Türkiye’den Tanzanya’ya uzanan iyilik köprüsünün gönüllü elçisi Sevde Sevan Usak “Paylaşmaktır Hayat” derneği aracılığıyla projeler üretmeye devam ediyor. Sevde Sevan Usak ile Afrika’ya, Afrikalılara, oradaki kültür ve yaşama dair çok keyifli, dolu dolu bir söyleşi hazırladık. Burcu Yıldız Kılıç sordu, Sevde Sevan Usak cevapladı.
Afrika kıtası Kuzey, Güney, Doğu, Batı ve Orta Afrika olarak beş bölgeden oluşmakta. Bu bölgeler coğrafi koşulları, politik ve inanç sistemleri ile birbirinden farklılıklar göstermekte. Sohbetimize kısa kısa bu bölgelere değinerek başlamak isterim.
Afrika kıtası içinde gezdiğim kuzey, güney ve orta bölgelerinden birkaç ülke üzerinden ancak gözlemlerim doğrultusunda bilgi verebilirim. Aksi halde akademik anlamda Afrika üzerine bir çalışmam yok. Size en kapsamlı bilgiyi Doğu Afrika üzerinden verebilirim çünkü burada yani Doğu Afrika’da bulunan Tanzanya’da yaşıyorum.
Uganda ve Ruanda’ya gittim. Kenya’da yaşayan arkadaşlarımla görüştüğümde Tanzanya ile neredeyse aynı. Etiyopya biraz kuzeyde ve Doğu Afrika’dan yaşayış ve kültürel olarak daha farklı.
Orta bölüm sahra kuşağı yani çöl kuşağı. Hava çok sıcak, çöl ikliminin coğrafi özellikleri hayli çetindir. Dolayısıyla yaşam ve kültürel dokuda ona göre şekil almakta.
Batı Afrika’yı görmedim. Batı Afrika Bölgesi İslam’ın daha yaygın olduğu bölge.
Kuzey bölümü için şunu söyleyebilirim: Cezayir Mısır Tunus Fas gibi Arap kıtasına yakın bölgeyi kendi içlerinde Afrika’dan kabul etmezler. Oralarda Afrika değil. Arap bedevi kültürü daha hâkim. Ten renklerinde de bunu görürsünüz.
Güney Afrika’nın durumu daha özel. Sonuç itibariyle beyazların çok yoğun yaşadığı bir bölge.
Yaşadığınız ülke olan Tanzanya’yı bize anlatır mısınız?
Tanzanya hem okyanusa kıyısı hem de harika adaları olan çok güzel bir ülke. Okyanus iklimi yaşıyoruz. Balık bereketli. Kuzeyde Kenya, Tanzanya ve güneyde Mozambik’e kadar kıyı şeridine sınır olan bölgeye Svahili Sahili (Swahili Coast) denilmekte.
Doğu Afrika’ya 8.yy’den itibaren Müslümanlar ticaret için gelmeye başlanmış. Arap yarımadasına geliş gidiş çok kolay olduğu için bu kıyı şeridinden çok ticaret yapılmış en başta kereste elbette.
Buna bağlı olarak da bu bölgede Müslümanların oluşturduğu ciddi bir kültür var. Önce ticaret için gelinmiş sonra şehir devlet mantığında sultanlıklar kurulmuş. Hamam, külliye, mezarlıklar gibi büyük yerleşimler oluşturmuşlar. Bir kısmı da evlenip burada kalmış. İran, Umman ve Hindistan’dan gelinmiş. Sahil Müslümanların yaşamlarında şehir devlet mantığını görüyorsunuz. Mesela Zanzibar adası önceleri Umman Sultanlığının başkenti iken sonra Zanzibar Sultanlığı olmuş. Şimdi ise Tanzanya’ya bağlı. Kıyı şeridinde bin yıl kadar İslam medeniyeti yaşamış fakat iç bölgeler kabile yaşamlarını sürdürmüşler.
Afrika’nın Genel dili Bantu Dili’dir. Doğu Afrika’nın ortak dili Svahilice’dir. Tanzanya da ise resmi dil, İngilizce ve Svahili’dir. Genellikle bölgelerde resmi dil çifttir. Batı Bölgesinde ise Fransız Sömürgesi sebebiyle ikinci dil Fransızca’dır. Svahili dili, Afrika Bantu dili ile %30-35 Arapça kelimenin karışımından oluşuyor.
Tanzanya’ya 1800’li yılların ortalarında Almanlar gelmişler. Sonrasında ise Almanlar İngilizlere Tanzanya’nın yönetimini devretmişler ve ülkeden çekilmişler. Böylelikle hem kıyı şeridinde hem iç bölgelerde Hıristiyanlaşma başlamış. Afrika’da Müslüman nüfusta bir azalma olmuş böylece. Batı Afrika daha dirençli kalmış bu konuda. Misyoner faaliyetler hem şehirlerde hem kırsalda devam etmiş
Sizce Afrika’yı tanıyor muyuz?
Türkiye’nin Afrika algısı çok değişik. Öncelikle Tanzanya pek bilinmiyor, Tazmanya ile karıştırılıyor. Sonrasında sıklıkla şu soru ile karşılaşıyorum; ‘Çölde ne işiniz var?’ Fakat beni en çok rahatsız eden şey Afrika denilince herkesin zihninde açlıktan karnı şiş çocuk fotoğrafının canlanması. Bu algıyı biraz da yardım derneklerinin yürüttükleri faaliyet politikaları belirliyor. Elbette yardım çağrısı yapılırken bölgenin en kötü şartlarında bulunan insanlar için harekete geçiliyor. Fakat kıtanın tamamını homojen yapıymış gibi algılamak haksızlık olur.
Bir de kıtanın her tarafının aynı ekonomik koşullarda olduğu zannediliyor. Değil! Örneğin ben, iki hayat yaşıyorum. Tanzanya’da beş yıl kadar eşimin bağlı olduğu Masai KabiLesinin bir köyünde yaşadım. iki yıldır da Tanzanya’nın bir anlamda İstanbul gibi ticari başkenti sayılan Darüsselam’da yaşıyorum. İki bölge arasında uçurum var.
Köyde 15-20 m2 ‘lik, alan içinde sadece yatağın ve ateşin konulduğu ufak bir bölümden oluşan barakalarda yaşanıyor. Tuvalet, elektrik veya su yok. Darüsselam ise müstakil evlerin bulunduğu elektrik ve internetin olduğu, süpermarketler ve lüks alışveriş merkezlerinin bulunduğu bir metropolitan.
Sosyal medya üzerinden yaptığınız paylaşımlara baktığımızda hem derneğinize bağlı yardım faaliyetlerinizi yürütürken hem de günlük hayatınıza dair kesitler sunarken gülümsemeniz eksik olmuyor. Yerel halka ve çevreye dair de hep güzellik ve umut görüyoruz. O halde bu bilinçli bir tavır mı?
Ben buna çok önem veriyorum. Buraları paylaşmayı istiyorum. Çevrenin muhteşem yeşilliğini ve okyanusu göstermekten keyif alıyorum. Genellikle Afrika algımız Somali ve Sudan üzerinden olduğu için ‘Orada nasıl ağaç olabilir? sorusuyla karşılaşıyorum.
Bazen paylaştığım fotoğrafa yorum geliyor; ‘Aa! ilk defa Afrika’da şişman birini görüyorum’ şeklinde. Ya da ‘Afrika’da araba var mı?’ şeklinde sorular geliyor. Şaşırıyorum. Değil araba, gecesi 500 Euro’dan 5 yıldızlı oteller var. Zanzibar’da ve adalarda yani okyanusun tam ortasında oteller var. Köyde belki bir öğün yemek yeniliyor ama ülkenin ticaretle uğraşan %5’lik bir kısmı da inanılmaz zengin.
Tanzanya adaları turizm açısından çok önemli. Zanzibar takım adaları dünyaca ünlüdür. Kumsalı sarı altından, etrafında palmiyeler, parlak okyanusu ile dehşet güzelliktedir. Mesela gelgitler yaşanır ve böylece okyanusun içinde kilometrelerce yürüyebilirsiniz. Afrika belgesellerinin birçoğu burada çekiliyor. On altı tane milli, on altı tane şahsa ait millî park var.
Artık farkındalık oluşması gerekiyor. Afrika Kıtası’nın tamamı susuz bir çölden ibaret veya açlıktan ölen insanlardan oluşmuyor. Afrikalı gençler de bundan çok rahatsız. Türkiye’de okuyan gençler sürekli yayınlarında şehirlerinin gelişmişliklerini göstermek istiyor. Afrika’nın iki gerçeğini de görmeliyiz.
Dünya, Afrika’yı uygar toplum sınıfında görmez. Peki sizce gelişmişlik nedir? Afrika uygarlıktan gerçekten uzak bir kıta mı?
Uygarlık ve gelişmişlik tanımını sorgulamamız gerekir. Bana çokça soruluyor; ‘Sevde Hanım buraya gelmeyi Türkiyeye tekrar dönmeyi çok istiyorsunuzdur? diye. Cevabım ise çok net: Ben Afrika’yı ve insanlarını seviyorum. En başta da bakış açıları çok hoşuma gidiyor. Yaşamımın büyük bölümünü Türkiye’de geçirmiş biri olarak farklı fikirleri dayatma, birbirini yargılama ve sürekli suçlama eğilimine alışkın biriyim. Halbuki Afrika’da herkes çok rahat ve kimse kimseyi inancı veya düşüncesinden dolayı kınamıyor. Öyle bir bakış açısına asla sahip değiller. Kayınvalidem Hıristiyan, kayınpederim ise Müslümandı. Beş yüz nüfuslu koca köyde tek Müslüman olarak hiçbir rahatsızlığınız duymadan onca yıl yaşadım. Çünkü onlar için insan olmam önemli.
Afrika’da “kabile kültürü” çok önemlidir. Fakat Tanzanya’da hangi kabileden olursa olsun Tanzanyalıyım derler. Gelenek, görenekten giyim kuşama kadar çokça farklılıkları var. Fakat tüm kabilelerin ortak söylemi, ‘Hangisi Tanzanya için daha iyi’.
Olumsuz yorum ve konuşmalara dokuz yıldır hiç rastlamadım. Örneğin, o şöyledir bu böyledir gibi pek konuşmazlar, mizaçları olumsuz konuşmalarına engel oluyor sanırım. İlişkilerini sağlam kuruyorlar. Tanzanya’da bir hata olduğunda, bir sıkıntı yaşandığında iki kişi birbirine bakar birden gülmeye başlarlar. Beni buraya bağlayan şeylerden biri de bu doğal neşe. Hayatın içinden gelen bir neşeleri var.
Sonra medeniyetsiz gördükleri Afrika’da meclisin %35’ini kadınlar oluşturuyor. Hayatın içinde de ticaretle uğraşan zengin bir kadın nüfusu var. Aile yapısında da ataerkil toplum yapısını göremezsiniz.
Cumhurbaşkanı dindar bir Hıristiyan’dı, kendisini kaybettik. Yardımcısı ise Müslüman bir kadın olan Samia Hanım’dı. Şimdi cumhurbaşkanı kendisi oldu. Böyle bir değişimden kimse rahatsız değil. İnançlarım ve hayat tarzım nedeniyle bu ülkede hiç yargılanmadım. Müslümanlar İslam’ı çok doğal yaşıyor. Lüks otelin resepsiyonunda rahatça Kur’an okuyabilirsiniz. Kimse kimseye karışmaz. İnsanları olduğu gibi kabul etme halleri var. Gelişmişliği nereden ele alalım internetten mi düzgün yollardan mı?
Afrika’da kültür aktarımı nasıl sağlanıyor? Çocuklara yaklaşımları nasıl?
Masaili kabilesi eşimin bağlı olduğu kabiledir. Tanzanya’nın en köklü ve nüfusça en güçlü kabilesidir. Onlar için takı ve dans çok önemli. Çocuk doğunca, düğünde ve cenazede törensel anlamda dansları vardır. Bebek yere basınca ilk yapılan ritim tutularak dans ettirmektir. Doğduğu andan itibaren çocuğa değerlerini mırıldanıyorlar. Hanımlar bir arada otururken yanlarına gelen çocuğa hemen bir alkış ve ritimle başlarlar dans ettirip çocukla beraber eğlenmeye. Takı da en az dans kadar önemli Masai kabilesi için. Yeni doğan bir bebeğin el ve kolları boncuklarla doludur.
Kültür aktarımı yaşamın içinde doğal şekilde ilerliyor. Çocuklar en çok çocuklardan öğreniyor. Büyük çocuklar, küçüklerden sorumludur burada. Bir bakarsınız ayağına diken batan bir çocukla ebeveyninden önce sokakta oynadığı büyük çocuklar yetişir. Batan dikeni öpe koklaya çıkarır , sonra da küçüğe şeker kamışı hediye eder. On yaşında bir çocuk rahatlıkla beş yaş çocuklarıyla oynayıp onları idare eder.
Doğuştan sanatkârlar. Ayrıca çocukları her şeye dahil ediyorlar. Örneğin otuz yaşında kadının yaptığı bilekliği on yaşındaki çocukta rahatlıkla yapabiliyor. Ahşap ve oymacılık çok yaygın mesela. İhtiyaçlarını kendileri çözümledikleri bir kültürün içinde yaşadıklarından dolayı bir bakarsın çocuğun biri eline geçirdiği malzemeden başlamış tabure yapmaya.
Bir gün baktım küçük oğlum kendi kendine bahçedeki dallardan yay ve ok yapmış. Boş kutudan da sadak yapmış. Kırsalda satın alma çok olmadığı için elindeki malzemelerden bir şey yapma çok yaygın. Üstelik bahsettiğim ritim duygusu çocukların dil öğrenme becerilerini artırdığından altı yaşında temel İngilizce’yi okuyup yazabiliyorlar. Kendi çocuklarım yarım saatte istiklal marşını ezberlediler.
Masaililer de rastlamadım. Fakat adaların birinde akşamları düzenli olarak yaşlıların çocuklara masallar anlattığını söylemişti bir arkadaş. Hatta o adaya turist alınmıyor. Yağmur duasının çocuklarla birlikte edildiğine de şahit oldum. Velhasıl kültür sözlü devam ediyor.
Tabii şehirlerde durum biraz daha farklı. Şehirlerde imkanlar fazla olması, formal eğitim ve teknolojinin etkisi çocukları farklı etkiliyor. Rekabetçi ilişkiye doğuyorlar. Hayatlar daha bireysel yaşanıyor. Köylerdeki gibi beraber oyun kurup beraber yardımlaşma olmuyor. Anlayacağınız her yerde olduğu gibi gelir düzeyi arttıkça aileler çocuklarını hırslı ve ben merkezci yetiştirmeye başlıyor.
Merak ettiğim bir konu da suç işleme oranı nedir?
Tanzanya’da en çok rastlanan suç hırsızlıktır. Bunun da sosyolojik ve psikolojik sebepleri ortada. Şehirde ufak çaplı bir marketten yapacağınız sınırlı alışverişin tutarı bir temizlikçinin aylık maaşı kadar. Fiyatlar çok yüksek. Maaşınızı yetme imkânı yok.
Beyazların gelmesiyle başlayan sömürgeden dolayı olaya en başta hırsızlık gözüyle bakmıyor. Varlıklarının kendilerinden en başta çalındığına inandıklarından dolayı yaptıkları eylemi de hırsızlık olarak görmüyorlar. Kendi malıymış gibi yani kendi hakkını alıyormuş gibi davranıyor genelde. Yani buna hakkı varmış gibi.
Köylerde aileler nasıl vakit geçiriyor?
Köy hayatının imkanları kısıtlı olduğu için her şey çok vakit alıyor. Sizin doğal gaz veya tüp ile yapacağınız bir yemek için o kadının en az üç dört saat harcaması gerekiyor. Çünkü ateşi dahi kendi yakmak zorunda.
Kimse de su yok. Köyler dağınık olduğundan kuyular uzak olabiliyor. Bazı köye on dakika bazı köye iki saatlik yol demek. Anlayacağınız temel ihtiyaçlara çok fazla zaman harcanıyor.
Sosyal Medya üzerinden yaptığınız paylaşımlara değişik yorumlar geliyor mu?
İçimdeki yaraya bastınız. Paylaşmak istediğim bir konu bu. Sosyal medyadan yaptığım bazı paylaşımlarda zaman zaman üzülme, acıma, çokça hayret etme ve akıl verme, öğretmeye çalışma durumları oluyor.
Mesela, Türkiye’den gelirken aldığım ve sonu gelen bir beyaz peyniri paylaştığımda DM üzerinden şöyle mesajlar geliyor.
– Sevde Hanım, vah vah! Peynir yemiyorlar mı? Tamam da yemek zorunda değil ki. Burası başka bir ülke, başka bir kültür ve başka alışkanlıkları var.
– Sevde Hanım, süt var, nasıl peynir yapmazlar? Tamam da yapmayabilirler. Moğolistan da her yer peynir. Kurusu, küflüsü öylesi böylesi. Bu bakış açısına göre Türkiye peynir noktasında eksik kalmış olmuyor mu?
Özellikle yemek ve giyim konusunda bu ve benzeri yorumlarla o kadar çok karşılaşıyorum ki….
Güzel olan şey, doğru olan benim beğendiğim ve yaptığım şeydir, düşüncesinden sıyrılmalıyız. Tanzanya’da bildiğimiz anlamda kahvaltı yapılmıyor ki peynire ihtiyacı olsun. Köyde sabah altıda süt sağılır. İçine kakule ve çay atarak kahvaltı yapılır. Üstelik bu süte katık edecek neyi var ki? Yanına da bir chapati, mandazi tamam… Bizde varsa en iyisidir, herkes uygulamalı şeklinde yaklaşılmasını çok doğru bulmuyorum.
Oranın yemeklerine alıştınız mı? Türkiye’den özlediğiniz hiçbir şey yok mu?
Yemeklerine alıştım elbette. Zaten çok değişik veya farklı yemekleri yok. Fasulye ve pirinç yaygın, çoğu tanıdık tatlar. Mesela bizde patatesin yerini burada meyve olmayan yani tatlı olmayan bir muz türü alıyor. Onunla çok yemek yapılıyor ve ben tadını seviyorum. Burada Türk ve Lübnan restoranları var. Fakat simit yemeyi özlediğimi söyleyebilirim.
Gözlemleriniz doğrultusunda Afrika’nın neye ihtiyacı var, çözüm ve çözümsüzlük noktaları sizce doğru belirlenebiliyor mu?
Tekrar hatırlatmak isterim izlenimlerim ve görüşlerim kesinlikle akademik bilgiye dayanmıyor. Sadece burada yaşayan biri olarak gördüklerimi sizlerle paylaşıyorum. Genel olarak Türklerin kıtaya yaklaşımı şu şekilde, biz her şeyi çözdük, şimdi de burayı çözüyoruz.
Türkiye’de hiç kıtaya gelmemiş, Afrika ülkelerini hiç görmemiş biriyle laf lafı açıp konuştuğunuzda öyle şeyler duyuyor ki insan şaşıp kalıyor. Hiçbir bilgiye sahip olmadan olası sorunlara şaşırtıcı çözüm önerileri getiriyorlar. Öyle yapsınlar, böyle yapsınlar, biz yaptık Türkiye’de oldu onlar niye yapmıyor? Bir süre önce ciddi kuraklık yaşandı. Yağmur yok, birçok hayvan telef oldu. Sorunu söylüyorum, hayvanlar neden ağaç yaprakları yemiyor diyorlar. Yenilebilecek olsa elbette yer. Bu sahada yetişen ve dayanıklı olan tek akasya ağacı kalmış onun da kocaman dikenleri var. Anlayacağınız henüz coğrafyayı tanımadan fikir üretiyorlar.
Bu çok yaygın bir şey. Yani saha için proje üretilirken; çözüm çalışmalarında, bölgeden habersiz, koşullarından ve insanların özelliklerinden bihaber, fiziksel koşulların hiç farkında olmadan tepeden uygulama sunuyorlar. Ben bahçemde yaptım, sen de yapsana mantığı işliyor hâlâ. İyi ama iklim ona uygun mu düşünülmüyor. Her şeye çözüm ürettiğimizi düşünüyoruz ama işe yarayan çözüm üretilmiyor maalesef.
Kırk yıl öncenin Türkiye’sini düşünün, devletin zenginleşmesi ve sistemin oturması için zaman gerekli. Üstelik bu kıta çok uzun zamandır sömürge altında kısırlaştırılmış. Vergi veriliyor ama vergilerin çok azı devlete kalıyor. Devlet o parayla nereye yetişebilir ki? Afrika’da tamamen yağmura dayalı bir tarım yapılıyor. Yani doğa koşullarının etkisi çok önemli. Ekimler yağmur zamanına göre yapılabiliyor. Çünkü kuyudan bu araziyi sulayamazsın. Ayrıca tarım için gerekli her şey yurtdışından geliyor ve küçücük bahçenin etrafına çekeceğiniz çit 5000 dolar tutuyor. Etraf yırtıcı hayvanlarla dolu ve tarlanızı korumanız gerekli. Böylece tarımcılık maliyeti artıyor. Okyanuslarla çevrili bereketli bir bölge olmasına karşın altyapı sistemlerinin kurulması zaman istiyor.
Her gün Avrupa’ya kesme çiçek üretimi yapılıyor. Yerel halk işçilikten çok az kazanıyor. Tek başına böyle bir ticareti yapacak yönetme becerileri henüz gelişmediğinden şu an bu duruma mahkumlar.
Bana göre çözüm eğitimde. Henüz eğitime yatırım yapılmıyor. Yani köylere köy okulları gerekli. Oğlum altı yaşında yüz keçi bakıyordu ve kızım da beş yaşındayken keçilere bakıyordu. Şimdi şehirde aldığı eğitimle aynı anda 5 dil konuşuyorlar. Oğlumun ciddi mühendis zekasına sahip olduğunu gözlemliyoruz. Diğer çocuklar için de bu geçerli zekâ ve potansiyellerini kendi bölgeleri için geliştirecek evlatlar yetiştirilmeli.
Afrika kendine bakınca ne görüyor? Kendilerini beyaz ırkla kıyaslıyorlar mı?
Kesinlikle hayır. Onlar için böyle bir ayrım yok. Buraya gelenler evlerini ve çıplak ayaklarını görünce ağlamaya başlıyorlar. Fakat köydeki kadın onun ne için ağladığını anlamıyor. Çünkü o hayatından memnun. O gün tek öğün de olsa yemek bulduğunda mutlu veya evi olduğu için kendini iyi hissediyor. Biz kendi bakış açımızı değiştirmeliyiz. Yardım ederken karşı tarafı kendimizle kıyaslamamıza gerek yok. O koşullara, oradaki bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor.
Bazen yurtdışında okuyan Afrikalı gençlerde rekabet ve biz de gelişiyoruz, biz de farkındayız çabasını fark ediyorum. Eğitimli olduklarını, alt sınıf olmadığını gösterme çabasını hissediyorum. Onların bizlere karşı savunma hissettiği; sizin kadar iyiyim çabasını, yine bizim onlara bakış açımızdan kaynaklanıyor.
Afrika’ya gitmek neden çok pahalı?
Çünkü o hizmeti olabilecek insan sayısı az olunca birim maliyetler yükseliyor. Üretim belli alanlarda ve sınırlı olduğu için pekçok şey yurtdışından geliyor. Hizmet sektörü de böyle olunca maliyet yükseliyor. Tanzanya Türkiye arası uçakla yedi saat ve uçak bileti 800-1000 dolar.
Afrika ülkeleri ucuz zannediliyor fakat büyük bir kısmı çok pahalı. Türkiye’de ortalama koşullarda yaşayan birinin burada aynı koşullarda yaşayabilmesi neredeyse 3 kat daha maliyetli.
Sevdiğiniz Afrika atasözü var mı?
Çok var. En çok hoşuma gidenden başlayayım; “Çocukları köy büyütür “derler. Bizatihi şahidim. Çocukları köy büyütüyor.
Sonra en yaygın söylem pole pole. Yani “yavaş yavaş”Burada işler ağır ağır olur. Hatta ikilim dolayısıyla işler günün belli saatlerinde daha da yavaşlar.
Bir de hakuna matata, “hiç üzülme”, “sorun yok” anlamında kullandıkları bir söz var. Bir gerginlikte veya olumsuz görünen bir olay olunca biri diğerine döner ve “hakuna matata” der. Hatta bu söz, Aslan Kral animasyon filminin şarkısında da vardır. Afrika’nın mottosu da diyebiliriz.
Değişik bir gelenekleri de kültürel olarak kullandıkları “kanga” adında kumaşlarını atasözleri ile süslemişler. Mesela eşinize kızdınız, sana kızgınım yazılı bir örtü doluyorsunuz başınıza. Komşunuz size haset ediyor ona uygun bir atasözü olan kumaştan elbise giyip yanına gidiyorsunuz. İletişimleri bu şekilde kuruyorlar.
Batıl İnançları kuvvetli mi?
Batıl inançları çok yok fakat ülkenin genel batıl inancı albinolar. Ve bu ciddi bir sorun. Onlara yaklaşmazlar uzak dururlar. Siyah anne ve babadan doğan bembeyaz çocuklar insanları çok ürkütüyor. Şehir hayatında yaşamaları çok zor çünkü kaçırılma riski yüksek. Albinoların bir kısım organlarını veya uzuvlarını büyü için kullanılıyor.
Son zamanlarda büyük marketlerde albino çalışan görüyorum. Belki devlet eliyle de çalıştırma zorunluluğu olabilir ama emin değilim. Daha önce büyükelçilik çalışmasıyla etrafı tellerle çevrili yetimhane mantığında özel yerlerde yaşayan albinolar da vardı. Fakat onlar için barınma ihtiyacının yanında bir o kadar önemli olan güneşe dayanması zor tenleri için losyon ve güneş kremleri ihtiyacı.
Derneğinizden ve projelerinizden bahseder misiniz?
Tanzanya’ya gelmem evlilik sebebiyle oldu. Önce köye yerleştik. Özel kurumlara ve belediye kurumlarına kitap hazırlıyordum Türkiye’de. Evlendikten sonra yayımcılık ve kitap çalışmaları yapmaya devam ederken birkaç ay köyde birkaç ay Türkiye’de yaşadım uzun bir süre.
Köyde yaşarken büyük bir kuraklık olunca öyle ki eşimin yedi yüz hayvanından sadece otuz tane kaldı. Öncesinde fotoğrafçı olarak İHH, Diyanet Vakfı ve Yeryüzü Doktorları ile birçok projeye katılmıştım. Ve köyde böyle büyük bir sorun yaşanınca derneklerden yardım talep ettim. İHH bize destek oldu ve ilk kez bizim köylerde su kuyuları açıldı. Daha sonraları farklı derneklerden de talepler gelince aracı olmaya başladım.
Mini tarlalar hazırladım. Hiç yetişmeyen meyve ve sebzeleri yetiştirdim bizim köyde Elerai’de. Bunun üzerine Diyanet Vakfı Uluslararası İyilik Ödülü verildi bana. Tanınmaya başladıkça devlet kurumları benimle iletişime geçmeye başladı. Özel olarak şahıslardan, zekat, su kuyusu, fidan yardımı yapmak isteyenler oldukça böyle bir yükün altına girmemin doğru olmadığına ve kurumsallaşarak bir dernek kuramımız gerektiğine karar verdik.
Hem Tanzanya’da hem de Türkiye’de derneğimizi kurduk. Yani Türkiye’de dernek olarak fonlanan projeleri Afrika’da gerçekleştiriyoruz. Böylelikle iki yıldır, Türkiye’de Paylaşmaktır Hayat olarak ve Tanzanya’da Rafiki Organisation olarak projeler üretmeye devam ediyoruz.
Gün geçtikçe yeni projelerle ilerliyoruz. Sahada eksik olan projeleri belirleyerek hareket ediyoruz. Son dönem eğitimle ilgili yeni projeler de ekiliyoruz yaptıklarımızın arasına.
Fidan dikimleri, şehirlerde yetimhane ihtiyaçları, ailelere keçi, genç kızlara kullanabilir ped ve hijyen kiti, okullarda üniforma, kırtasiye malzemeleri, kurban, bayramlık kıyafetler vs.
En temel ihtiyaç elbette su kuyusu. Fidan da sürdürülebilir projelerin bir diğeri. Yeni ilave edilecekler projeler arasında kırsalda solar projesi var. Ayrıca okullarda tuvalet projesini de çok önemsiyorum. Bu proje hem eğitim hem de hijyen için büyük bir katkı.
Kitap çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?
Ben yirmi beş yıllık yayımcıyım. Benim asıl işim kitap üretmek. Kurumlara projeler üretiyordum. Artık kendi markamızla işler üretelim istedik. Kağıtgemi kendi ajansım. Çıkaracağımız kitapların Tanzanya ve yaptığımız işlerle ilgisi olsun istedik.
Muz ve papaya ile ilgili iki kitabımız var. Bunların geliri ile fidan dikiyoruz. Tanzanya’da proje bazlı dağıtılmak için Svahilice ve İngilizceye çevriliyor. Bu çevrilen kitaplarımız, yaptığımız faaliyetlerle ilişkili olarak okul projesi kapsamında fidan dikimleri esnasında çocuklara da dağıtılmış olacak Tanzanya’da. Türkiye’de Türkçe olarak satılıyor kitaplarımız. Bu proje dışında robotik kodlamadan, Osmanlı’daki vakıflara kadar çocukların ilgisini çekecek kitaplar hazırlıyoruz.