıkı durmaz, benim olmadığım zamanlarda onun ne hale girdiğini görmelisiniz. Bak yanındaki hanıma, bahar gibi, sarı güllü, fiyonklu, sağdan sola doğru kabara kabara düşen yan saçları arasında gizli krizantem taklitleri, orasını bahçeye döndürmüş, baktıkça gönül açılır. Öteki arabadaki hafif havaî, beraberindeki açık kır, feraneli ceplere bakın. Başlarındaki hotoz değil, birer üst üste binmiş katlar. Zarif, eflâtun renkli, neşeli birer balon… Sahibem hissimce onlara benzemez. Bir kere sevmesin hemen yanar mahvolur. Aşk ve sevdadan pek korkar. Gösterişlerden bile titrer, onun için bekleyişindeki küçümseme parıltıları sizi incitir. Naziktir, dikkatli bakmayın, şüphelenir. Zor beğenir, mutlaka kendi gibi az rastlanır bir güzellik arar. Hiçbir kıyafet, tuvalet alaycı dilinden kurtulamaz. Vefalıdır, her baharda buralara gelir. Sitemkârdır; tebessümlere alnını buruşturarak karşılık verir, dolaşır da herkese kendisini sevdirir. Şairedir, gönül adamının dilinden anlar. İyilikseverdir; fakat rahmetinden ve şefkatinden haberdar etmez.”
İşte kara annemin modasıyla şimdiki moda arasında fark, bir hotoz ama söyledikleri insanı günlerce düşündürür.
[1] Hotoz:
*Eskiden kadınların süs için saçlarının üstüne taktıkları, çeşitli renkte ve biçimde yapılmış küçük başlık.
*Kimi kuşların başlarında bulunan tüyler.