Tanpınar’ın romanlarında İstanbul, ilginç imgeleri içinde barındıran, çoğunlukla kadın karakterlerle özdeşleşen sadece romanın mekânı değil; roman karakterlerinden biridir. Yaşarken dünden bugüne, bugünden yarına köprüler kurulması gerektiğine inana yazar için şehir, özellikle de İstanbul hem sorunun hem de çözümün önemli bir parçasıdır.
Tanpınar’ın İstanbul’u üzerine nitelikli bir makaleyi Ara Güler fotoğrafları ile sunuyoruz sizlere.
Okudukça Beş Şehir’i hatta Tanpınar’ı daha derinlikli anlayacağımızı umuyoruz.
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir‘in önsözünü şöyle başlatır: “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”
Burada, dikkat etmemiz gereken nokta duygulardır. Tanpınar hayatına giren şehirleri anlatmaya üzüntü, iştiyak, sevgi gibi duyguların adlarını anarak başlıyor. Bu şekilde davranarak, şehir mefhumuna bir edebiyatçı olarak nasıl yaklaştığının ilk işaretini de veriyor: Tanpınar için şehir coğrafya biliminin ampirik tanımlarının ötesinde, bireysel ve toplumsal düzeyler de ortaya çıkan beşeri bir deneyimdir. Şehir sadece nüfus, ekonomi veya planlama düzeylerinde değil, duyular ve duygular düzeyinde de bir birikim alanıdır. Edebiyatçı için şehir, inşa edilmiş bir ortam veya bir ekonomik ilişkiler bütününden daha fazla bir şey; yaşanan, katlanılan, maruz kalınan bir deneyimdir.
Bu beşeri deneyim sayesinde şehir tüm dünya edebiyatlarında önemli bir simge olagelmiştir. Hatta belirli bir kültürün “Kendi şehirleri hakkında yazdıkları, o kültürün korkuları ve umutları hakkında çok şey söyler. Örneğin İl. Abdülhamid istibdat kamu imgelemindeki yerini, tarihçilerin ortaya koydukları araştırmalar kadar Tevfik Fikret’in ünlü Sis şiirine de borçludur. Türk edebiyatı denince, söz konusu ister klasik ister modern dönem olsun, akla ilk gelen şehir İstanbul’dur. İstanbul 1453’ten beri Türk edebiyatçısının ilham kaynağı ve üretim merkezi olmuştur. “Üç kıtaya yayılan imparatorluğa İstanbul’un beğenisi, tercihleri hükmetmiştir. Bu doğrultuda denilebilir ki, Türk edebiyatında İstanbul norm, diğer şehirler ise sapmalardır.”
Pekâlâ, madem İstanbul Türk edebiyatının merkezinde, öyleyse ben neden başka bir edebiyatçı değil de, Tanpınar üzerinde duruyorum? Kaldı ki, Tanpınar Beş Şehir’i yazmıştır, sadece İstanbul’u değil, Asıl nedene geçmeden önce şu son söylediğim nokta üzerinde kısaca duralım: Eğer nicelik açısından yaklaşırsak, Tanpınar’ın Beş Şehir’ini İstanbul ve Dört Şehir olarak da adlandırabiliriz. Çünkü iki yüz küsur sayfalık kitabın yarısı İstanbul’a, diğer yarısı da Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara’ya ayrılmıştır. Tabii ki, Tanpınar’ın bu dört şehri küçümsediğini kastetmiyorum, tam aksine Tanpınar’ın yazdıkları Türkçede bu şehirler hakkında yazılan en değerli yazılardandır, ama kitaptaki bölümleme İstanbul’un kültürel merkeziliği konusuyla doğru orantılı.
Şimdi, “Niçin Tanpınar ve İstanbul?” sorusuna geri dönelim. Cevabı bulmak için, bir süreliğine de olsa, İstanbul’u bir yana bırakıp Tanpınar’a odaklanmamız gerekiyor. Tanpınar edebiyatın içinde ve dışında yer alan pek çok şey üzerinde düşünmüştür; fert, cemiyet, münevver, güzellik, sevgi, aşk, rüya, müzik, mimari, tarih, şark, garp ve medeniyet değişikliği gibi pek çok kavram üzerine.
Bu durum, biraz da onun ilgilerinin çok yönlülüğünden kaynaklanır. Tanpınar şair, romancı ve hikâyeci olduğu gibi, edebiyat eleştirmeni ve tarihçisi, deneme yazarı, müzik ve güzel sanatlardan anlayan bir estettir de.
Öte yandan, Tanpınar’ın ilgi alanları birbirinden kopuk, ayrı ayrı akan nehirler de değildir. O, bir alandan diğerine geçerken bağlantılar kurmaya, yaşadığı hayatı daha zengin bir biçimde anlamaya ve açıklamaya çalışır. Tüm eserlerinde bir bütünlüğün peşindedir. “Yekpâre zaman”ın ve onun ortaya çıkaracağı “iç insan”ın peşindedir.
Tanpınar bir bütünlüğün peşindedir, çünkü “Tenkit İhtiyacı” adlı makalesinde de söylediği üzere “Bizde nesiller arasında bir devamsızlık söz konusudur. Oysa Hayatta her şeyde olduğu gibi san’atta da devam eden bir kudret vardır. Bu fizyolojide olduğu gibi cemiyet hayatında da fikir hayatında da esastır.”
Oğuz Demiralp, Tanpınar’ın eserlerini yorumlamaya yöneldiği Kutup Noktası adlı kitabında bu durumu şöyle saptar: “Devam”, yani süreklilik kavramı, Ahmet Hamdi’nin düşünce dünyasının orta direğidir. Zaman, kültür, yaşam, sanat anlayışının ortak paydasıdır. Şiirlerinde ve düzyazısının şiirsel bölümlerinde işlediği zaman ve an kavramları, kesintisiz bir akışı anlatmakla, süreklilik düşüncesine katılırlar. Kültür ve toplumsal değişime ilişkin düşünceleri gene süreklilik izleğine bağlıdır. Bireyin acunla (evrenle) birliği ya da toplumla barışık olması sürekliliğin belirli biçimlerde yaşanmasına dayanır.”
Bu noktada bir yan yola daha sapmamız gerekiyor. Tanpınar’ın ürettiği eserler bütünüyle özgündür, fakat üzerinde durduğumuz ve eserlerine hâkim olduğunu öne sürdüğümüz bütünlük arayışı konusunda etki altındadır. Bu etki hocası Yahya Kemal Beyatlı’dan kaynaklanır. Yahya Kemal dil alanından başlayarak tüm siyasal ve sosyo-kültürel alanlara yayılan bir süreklilik arayışındadır.
“Kökü mâzide olan atîyim” dizesinde sloganlaşan bu arayışı Beşir Ayvazoğlu Yahya Kemal: Eve Dönen Adam adlı kitabında “İmtidad” olarak ele alıyor:
“İmtidad, Yahya Kemâl’in lügatında, sürekli bir değişme içinde değişmeyenin, yani asıl hüviyetimizin muhafazası manasına geliyordu.” Yahya Kemal’in kullandığı imtidad kavramıyla Bergson’un süre kavramı arasında yakın ilişki vardır. Geçmişin hiç kaybolmadan şimdiyle birleşmesi ve geleceği oluşturması biçiminde tanımlanan, akılla değil, sezgiyle anlaşılan gerçek zamandır süre.
Yahya Kemal’e göre imtidad ve Malazgirt Savaşı, İstanbul’un fethi, Yavuz Sultan Selim’in başarıları, Lâle Devri ve son noktada Türk Kurtuluş Savaşı gibi yaşam atılımlarıyla süre gelen Türk kültürünün cisimleştiği coğrafya İstanbul’dur. “İstanbul, geçmiş zamanın zafer ve yenilgilerinin çağrışımlarına açık semt ve insan adlarıyla, yapılarıyla, doğasıyla bir süreklilik olarak tasarımlanmaktadır. Bir geçmişe sahip olduğu vurgulanmaktadır elbet, ama yaşanan, yaşandığı için de bir anlamda olumlanan bir şimdinin içinden alımlanan bu geçmişe bir gelecek boyutu da kazandırmak istemektedir. Kenti, geçmiş / şimdi / gelecek momentlerinde yeniden kurmak istemektedir Yahya Kemal.
Kısacası, Bergsoncu süre ve yaşam atılımı kavramlarından beslenen Yahya Kemal, geçmişe takılı kalmayan, geçmişin iç sürekliliğini bugüne ve oradan da geleceğe taşımayı amaçlayan bir zaman düşüncesi ortaya koyar. Aydınlara düşen görev müzik, mimari, edebiyat gibi kültür alanlarında geçmişin getirdiği soluğu günün şartlarına uyarlayarak sürdürmek ve geleceğe ulaştırmaktır. Öğrencisi Tanpınar da bu düşünceyi olduğu gibi alacak, onu Yalıya Kemal’in denemediği roman, hikâye, eleştiri ve edebiyat tarihi gibi alanlarda yeniden üretecektir.
Tanpınar “Asıl Kaynak” adlı denemesinde çözüm yolunu şu şekilde gösterir: “Bizim için asıl miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş bir yamak gibi duran hayatımızdadır. Onu yakaladığımız, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğumuz, bu meseleleri fikir hayatımızın zaruri yol uğrakları gibi değil, temeli olarak kabul ettiği imiz zaman tarihin ve hususi coğrafyamızın bize yüklediği büyük role erişeceğiz. O zaman ‘devam’ın zinciri tekrar içimizde bağlanacak ve biz muasır dünyada, birleştirici çehremizle ve bu çehreyi teşkil eden hayat çerçevesi ile kendimize lâyık yeri alacağız. ” Tanpınar’da geçmiş nostaljik tonlar içeren bir biçimde anımsanır, fakat bu anımsamanın asıl hedefi şimdiye ulaşmaktır; “Eski İstanbul bayramları çok başka türlü idi. Bayram sabahı güneş bile başka türlü, adeta ruhani doğardı. Çünkü eski hayatımızda takvim semavi bir şeydi. Şehir, daha birkaç gün önceden bayrama hazırlanırdı. Eğer gelen şeker bayramı ise bu, sadece bayram yerlerinin hazırlanmasından ibaret kalır, Ramazanın hususi hayat, şenlikleri birdenbire bayrama, çevrilirdi. Dolaplarıyla, atlı karıncalarıyla, gümüş kırbaçlı çerkes eğerli pırıl pırıl atlarıyla, bin türlü sürprizleriyle bayram yerleri şehre gündelik hayatından çok başka, çok renkli bir görünüş verirdi, ” Çocuk bu günlerin tek hâkimiydi. Bu gördüğüm bayramla eski bayramların hiç alâkası yoktu. Son atlıkarıncayı Kadırga meydanında birkaç yıl evvel görmüştüm. Çocukluğumuzun bu eski dostları ne kadar yıpranmış, nasıl biçare şeyler olmuştu! Atın kulakları düşmüş, iki ayağı kırılmıştı. Zürafa bütün zarifliğini kaybetmiş, uzun boynu adeta ip gibi incelmişti. Hepsi de zaman mahzeninde bir nevi cüzzama tutulmuş gibi zavallı ve halsizdiler. Uzaktan bana: “Ya, işte böyleyiz, bir rüyadan arta kalmanın sonu budur.” der gibi bakıyorlardı. Gözlerimi etraflarındaki kalabalığa çevirdim; Onlar da bir rüyadan arta kalmış parçalara benziyorlardı. Hayır, İstanbul’a yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman lazım. İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Her şeyi ona göre düzenlenmelidir.
Bu arada Beyatlı ile ‘Tanpınar arasındaki bir farklılığa da değinmek gerekiyor. Yahya Kemal tekil olanla, yani bireyle değil, çoğul olanla, yani toplumla uğraşır. Oysa Tanpınar’ın sanatının merkezinde ikili bir yapı görülür. Yaşamımızın bölünmüşlüğünü yansıtır bir şekilde, birey ve toplum bakışırlar.
Tanpınar toplumun tarihsel düzlemde artzamanlı olarak düşünür geçmiş şimdi gelecek bergsoncu zaman anlayışı doğrultusunda birbirlerinin içine akarak birbirlerini doğurarak ilerlerler. Bu,homojen, sürekli kültürel yapıyı doğuracaktır. Birey düzleminde ise aranan şey iç insandır. İç insan döngüsel ve çizgisel zamanların ikisini birden kendinde bütünleştiren yekpare bir evrensel zamanı duyum sayabilen bireydir. Birey doğanın ve kültürünü sürekli ilerleyin işlerini birbirine uyumlu bir biçimde eşzamanlı olarak yaşamaya başardığı anda bütünlük sağlanmış olacaktır. Tanpınar Şiir ve Rüya I adlı denemesinde insanın gündüzleri uyanıkken toplumsal zamanı; geceleri uyurken de evrensel zamanı yaşadığını öne sürer. Tanpınar’ın iç insanı, gündüz yaşamına ait nesne kültür madde odaklarını gece yaşamına ait özne doğa ruh odakları ile bütünleyen bir idealidir. Öte yandan Tanpınar bu idealin gerçekte var olmayan fakat var edilmek için mücadele edilmesi gereken bir şey olduğunu bilir. şiirlerinde bu ideale seslendirirken
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
Düşünsel yazılarında bunun gerekliliğini ve yollarını tartışır. Kurmaca eserlerinde ise bu bütünün aranızı hâkim olur. Tanpınar’ın tarihe bakışında tarihsel olanla evrensel olanın birleştirilme çabası görülecektir. Osmanlı’yı bu bütünlüğün ideal örneği olarak yorumlar. Tanpınar yek-pâre zamanı yaşadığına inandığı Osmanlı insanının kültürüne, şiirine, müziğine, dini yaşayış biçimine mimarisine yönelip orada gördüğü insan-evren doğa-kültür bütünleşmesini, anlamaya ve bugüne taşımaya çabalar. Geçmişte kalan bu bütünlük bugün anlaşılabilirliği takdirde geleceğinde itici gücü olacaktır. Bu doğrultuda Tanpınar’ın şehir anlayışı şu şekilde ortaya çıkar.
Evren ve bütünlük içinde yaşayan bireyler toplumu ortaya çıkarırlar. Toplumun oluş içindeki, bütünsel zamanı yaşayışı ile da kültür doğar. Kültürün yine bütünlüklü bir oluş sergileyen doğa ile etkileşiminden mimari ve şehir ortaya çıkacaktır. Yani nihai bütünlüğe doğa kültür bütünlüğüne ulaşılacaktır.
İşte Beş Şehir ’de anlatılan İstanbul budur. Tanzimat’la birlikte ikilik doğmuş ve batı etkisi ile Osmanlı yaşamının harcını oluşturan iman yok olmuştur. Buradaki iman sadece dinsel içerikli değildir. Kültürün ve toplumun bütünlüğünden kuşku duymama anlamı da vardır. Tanpınar’ın romanları işte hep bu noktadan başlar. Bireyin ve toplumun sorunsuz yaşadığı bir bütünlük vardır. Bu bütünlük kırılır ve yeniden aranmaya başlanır.
Tanpınar düşünsel yazılarında yukarıda değinildiği üzere bu sorunun çözümünü gösterirken; romanlardaki kişiler ne yazık ki çözüme ulaşamazlar. Tanpınar’ın biri yarım kalmış beş romanındaki umutsuzluk İstanbul’a yansır. Tanpınar Beş Şehir’de İstanbul’un gitmesi gereken istikameti gösterir. Bu istikametten romanlarında da örneğin Huzur’daki İhsan gibi bazı olumlu roman kişileri aracılığı ile söz eder. Fakat romanlarda veya romanların sonunda belirlenen İstanbul hiç de arzulanan bütünlüğü sergilemez.
Bu arada bir parantez açarak Tanpınar’ın bütün romanlarının İstanbul’da geçtiğini hatırlayalım. Bu romanların ele aldığı değişik dönemlerde İstanbul. Daha doğrusu başlıca semtleri, romanların hem mekânı hem de adeta başkişilerinden biridir.
Tanpınar’ın roman kişisi olarak İstanbul’un; romanlarındaki baş kadın karakterler ile özdeştirdiğini de belirtelim. Bu durum en azından Sahnenin Dışındakiler ve Huzur romanlarında çok kolaylıkla gözlenebilen bir olgudur.
Toparlamak gerekirse Tanpınar ve İstanbul konusunda daha çok şey söylene bileceğini özellikle Tanpınar’ın romanlarında İstanbul’un ilginç imgeler sunduğunu itiraf edebiliriz. Tanpınar bir edebiyat ve kültür adamı olarak yaşadığımız buhranları çözümünü sanatta ve düşüncede görüyor, sorunları eserlerinde olgunlaştırma ya ve çözümüne katkıda bulunmaya çabalıyordu. Şehir ve özellikle de İstanbul onun eserlerinde hem sorunun hem de çözümün önemli bir parçası olarak ele alınmıştı.